ISBN: 978-605-02-0164-2

Text
                    

BAŞ BELASI İCATLAR Robert Winston Robert Winston Britanya'run en ünlü bilginlerinden biridir. Londra'da­ ki Imperial College'de Doğurganlık Araştırmaları dalında Emeritus Profesör ve üreme fizyolojisi alanında aktif bir araştırmaa olarak do­ ğurganlık tıbbının ilerlemeler kaydetmesini sağlamıştır. Winston aynı zamanda embriyo araştırmalan ve genetik mühendisliği alanında yürü­ tülen tarbşmalarda önde gelen kişilerden birisidir. Winston'un hazırla­ dığı Hayatınız Onlann Elinde, Bebek Yapmak, lnsan Vücudu, Zamane Çocu­ gu, lnsan içgüdüsü, lnsan Beyni ve Tannnın ôyküsü adlı televizyon prog­ ramlan onu tüm Britanya'da herkesçe tanınan bir isim haline getirmiş­ tir. 1994'te Winston'a soyluluk statüsü verilmiştir.

Say Yayınlan Bilim Dizisi Baş Belası icatlar I Robert Winston Özgün Adı: Bad Ideas? An Arresting History of Our Inventions Copyright © Professor Robert Winston 2010 Türkçe Yayın Haklan© Say Yayınlan Bu eserin tüm hakları saklıdır. Yayınevinden yazılı izin alınmaksızın kısmen veya tamamen alıntı yapılamaz, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve yayımlanamaz. ISBN 978-605-02-0164-2 Sertifika No: 10962 İngilizceden Çeviren: Mihriban Doğan Editör: Sinan Köseoğlu Sayfa Düzeni: Mehmet İlhan Kaya Baskı: Engin Ofset Topkapı/İstanbul Tel.: (0212) 612 05 53 Matbaa Sertifika No: 11254 1. Baskı: Say Yayınlan, 2012 Say Yayınlan Ankara Cad. 22/12 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 512 21 58 • Faks: (0212) 512 50 80 www .sayyayincilik.com • e-posta: say@sayyayincilik.com Genel Dağıtım: Say Dağıtım Ltd. Şti. Ankara Cad. 22/4 • TR-34110 Sirkeci-İstanbul Telefon: (0212) 528 17 54 • Faks: (0212) 512 50 80 e-posta: dagitim@saykitap.com • online sahş: www .saykitap.com
İÇİNDEKİLER ônsöz ve Teşekkür 9 ....................................................................... Giriş: Zekamıza Fazla mı Güveniyoruz? ..... ............................ 1 Yarahcılığımızın En Görkemli Cenneti 2 Yok Etme Arzusu 65 83 .............................................................. ..................................................................... 5 Dönüp Dolaşan Acayip Sözler 6 Dijital İletişim 29 .............................. ................................................................... 3 Yıpraha Bir Varoluş 4 Hayvan Çiftliği 13 115 155 .......................................... 209 ....................................................................... - 7 Doğru Prometheus Ateşi .................................................... 8 Düşündürücü, Kükürtlü Ateşler 9 İnsanı Mutlu Eden Petrol 239 269 ....................................... 309 ................................................... 10 Kelin İlaa Olsa Kendi Başına Sürer 369 .................................. 11 Genetik: Potansiyeli Olan Sanat mı Yoksa İşlenmemiş Büyü mü? 12 Bilimciler ve Halk: On İki Aforizma ve Bir Manifesto Notlar Dizin 435 ........................................................ .... 499 509 .......................................................................................... 533 ............................................................................................
Birçok insana ilham kaynagı olmuş, Bristol Üniversitesi'nden Bilimler ve Toplum Profesörü Kathy Sykes'a

ÖNSÖZ VE TEŞEKKÜR "Bilim yalnızca amacına ulaştığını varsaydığında tehlikeli hale gelir." - G. BERNARD SHAW, The Doctor's Dilemma (1909) 1990'lann sonlarında Lordlar Kamarası Bilim ve Teknoloji Komitesi'ne başkanlık etme ayrıcalığına eriştim. Üç yıllık başkanlığım süresince, nükleer atıkların imhasından kenevi­ rin tıbbi kullanımlarına dek çeşitli bilimsel konularda birta­ kım araştırmalar düzenledik. Ancak kalben bana en yakın olan, çoğu bölümü 1999' da yapılan ve kısmen 2000'de de de­ vam eden bilim ve toplumla ilgili araştırmaydı. Araştırmanın yapılma nedeni, bilim camiasının, görünüşe göre halktan bir­ çok kişiyle, politikaalar, gazeteciler ve bir dereceye kadar da devletle gergin bir ilişkisinin olmasıydı. Halkta bilime karşı güvensizlik oluşmasının çeşitli neden­ leri arasında, genetiği değiştirilmiş ürünlerin kullanımıyla alakalı büyük fiyasko ve bir bakanın İngiliz sığır etinde deli dana hastalığı olmadığını gösterme gayreti içinde, küçük kı­ zına hamburger yedirirken çekilmiş fotoğrafı da vardı. insan embriyosu araştırmaları, halkın bilimcilere ve bilimcilerin verdikleri bilgilere güvendiği ve sağlık hizmetleri açısından değerini takdir ettiği neredeyse tek araştırma gibiydi. Öyle ki çok sayıda bulgu toplayarak, raporumuzda halkın bilimle çok daha fazla haşır neşir olması gerektiğini; sadece 9
Baş Belası lcatlar "halkın bilim bilgisini" arbrmarun hiç uygun bir şey olmadı­ ğını öne sürdük. Ve o zamandan bu yana birtakım meslektaş­ lanmız ilerleyen teknolojinin uygulanmasından kaynaklanan zor meseleler hakkında çok daha fazla düşünür ve bunlara çare bulmakla çok daha fazla uğraşır olmuşlardır. Ancak ya­ kın zamana dek halkı dinlemek ve halkın endişelerine yanıt vermek birçok bilimci için neredeyse nefret edilen bir şeydi. Bu nedenle başta arkadaşım ve meslektaşım Bristol Üniversi­ tesi'nden Profesör Kathy Sykes olmak üzere, bazı uzak gö­ rüşlü insanlar bu karışık meseleler hakkında halkla diyaloga girme fikrini öne sürdüler. nen teknolojinin haklın olduğu bir toplumda başarıyla ya­ şamanın sım, halkın bilim ve teknolojiyle daha çok ilgilen­ mesinde yatbğı için bu kitabın ardındaki tez birçok insana tu­ haf gelebilir. Buna rağmen sahip olduğumuz ve gittikçe güç­ lenen araçların vereceği zarardan korunmak istiyorsak, çok daha iyi kontrol yöntemlerimiz olması gerektiği de giderek daha aşik!r görünmektedir. Bu kontrol sadece hükümetler tarafından sağlanamaz: Tarih gösteriyor ki, bu kitabın da an­ latbğı gibi, siyasal iktidarlar bilimsel bilgiyi her zaman akıllı­ ca kullanmaz. Birçok bilimcinin son derece özgeci oldukları ve içinde yaşadıkları toplumun sağlığını ve refahını iyileştir­ meye kendilerini samimiyetle adamış oldukları ortada olma­ sına rağmen yine de kontrol sadece benim camiama, yani bi­ limcilere bırakılamaz. Benim görüşümce, en azından demok­ ratik toplumlarda bilimin kullanım şekline dair daha güçlü bir söz hakkına sahip olabilmek için toplumun bütün kesim­ lerinden insanların bilim hakkında daha çok şey öğrenme ve bilimin esasını daha iyi kavrama sorumlulukları vardır. Bu kitabı yazmak kolay olmadı. Evvela yayınalanm Transworld'e çok şey borçluyum, özellikle Sally Gamina- 10
ônsöz ve Teşekkür ra'ya; ben çok kusurlu bir metni birazak daha az kusurlu bir metin haline getirmek için uğraşırken bir yıl boyunca basımı erteleyecek kadar bana güvendiği için. Eski dostum Matt Baylis her zaman olduğu gibi bu kitap için birçok konunun araşhnlmasında bir güç ve enerji kayna­ ğı oldu. Kitabı oluşturan fikirleri birkaç yıldır tartışıyorduk ve hatta bir televizyon programı için tema olarak da belirle­ miştik. Matt'in engin bilgisi, bilimsel ve tarihi konulara olan fevkalade ilgisi ve şahane mizah anlayışı sayesinde bu zor projede çalışmak zevkli hale geldi. Yine bu kitabımda da editörümün Gillian Somerscales ol­ ması benim için büyük bir şans. Zekası ve düşüncelerinin açıklığı benim kusurlu metnimde muazzam bir fark yarath ve her zaman olduğu gibi nazik tavsiyeleri büyük bir içgörü barındırıyordu. Eşim Lira her daim olağanüstüdür. Ben yazmak ve düşün­ celer üretmekle meşgulken bana karşı sabırlı ve hoşgörülü ol­ muş, daima yürekten desteklemiştir. Önerdiği düzeltmeler bu kitabın daha iyi hale gelmesine çok katkıda bulunmuştur. Yine asistanım ve sekreterim Rachel Ward'ın inanılmaz des­ teğini gördüm. Bu projeye olan ilgisi ve hevesi benim olağan bunalım anlarımda devam etmem hususunda beni çok yü­ reklendirdi. Meslektaşlarım ve arkadaşlarım taslak halindeki metin­ den parçalar okuyarak çok yararlı önerilerde bulundular. Di­ ğer birçoğu da kitabın odak noktası, savı ve genel olarak fi­ kirlerimin berraklaşması hususunda çok yardıma oldular. Carol Readhead, James Wilsdon, Sheba Jarvis, Brian Wynne, Anne Cooke, Jacqui Roche, merhum Luddenham Lordu Por­ ter, Toplumsal Meseleler Kumlu'nun çeşitli mensuplarına ve özellikle Mühendislik ve Fizik Bilimleri Araşhrma Konse­ yi'nden Peter Ferris'e minnettarım. 11
Baş Belası icatlar Son olarak, eski dostum ve temsilcim Maggie Pearlstine'e çok müteşekkirim, benim projelerime daima çok ilgi göster­ miştir ve o olmasaydı bu kitabın yayımlanması mümkün ol­ mazdı. 12
Giriş ZEKAMIZA FAZLA MI GÜVENİYORUZ? İnsanlar zekidir. Zekamız ve alet tasarlayıp kullanma beceri­ miz, üzerinde yaşadığımız gezegene gitgide daha çok hakim olmamızı sağlamıştır. Tabii, birçoğıımuzun idrak ettiği gibi, gezegeni kontrol edip, düzene sokamıyor olduğıımuz da bir gerçektir. Giderek daha karmaşık fikirler, daha ileri mekaniz­ malar geliştirdikçe, yaşamlarımızı birçok yönden iyileştirdik ve çevremizin birçok bölümü üzerinde etkimizi arhrdık. An­ cak, neredeyse tüm teknolojiler giderek daha tehdit edici hale geliyor. Haklı olarak kutladığımız başarılar aynı zamanda bi­ zi kendi yıkımımıza da yaklaştırıyor olabilir. Hatta böyle gi­ derse, sadece kendimizi değil, aynı gezegeni paylaştığımız birçok hayvan ve bitki türünü de yok etmemiz mümkündür. Bariz meselelerden biri ürkütücü iklim değişikliği tehdidi ve küresel ısınmanın endişe verici sonuçlandır. Arhk bilimcile­ rin büyük çoğıınluğıı, birtakım kanıtlara dayanarak, bu yak­ laşan krizin insan elinden çıktığı konusunda hemfikir. Bu du­ rum tarım teknolojimizin kullanımıyla başlamış olabilir, ama günümüzde elde edilen veriler, krizin fosil yakıtlara olan şu anki bağımlılığımızı arhran teknolojilerce artan biçimde-mey­ dana getirildiği görüşünü kuvvetle destekliyor. Bu kitapta insan yaratıcılığının ve bu yarahalığın pozitif ve negatif yönlerinin tematik bir tarihini bölüm bölüm ele al- 13
Baş Belası icatlar dım. Bazı temalarıma giriş yapabilmek maksadıyla taş konu­ suyla başlıyorum. Taşlar ve taşlan kullanmamız bizi diğer türlerden ayıran bir şeydir. İnsanımsıların yaphğı en eski taş aletler 2 milyon yıldan eski olabilir. Doğru yerde şans eseri kırılmış bir çak­ maktaşı ve diğer taşların keskin kenarlı hale gelmesi için bi­ linçli olarak işlenmesi, insanlara eşsiz bir güç vermiş ve niha­ yetinde gezegen üzerindeki hakimiyetini mümkün kılmışhr. İnsanın çevresini kontrol etmesine olanak veren teknoloji, hatta kendi türünün evrimini değiştirme noktasına kadar, esasen taş el baltasının ·geliştirilmesinden kaynaklanır. İnsa­ nımsı atalarımız bu aletin işlenmiş kenarıyla, leşiyle beslen­ dikleri hayvanların etini ayırabildi ve gruplar halinde avlan­ dıkları zamanlar şansları yaver gittiğinde, ara sıra da olsa av­ larını öldürebildiler. Kendi başına avlanan ilk insanın yemek için t ·1yük bir hayvanı öldürme şansı ancak birkaç kez eline geçerdi. Ancak gruplar halinde avlanmak bireyler arasında hızlı iletişimi gerektirdiğinden, insan beyninin gelişiminde güçlü bir etmen olduğu farz edilir. Üstelik beynin yaklaşık %80'i lipit denilen yağlı maddeden oluşmuştur ve bol miktar­ da hayvansal yağ ve protein içeren zengin bir beslenme, homo sapiensin büyük beyninin evrilmesine olanak veren hayati ya­ kıh sağlamışhr. Benim fevkalade bulduğum şey ise, insanoğ­ lunun eşsiz entelektüel becerisinin, icat ettiğimiz en eski tek­ nolojinin bir sonucu olarak kazanılmış olmasıdır. İnsan hiç şüphe yok ki kendi evrimini bu şekilde değiştirmiş tek tür­ dür. Elbette, bu keskin alet yalnızca beslenmeye yaramıyor, si­ lah olarak da kullanılabiliyordu. Bu aletle türümüzün saldır­ gan üyeleri diğer üyeler üzerinde güç kazanabiliyordu. Ve daha iyi bir silaha, gelişmiş teknolojiye sahip ve bunu kulla­ nabilecek kadar becerikli ve kurnaz olanlar, hayatta kalıp 14
Giriş: Zek!rnıza Fazla mı Güveniyoruz? bunlan genlerinde torunlarına aktarmaya yatkın olacaklar, onların soyundan gelenler de etraflarındaki çevre üzerinde daha büyük bir hAkimiyet kurabileceklerdi. En eski teknolojimizde ilk başta meydana gelen gelişmele­ rin bu kadar vakit alması şaşırtıodır. İşlenmiş, keskinleştiril­ miş aletler 2 milyon yıl boyunca kullanılmışhr. Almanya'da­ ki Schöningen bölgesinden çıkarılan en eski mızraklar 400.000 yıllıkhr ve ustaca işlenmiş tahta uçlan vardır.1 Buna rağmen çok uzun bir süre boyunca, aletlerin gücünün çok ba­ sit bir araçla muazzam ölçüde arhnlabileceğini kimse akıl edememiş gibidir. İri bir tahta parçasının ucuna keskin bir taş iliştirdiğinizde, baltanın hız, kuvvet, etkinlik ve güvenliğini muazzam boyutlarda arhrabilirsiniz. Bir kenarı ölümcül bi­ çimde keskinleştirilmiş bir taşı ağırlığı dikkatle dengelenmiş bir sopanın ucuna tutturun, alın size bir silah! Kargı, ok, mız­ rak gibi aletler makul bir mesafeden ölümcül bir silah olabi­ lir. Yine de görünen o ki atalarımız ilk taş aletler işlendikten sonra yaklaşık bir milyon yıl kadar bu kritik inceliğe ulaşa­ madı. Bu büyük teknolojik ilerleme nihayet gerçekleştiğinde ise, aşağı yukarı aynı anda mevcudiyetimizin aynı dönemin­ de yerkürenin farklı bölgelerinde geliştirilmiş olma ihtimali vardır. BİLİM BİZE MIZRAK FIRLATICI VE BALTA HAKKINDA NE BİLGİ VERİYOR? ttk bakışta mızrak fırlaho pek büyük bir teknolojik ilerlemey­ miş gibi görünmez. Oysa bu fazla dikkat çekmeyen ve günü­ müzde büyük ölçüde unutulmuş olan bu nesne insanlara çevreleri üzerinde daha büyük bir güç verdi. Narin görü­ nümlü mızrak fırlatıcı aslında bir silah değildir. En basit for­ munda sadece çentikli bir çubuk veya üstüne asıl silahın -ucunda taş olan bir mızrak ya da kargının- yerleştirildiği bir 15
Baş Belızsı laıtlıır kemik parçası veya oyulmuş geyik boynuzudur. Mızrak fır­ latıcı kol omuz hizasının üstünde arkadan öne doğru bir yay çizip kuvvetle hareket ettirilerek savrulduğunda kargıya he­ define giden yolda muazzam bir momentum verilir. Mızrak fırlatıcılar, çeşitli formlarda, büyük olasılıkla ok ve yaylardan daha uzun süredir kullanılmaktadır. İncelikle oyulmuş, rengeyiği boynuzundan yapılma, hayvan şeklinde mızrak fırlatıcılar Fransa'da yapılan kazılarda ortaya çıkarıl­ mış ve arkeologlar tarafından yaklaşık 17.000 yıllık olarak ta­ rihlendirilmişlerdir. Mızrak fırlatıcılar Amerika'da, GÔ 14.000 dolaylarındaki Clovis kültürüyle ilişkilendirilirler. Dikkatinizi çekerim, "günümüzden önce" anlamına gelen GÔ kısaltmasını kullanıyorum. "Günümüzden önce" sözün­ deki günümüz benim yazdığım yıl olan 2009'a değil, 1950'ye tekabül eder. Bunun bir nedeni var. Bu gezegendeki bütün canlılar sürekli karbon alır ve bu süreç ancak ölüm halinde son bulur. Dolayısıyla bir zaman­ lar canlı doku olan herhangi bir madde, örneğin bir kemik parçası veya bu durumda bir geyik boynuzu, çevreden edi­ nilmiş karbon içerir. Öyle ki karbonun çeşitli formları yani "izotopları" vardır. En yaygın iki izotop karbon-12 ve kar­ bon-14'tür. Karbon-14 radyoaktiftir ve bu radyoaktivite za­ manla tahmin edilebilir bir oranda kaybolur. Yarı ömrü (maddenin herhangi bir miktarındaki atomların yarısının parçalanarak başka bir elemente dönüşmesi için gereken sü­ re) yaklaşık 5.700 yıldır. Karbon-12 radyoaktif değildir: Kar­ bon olarak kalır. Bu sayede kimyagerler biyolojik bir nesne içindeki karbon-14 ve karbon-12 oranını ölçerek yaşını hassa­ siyetle tahmin edebilirler.2 Öyleyse neden 1950? 1950, insanların o zamana dek icat edilmiş en güçlü silahı imal etmek adına yaptığı çok sayıda teşebbüsle, küresel çevreyi önemli ölçüde kirletmeye başladı16
Giriş: z.ekmuza Fazla mı Güveniyoruz? ğı yıldı. Dünyanın izole bölgelerinde test amacıyla patlatılan atom ve hidrojen bombalan küresel düzeyde radyoaktif izo­ topların oranını değiştirdi, buna karbon izotopları da dahil­ dir. Dolayısıyla karbon-12 ve karbon-14'ün hangi oranlarda var olduklanru artık güvenle söyleyemeyiz. Onlarca yıl bo­ yunca nükleer silah tehdidiyle ve sorumsuz bir yönetimin (veya gerçekte başka kuvvetlerin) bu tarz silahlan pervasızca kullanabileceği riskiyle yaşadık. Kuzey Kore' den gelen son haberlerin insanoğlunun halen bu korkunç silahlan patlattı­ ğını doğrulaması dikkat çekicidir. Bu patlamaların etkileri devam ettiği ve daha uzun süre boyunca da devam edeceği için, biyolojik tarihlemelerde "günümüzü" 1950 olarak ta­ nımlıyoruz. İnsanlar çiftçilikte uzmanlaşmadan epey önce, ilk avcı­ toplayıcılar mızrak fırlabcı teknolojisinde bir dizi düzeltme yaptı. önemli teknik ilerlemelerden biri, benim fikrimce, ta­ mamen mantık dışıydı. Kargının yapıldığı çubuk sert değil de esnek olursa daha ölümcül olduğu görülebilir. Kargıların uzunluğu 2 m veya üstünde olduğu için, büküldüklerinde hatırı sayılır ölçüde kinetik enerji biriktirir ve o enerjiyle mız­ rak fırlatıcıdaki çentikten ayrılırlar. İlk başta havada uçarken önemli ölçüde bükülen bir okun düzgün olmayacağı ve hede­ fini ıskalayabileceği düşünülebilir. Ne var ki bu tip esnek çu­ buklarda depolanan enerji açığa çıkbkça, hızlan da artar ve o hızla kurbanlarına vururlar. Atan kişinin kolundan 40 metre uzaktakileri öldürme gücü sayesinde hedefe isabet hayret ve­ rici olabilir. Bir çocuk bile mızrak fırlatıcıyla bir kargıyı hatı­ rı sayılır mesafeden şaşırtıcı hassasiyette atabilir. Böylece za­ manla ilk insanlar esnek bir mızrak fırlatıcırun, esnek bir kar­ gı gibi, fırlatmaya ilave güç verdiğini de öğrendiler. Fiziğin sezgiye dayalı idraki başka bir teknolojik ilerleme­ ye iınUn verdi: mızrak fırlatıcının ortasına tutturulan ağırlık. 17
Baş Belası icatlar Böyle bir ağırlık, fırlatıanın dikkatle dengelenmesi şartıyla, atan kişinin itme kuvvetine bir hayli katkıda bulunur. Doğru dengelenmiş ve ağırlıklandınlmış, doğru uzunluktaki bir mızrak fırlatıayla, ortalama bir erkeğin sağlam ve dayanıklı bir kargıyı 120 metreden uzağa atması mümkündür. Ağırlı­ ğın konumu ve büyüklüğü önemlidir ve hiç şüphe yok ki ata­ larımız bunu tecrübe etmişlerdir. Zira bilim yeni bir beceri değildir, herhalde atalarımız da bu fiziksel sistemi en uygun hale getirmek için deneme yanılma yöntemini pek çok kez uygulamışlardır. Ağırlığın başka avantajları da olması ente­ resandır. Mızrak fırlatıanın savrulması sonucu oluşan titre­ şimden dolayı azımsanmayacak bir ses ortaya çıkar, sapın yaklaşık ortasına yerleştirilmiş bir ağırlık bu etkiyi azaltır ve avarun dikkat çekmemesini sağlar. Peki bu ağırlıklar hangi malzemeden yapılıyordu dersiniz? Evet, tabii ki taştan. Fark­ lı boyutlarda taşlar her daim bol miktarda mevcut olmuştur. Peki, biz ilk insanların bir cismi kuvvetle atmak için yay gi­ bi bir mekanizma veya mızrak fırlatıa gibi bir alet kullandığı­ nı nereden biliyoruz? Birçok Palaeolitik döneme ait mağara resmi tekrar tekrar ince, esnek çubukların saplandığı insanla­ rı gösteriyor. insan Beyni3 adlı kitabımda sözünü ettiğim Fran­ sız mağara uzmanı Jean Clotte, Cosquer Mağarası'nda4 bulu­ nan bazı çizimleri betimler. Bu mağarada, Pireneler'deki diğer mağaralardaki gibi, insan figürlerine kendilerinden çok daha uzun, çok ince, eğri çubuklar saplanmıştır. Bu tarz uzun çu­ buklar ok olarak kullanıma pek uygun değildir, aynca incelik ve kavisleri de elle atılmalarına pek olanak vermez. Bu çubuk­ lan fırlatmanın en olası yolu bir mızrak fırlatıa kullanmaktır. Pisa Üniversitesi'nden Dr. L. Bachechi bu tarz silahların ilk olarak ne zaman kullanıldığını tahmin etmenin çok zor ol­ duğuna dikkat çekiyor, ancak yine de bazı ipuçları olduğunu öne sürüyor.5 Dr. L. Bachechi 1942'de İkinci Dünya Savaşı sı18
Giriş: z.ek!mıza Fazla mı Güveniyoruz? rasında, İtalya' daki Messina şehrindeki bir mağaradan çıka­ rılan, yetişkin genç bir kadına ait kemikleri meslektaşlarıyla birlikte incelerken ilginç bir şey buldu. Kadının boyu yakla­ şık 1,6 metreydi ve uzmanlar iskeletin yaşını aşağı yukarı Gô 13.760 olarak belirlediler. Bu kemiklerin en ilginç özelliği kal­ ça kemiğinin derinlerine gömülmüş olan şeydi. Leğen kemi­ ğine saplanmış, yaklaşık 5 cm uzunluğunda, çok ince, keskin bir taş parçası vardı. Bu taş kadının kalçasına arkadan girmiş olmalıydı. Vurulduğunda kadın muhtemelen kaçıyordu. Çakmaktaşının etrafındaki kalça kemiği kalınlaşmış ve sinüs­ ler oluşmuştu, yani kadının yaralanmadan dolayı değil de parçanın kronik bir apseye yol açması sonucu ölmüş olduğu açıktır. Bu kemik iltihabına osteomyelit neden olmuştu. Bu hastalıkta irinin neredeyse kesin olarak birkaç ay boyunca, hatta büyük olasılıkla daha uzun süre aktığı aa veren bir ya­ ra söz konusudur. Kuşkusuz elle atılan bir mızrağın kalçanın bu kısmındaki sert kemiğe girip de kırılması mümkün değil­ dir. Bu derece narin ve keskin bir çakmaktaşı dilimi, kalça etinde böyle derin bir oyuk açıp sert leğen kemiğine girmek için epeyce hızlı olmalıdır. Böyle bir ivme ancak yay ya da büyük bir ihtimalle bir çeşit mızrak atıayla nesnenin atılma anında kazandırılabilir. Osteoloji -kemik bilimi- sayesinde birçok şey öğrenmek mümkündür ve ilk insanların iskeletleri çok şeyi gözler önü­ ne seriyor. El mızraklarının sürekli kullanılması, ava-toplayı­ cıların üst kollarında, genelde sağ kolda belirgin kas gelişimi­ ne yol açmıştır. Kol ve bileklerimizdeki bütün kaslarımız bir noktada kemiklere bağlandığından, bu aşın büyümenin de­ recesini omuz, üst kol ve ön koldaki kemikleri inceleyerek görebiliriz. Canlı kemik dinamiktir ve üzerindeki baskılara, kalınlaşarak ve güçlenerek tepki verir. Bu nedenle güçlü kas­ ların sürekli olarak çekildiği bölgelerde, kasın bağlandığı yer19
Baş Belası icatlar de bir çıkınh gelişir; ölümden ve kas çürümesinden sonra uzun müddet dayanır. Kemik bilimcisi bu tip gözlemler sayesinde, bir iskelet ko­ lunun ne tür bir silahı kullanmış olabileceğini tahmin edebi­ lir. Santa Barbara'daki California Üniversitesi'nden Dr. Thor Gjerdrum sağ ön kolun dirsek kemiğinin (büyük kemik) ka­ lınlaşmasını inceledi.6 Burası fırlatma için gereken bükme ha­ reketini veren supinatör kasın bağlandığı yerdir. Dr. Thor Gjerdrum birçok erken dönem avcı-toplayıcının bu bölgesin­ de kayda değer bir büyüme olduğunu bildiriyor; sağ ve sol önkol arasında belirgin bir asimetri söz konusu, öyle ki bu günümüzde sadece profesyonel beysbol oyuncularında görü­ lüyor. Mızrak fırlahcıyı en etkin biçimde kullanmak için ge­ reken önkolun aşın bükülmesinin, bir beysbol topunu atmak için gereken hareketle kıyaslanabilir olması enteresandır. Da­ ha sonralan silah olarak ok ve yayı tercih eden, mızrak atma­ yan veya mızrak aha kullanmayan insanlarda, dirsek kemi­ ğindeki bu belirgin kalınlaşma görülmez. Kemik bilimciler aynca kemikleri okuyarak, mızrağın hangi pozisyonda tutulduğuna dair tahminde bulunabilirler. Omuz hizasından yüksekte bir pozisyon avlanma veya hay­ van öldürme için en uygun pozisyon olabilir; ancak omuz hi­ zasının altında, yukarı doğru hedeflenmiş bir pozisyon bir in­ sanla karşı karşıya kalındığında daha etkili olur, ki, görünü­ şe göre ilk insanlar bu pozisyonu kullanmışhr. Mızrak tekno­ lojisinin günümüze kadar sürmüş olması dikkate değerdir. Birinci Dünya Savaşı'nda Somme'de sının aşan İngiliz asker­ leri Alman saflarına doğru, tüfeklerinin dipçiği bel hizasında ve süngüsü hafifçe yukan ve ileri doğru çevrilmiş vaziyette, durmadan yürümüşlerdir. Bu pozisyonun çeşitli avantajları vardır. Hasmın kalıcı olarak hareketsiz kalmasını sağlamak için silahın arka arkaya birkaç kez saplanmasına olanak verir; dahası silahın fiziksel olarak çekilmesini kolaylaşhnr, kısmen 20
Giriş: Zekamıza Fazla mı Güveniyoruz? saldırgan doğal olarak güçlü sırt kaslarını ve pazılarını azami güçle kullanabildiği, kısmen de karın kaslarını büzüp gövde­ sini döndürebildiği için, bir sonraki hamlesine hazırlanmak amacıyla geri yaslanabilir. Omuz hizasının albndaki pozis­ yon savunma için de daha yararlıdır. Mızrağın omuzdan yüksekte tutulması saldırganın göğsünü ve kamını açıkta bı­ rakır ve vuruşu savuşturulursa iyice savunmasız kılar. Gü­ nümüzde bile piyadelere halen süngülerini sabitlemeleri öğ­ retilir ve düşmanlarıyla karşılaşhklarında süngülerini arka arkaya birkaç kez yukarı doğru hareket ettirerek düşmanları­ nın vücuduna saplamaları hususunda eğitilirler. Paleolitik insanlar farklı mıydı peki? Korumasız organlarını bilerek açıkta bırakmaları pek olası görünmüyor. BİLİMSEL TOPLUMA DOCRU Bu kitapta çeşitli konular işleniyor. Bunlardan bir tanesi ke­ şiflerimizin birçoğunda gizil kalan ve teknolojimiz güçlenip yaygınlaştıkça artan tehdit meselesidir. El baltasından buya­ na, insan, bir açıdan, olumsuz bir yönde ilerlemiştir. El balta­ sı savaş baltasının ve mızrak fırlatıa da, Davut'un çocukken Filistin devi Goliath'ı öldürdüğü sapanın öncüsü olmuştur. Çoğu toplumda taşın yerini uzun yıllar önce demir almış ol­ masına rağmen, kadim ok, Ill. Edward ve küçücük okçu kuv­ vetinin, Fransa'nın güçlü kuvvetli, zırhlı süvari ve piyadele­ rini mahvettiği Crecy Muharebesi'ne yol açmıştır. Esas itiba­ riyle sahip olduğumuz bütün belli başlı fikirler; tarım, şehir­ de yaşamak, yazmak, iletişim, ateşin kullanılması, nakliye, si­ lah, hatta tıp bile, bir seviyede insanı en azından daha savun­ masız bırakmıştır. Taş el baltasında olduğu gibi, bizim zor ve tehlikeli çevrelerde yaşamamızı mümkün kılan neredeyse tüm teknolojik ilerlemelerin aynı zamanda tehdit edici veya negatif yönleri de vardır ve icat edildikleri sırada tam anla21
Baş Belası icatlar mıyla fark edilememişlerdir. Yani, ileride göreceğimiz gibi, tarım insanoğlunun daha önce görmediği hastalıklarla bo­ ğuşmasına, aynca genetik çeşitliliğin yok olmasına ve çev­ reye yönelik tehlikelere sebep olmuştur. Şehirlerde oturmak insanların enfeksiyona karşı savunmasızlığını büyük çapta artırmıştır: İnsanlar şehirlerde ilk yaşamaya başladıklarında daha kısa ömürlü ve ava-toplayıa oldukları zamana göre ne­ redeyse kesin olarak daha az sağlıklıydılar. İnsanlara bahşe­ dilen en büyük armağanlardan biri olan yazı, düşünce biçi­ mimizi bozan, politik istikrarsızlığı besleyen ve mahremiye­ timizi tehdit eden bazı mesajları yaymıştır. Gezegendeki mevcudiyetimizin ne kadar rizikolu olduğunu hatırlamak için silah teknolojisindeki ilerlemenin oluşturduğu tehditten söz etmeye gerek yok, çünkü nakliye gibi barışçıl teknolojiler de çevremize aynı şekilde ve belki de geri dönülmez biçimde zarar veriyor. Nanoteknolojideki ve sentetik biyolojideki bi­ limsel ilerlemeler, bizim çok az savunmamızın olduğu veya hiç olmadığı enfeksiyonlu organizmaların veya zehirli mad­ delerin kontrolsüzce ortaya çıkma riskini oluşturabilir. Robot biliminin gelişmesi insani ilişkilerimizi bozma riskini taşıyor ve genetik bilimindeki ilerlemeler de insan olmanın esasını yeniden tanımlamamızı gerektirecek kadar insan genomun­ da manipülasyonlara yol açabilir. Başka bir mesele de bilimin tanzimi, bu işi ve ürettiği bilgi­ yi kimin kontrol ettiğidir. İkinci bölümde büyük Rus bitki ge­ netikçisi Nikolai Vavilov'un kariyerini ve akıbetini biraz de­ taylı olarak ele alıyorum. Onun öyküsü bu kitapta sözü geçen birkaç temanın somut örneğidir: Bilhassa, lursın yiyip bitirdi­ ği ve bizzat çok rekabetçi bir ortamda çalışan bilimcilerce bi­ limsel bilginin nasıl kötüye kullanılabileceğini; hükümetlerin bilimi, vatandaşlannın yararına değil de kendi amaçlan için nasıl kullanabileceğini gösterir. Vavilov şüphesiz modem za22
Giriş: ZelWruza Fazla mı Güveniyoruz? manlann en kötü totaliter rejimlerinden birinin hakim olduğu bir ülkede yaşamıştı. Ancak maalesef, ileride de göreceğimiz gibi, demokratik seçimle işbaşına gelen hükümetlere dahi, bi­ limi akıllıca kullanmaları, hatta vatandaşlarının durumunu iyileştirmeleri hususunda her zaman itimat edilemez. Bu kitapta tekrarlanan umut verici temalardan biri, icat ve keşiflerin çok büyük çoğunluğunun ilk yapıldıkları sırada ta­ savvur edilemeyen her türden yararlı uygulamalarının olma­ sıdır. Bazen taş aletlerin Taş Devri teknolojisinden sonra bıra­ kıldıklarını düşünürüz. Ne var ki kadim Mısırlılar mükem­ mel bıçaklar yapabilmek için bu teknolojiyi geliştirmişti. Si­ leksten -çok sert bir kristal silikat- yapılma güzel usturalar Gize'de bulunmuştur; bunlar Eski Mısır Krallığı'na (MÔ 2575-2134) aittirler. İlk insanların bir el baltası yaphklarında, keskin kenarının, tarih öncesi kemik mızrak fırlatıcılarda gö­ rülen deseni oymak için kullanılabileceğini akıl etmediğini farz edebiliriz. Aynca şunu idrak etmek de önemlidir: Birçok teknolojik ilerleme dünyada birbiriyle bağlantısız yerlerde, birbirinden bağımsız olarak ve aşağı yukarı aynı anda gerçekleşmiştir. Bu kuşkusuz el baltası teknolojisinde doğru gibidir; farklı yerler­ deki arkeolojik bulgular, insan beyninin geliştikçe, ilk insan­ ların taş aletlerin imalini ve planlamasını birbirinden bağım­ sız olarak yaptığını gösteriyor. Tasanın şüphesiz dünyanın farklı bölgelerinde farklılık gösterebilir, fakat teknoloji özün­ de aynıdır. Ve bu d urum hiç kuşkusuz modern teknolojinin çoğunluğu için de geçerlidir. Bilimciler de insandır ve dünya­ yı değiştiren devrim niteliğinde bir fikir bulduklarında, ken­ dilerini (ara sıra da birbirlerini) kutlamayı severler. Ancak ço­ ğu zaman, özel bir dalda veya alanda bilgi ortaya çıkar çık­ maz, farklı yerlerdeki bilimciler bir sonraki sıçramayı yapabi­ lecek durumda olurlar. Bu benim çalışma alanım olan labora23
Baş Belası icatlar tuvar ortamında döllenmede (tüp bebek) kesinlikle doğru­ dur. Her ne kadar biz İngilizler ilk "tüp bebeği" yapmakla övünsek de, ilk doğum pekala Melboume, Montreal ve hatta Baltimore'da da olabilirdi. Belki de Manchester'da olmasının ana nedeni, Robert Edwards'ın, sonunda Louise Brown'ın doğmasını sağlayan embriyo transferini şans eseri doğru za­ manda yapmış olmasıdır. Dünyamız karmaşıklaşhkça, toplumların karşı karşıya ka­ labileceği, bizim yarahcılığımızdan kaynaklanan tehlikeler hakkında daha fazla endişeleniyoruz. Homo sapiens gezegeni­ miz üzerinde yaklaşık en fazla 100.000 yıldır varlığını sürdür­ mektedir ve bu zaman zarfında beynimizin kapasitesini belir­ lemeye yarayan genler çok değişmedi. Oysaki son 400 yılda, o sürenin çok minik bir parçasında, insan aklı olağanüstü ge­ nişlemiştir. William Shakespeare'in sone derlemesi 1609 yılında ya­ yımlandığından bu yana tam 400 yıl geçti. O zamandan bu yana teleskopu, mikroskobu, buhar makinesini, aşıyı, telefo­ nu, hava araçlarını, televizyon ve bilgisayarı icat ettik. Daha­ sı insanlar hidrojen bombasını yaph ve aya ayak bash. Günü­ müzde sentetik biyoloji tekniklerini kullanarak, yeni yaşam formları yaratmaya çalışıyoruz; büyük vaatler barındıran ama aynı zamanda bu gezegen üzerindeki yaşam için çok tehlikeli olabilecek bir teknoloji. Hiç kuşku yok ki William Shakespeare 400 yıl önce Londra Köprüsü'nün korkuluğuna dayandığında, şehrin sonraki yirmi otuz yılda aşağı yukarı aynı görüneceğini makul bir kesinlikte tahmin edebilirdi. Ar­ hk günümüzde beş yıllık bir zaman diliminde dahi, toplumu­ muzun teknolojik gücünün nasıl olacağını öngörmeye kalkan kişi aptal bir "uzman"dan başka bir şey değildir, çünkü bil­ diklerimiz katlanarak arhyor. 24
Giriş: Zek!mıza Fazla mı Güveniyoruz? Bilgi birikimimizdeki muazzam artış cidden büyüleyici­ dir, fakat aynı zamanda birçok insana oldukça korkutucu gel­ mesi de anlaşılabilir bir şeydir. insanlar belirsizlik içinde ya­ şamayı zor buluyorlar ve özellikle daha gelişmiş toplumlar­ da, bilimsel bilgiyle uğraşmanın ve bunun pratik uygulama­ larının çok tehlikeli olabileceğine dair gitgide artan bir algı var. Aşağı yukarı son on yılda İngiltere'de halkın genetik mü­ hendisliğine dair şüpheleri olduğunu gördük ki bu durum sı­ radan insanların genetiği değiştirilmiş ürünlere karşı yaptığı ateşli protestolarda ifade bulmuştur. Nükleer güç kullanımı hakkında toplumda gittikçe artan bir kaygı olduğunu görü­ yoruz ve hükümet de nükleer endüstrimizi daha çok gelişti­ rip geliştirmeme ve halihazırda biriktirdiğimiz nükleer atıkla­ rı ne yapacağımız hususunda kararsızdır. insan klonlama ko­ nusunda önemli ölçüde basın histerisi yaşadık, birçok anne baba kızamık, kabakulak, kızamıkçık aşısı yaptırmayı reddet­ ti, deli dana ve şap hastalıklarının yanlış idare edilmesi insan­ ların yedikleri yiyeceklerden şüphelenmelerine yol açtı. Hay­ vanlar üzerinde deney yapılmasına saldıranlar, biyolojinin, vatandaşlarımızın, evcil amaçlarla tuttuğumuz hayvanlar da dahil, sağlık ve refahını sağlamak amaayla kullanımının de­ ğerini çok az hesaba kattılar veya hiç hesaba katmadılar. Royal Society' nin son başkanı Lord Rees' in mahşerle kar­ şı karşıya olduğumuz görüşüne pek katılmıyorum.7 Kuşku­ suz teknolojimizi kontrol edebileceğimiz yeterli mekanizma­ ya ve kaynaklarımızı başarıyla kullanabileceğimiz yeterli be­ ceriye sahibiz. Seçkin Cambridge mühendisi Alec Broers'in son Reith Dersleri'nde dediği gibi. Teknoloji de bu sorunlara çözüm sağlayabilir fakat an­ cak insanlar uygulamayı seçerse ... Teknoloji sorunları­ mızı- çözebilir ama ancak halk yakından ilgilenirse... 25
Baş Belası icatlar Artık gezegenimizi kaha olarak tehlikeye atma riski al­ bndayız. Bu yüzyıl için amacımız çevremizi korumada benzer gelişme kaydetmek olmalıdır. Ancak başarılı ol­ duğumuz takdirde teknoloji hakikaten zafer elde ede­ cektir.8 Ben teknolojik gelişmeye karşı değilim ve insanlığın gele­ ceği hakkında da kesinlikle kötümser değilim. Her şeyden önce, insanlığın geçmişindeki herhangi bir zamana göre daha uzun, doyumlu ve muhtemelen çok daha mutlu hayatlar ya­ şıyoruz ve teknolojiden yararlanmamız bu refah seviyeleri­ nin sağlanmasında anahtar faktör olagelmiştir. Yaratıalığı­ mız ve onun bize verdiği bilgiler fevkalade armağanlardır, fakat onları geliştirmemiz ve bilgelikle istifade etmemiz gere­ kiyor. Aynca geliştirdiğimiz ve kontrol ettiğimiz teknoloji­ nin, insanlanmız üzerinde muazzam bir etkisi olduğunu, topluma ve üzerinde yaşadığımız gezegene zarar vermeme­ sini sağlama sorumluluğumuz olduğunu da anlamamız gere­ kiyor. Bilimcilerin tüm bunlarda büyük bir rolü var ve bu ki­ tap mümkün olan en geniş kitleye ulaşma ümidiyle yazılmış olsa da, en azından kısmen meslektaşım bilimcilere bir çağrı­ dır. Teknolojinin yol açtığı sorun, ikilem ve tehlikeler, benim görüşümce, nihayetinde daima yalnızca başka teknolojik iler­ lemelerle çözüme kavuşmayacak. Bu bakımdan Lord Bro­ ers'in Reith Dersleri'nde ima ettiklerine hem katılıyor hem katılmıyorum. Bilimcilerin, "Teknoloji Sorunlarımızı çözebi­ lir ama ancak halk yakından ilgilenirse" demesi yeterli değil­ dir. Bilimcilerin de eşit derecede yakından ilgilenmesi gereki­ yor ve bu kitabın son bölümünde sıradan insanların -halk.ın­ ve bilimcilerin birbirleriyle daha yakın ilişki kurabilecekleri yöntemler öneriyorum. Bilimciler için bir manifesto, bilimci 26
Giriş: Zek!mıza Fazla mı Güveniyoruz? olmayanlar için de bilim hakkında birkaç aforizma ekledim. İki tarafın da bu meseleleri daha iyi anlaması, zannımca, bili­ mimizi ve teknolojik maharetimizi daha akıllıca ve uzun dö­ nemdeki menfaatlerimize uygun olarak kullanmamızda yar­ dıma olabilir. Benim gibi bilimcilerin, bence, uğraşhğırnız bilimin bizim bilimimiz olmadığını algılamamız, anlamamız gerekiyor. Ye­ ni bilgilerimiz toplum adına ediniliyor ve masrafları çoğun­ lukla halkın çeşitli kesimleri tarafından karşılanıyor. Bu bilim bizim olduğu kadar onların da bilimi. Bu bilimin uygulama­ sının yararlan olabilir, fakat tesis ettiklerimiz zararlı oldu­ ğunda, bilimci olmayan insanlar sonuçlarına katlanmak zo­ runda kalacaklar. Tabii ki Alec Broers'in bahsetmiş olduğu gibi halkın kahlımıru kolaylaşbrmalıyız. Ancak halkla iletişi­ me geçmede daha etkili olmalıyız ki ne yaphğımızı daha iyi anlasınlar ve en önemlisi halk bilim hakkındaki korku ve çe­ kincelerini dile getirdiğinde halkı dinlemeyi öğrenmemiz ge­ rekiyor. Dahası salt dinlemek de yeterli değildir. Bilimcilerin çoğunluğu bilimsel araşbrmalarla ilgili kararlara, halkın da­ ha çok kahlması gerektiğini kabullenmeye henüz hazır değil­ ler. Fakat iyi yurttaşlar olmak istiyorsak, daha iyi dinleyerek ve yanıt vererek bilimimizi içinde yaşadığımız toplumla da­ ha bağlanhlı hale getirebileceğimizi kabul etmemiz gereki­ yor. Hatta halkla diyaloga girmemizin, işimizin kalitesini ar­ tırabileceğini de keşfedebiliriz. Her vatandaşın bilimsel başarıyı anlamada ve hayırlı amaçlar için kullanılmasını sağlamada bir rolü olduğunu id­ dia ediyorum. Doğrusu sorumlu vatandaşlık, bilimci olma­ yan insanların bilim ve teknoloji hakkında daha çok bilgi sa­ hibi olma ve anlama yükümlülüğünü beraberinde getirir. Bu anlayış, zannımca, sürekli refahımızı temin etmede modern insanlığın en güçlü silahlarından biridir. Dolayısıyla bu kitap 27
Baş Belası icatlar teknolojimizin sırf negatif yönleriyle ilgili değildir, aynı za­ manda sıra dışı yarahalığımızın da bir kutlamasıdır. Gelecek nesillerin sağlık ve refahını sağlamamız gerekiyorsa, bu yara­ halık kısmen fikirlerimizi tanıtmak, korumak ve kullanmak konusunda akıllıca seçimler yapmaya odaklanmalıdır. 28
Birinci Bölüm YARATICILICIMIZIN EN GÖRKEMLİ CENNETİ Kendilerine Düz Kemikliler diyen yaklaşık 200 kişilik bir grup, Brezilya'nın kuzeybahsındaki yağmur ormanlarının derinlerinde yaşıyor. Kısa boylu, koyu rerık tenli, ok ve yay­ larla avlanan bir halk. Kulübeleri sopaların tepesine palmiye yapraklarının örtülmesinden ibaret; hiç mobilya veya deko­ rasyonları yok, ince dallardan yapılma bir platformu yatak olarak kullanıyorlar. Ortalama bir aile çok az eşyaya sahip: birkaç kap kacak, bir ok ve yay, bir pala ve palmiye yaprak­ larından yapılma birkaç torba. Takı olarak da, yabancılarla Brezilya cevizi değiş tokuş ederek aldıkları, metal meşrubat kapaklarından yapılma kolyeleri takıyorlar. Bölgedeki diğer grupların aksine, ne manyok ekip biçiyor ne de eti balığı tuz­ layıp tütsüleyerek muhafaza ediyorlar. Her gün etraflarında­ ki yağmur ormanından sadece ihtiyaç duydukları kadarını alıyorlar. En önemlisi, gelecek için hazırlanma fikri hiç akılla­ rına gelmiyor. Dünyanın Piraha olarak bildiği, bu gözlerden ırak insanlar insanlığa dair inandığımız hemen her şeyle çeli­ şiyor gibi görünüyor. BİZİM GİBİ İNSANLAR MI? Gezegenimiz üzerinde dolaşacak teknolojiyi icat ettiğimiz­ den bu yana, antropologlar, kaşifler ve misyonerler, kendi 29
Baş Belası icatlar yaşam tarzlarına kıyasla, yaşam tarzları basit görünen insan­ larla, yani taşıyabileceklerinden fazla eşyası olmayan veya iki üçten fazla sayamayan insanlarla karşılaşmışlardır. tık Avru­ palı kaşifler böyle insanların bayağı ve yabani, daha az zeki ve hatta kendilerinden daha az insan olduklarına hükmetti­ ler. Ancak kaşifler yerkürenin uzak köşelerinde daha çok yer­ liyle karşılaşhkça, bu insanların kültürlerini daha yakından incelediklerinde onların kültürlerinin de tam olarak bizimki kadar canlı ve karmaşık olduğunu gördüler. Dillerinde akıl­ lara durgunluk verecek tertipte çekim, belirteç, kip ve ton vardı. Bizim Avrupa'daki peri masalları, klasik kahramanlık öyküleri ve öğretilerimiz kadar şahane ve genelde onlarla or­ tak öğeleri olan mit ve efsanelere sahiplerdi. Yalnızca bu da değil, bizi utandıran bir beceriyle, yazılı metin yardımı olma­ dan çoğu kez bunları hafızadan aktarabiliyorlardı. Aynı şe­ kilde etkileyici olan bir diğer şeyse, yaşadıkları bölge ve belli kişilerin yöredeki yararlı ve zararlı bitki, kök ve meyveler hakkında sahip oldukları bilgileriydi. Sosyal sistemleri kar­ maşıkh, her bireyin davranış ve ilişkilerini düzenleyen hak ve kısıtlamaları vardı. Apaçık bizim eşitimizdiler. Pirahalar da bizim eşitimiz gibi görünüyorlar. İki bacakla­ rı üstünde yürüyor, alet kullanıyor, lisanla iletişim kuruyor ve gruplar halinde yaşıyorlar. Ve yine de, aynı zamanda, dünyayı görme, tanımlama ve kullanma tarzları bizim insan olmakla ilişkilendirdiğimiz her şeyden kökten farklı görünü­ yor. Baskça ve Japoncada olduğu gibi, lisanlarının başka dil­ lerle hiç ilgisi yok. Diğer dillerin aksine, sadece sekiz sessiz (yedisi kadınlar için) ve üç sesli harfleri var. Dilleri aynı za­ manda, yabanalara genellikle şarkı söyleme, mırıldanma ve ıslık çalma gibi gelen zengin bir ton, vurgu ve hece uzatıası kataloğuna sahip. 30
Yarabolığıınızın En Görkemli Cenneti Eskiden Manchester Üniversitesi'nde akademisyen olan Profesör Dan Everett yirmi beş yıldan uzun süredir Piraha­ larla yaşayan ve çalışan bir dilbilimcidir. Everett onların kül­ türlerinin olağan dışı başka yönleri de olduğunu keşfetti. Ha­ yattaki üyelerinin belleklerinin ötesine uzanan bir kolektif hafızaları ve bir yaratılış mitine benzer bir şeyleri yok. Kendi­ lerinden ve ormandan önce ne olduğuna dair sıkıştırıldıkla­ rında cevaplan hazır: "Hep böyle olmuş". Yaratılış mitinin olmaması, insan toplumunda olağan dışı olmakla birlikte eşsiz bir durum değil; hatta Amazon bölge­ sinde bile. Yine de renkler için sabit terimleri olmaması şaşır­ tıcı. Kırmızı bir kupa gösterildiğinde, Pirahalar "kana benzi­ yor" veya "boya elde ettiğimiz meyveye benziyor" gibi bir şey söylüyorlar. Dahası sayılan da yok, sadece ''bir" "iki" ve "çok" kelimeleri var. Dillerinde "bütün" "her bir'' "her'' "ço­ ğu" ve ''birkaç" kelimeleri de yok. Ki, bu kavramlar bazı dil­ bilim okullarına göre insan idrakinin ortak yapı taşlandır.1 En tuhafı da Everett'in Piraha dilinde yinelemeye dair bir şey olmadığını iddia etmesi. Yineleme insanların bir fikri başka bir fikre eklemesine ya­ rayan araçtır. Örneğin, "silindir şapkalı adam" ve "adam caddede yürüyor" cümleleri "silindir şapkalı adam caddede yürüyor" ifadesinde birleştirilebilir. Bu, ünlü MiT dilbilimci­ si Noam Chomsky'ye göre, insanların sonlu bir ses ve kural kaynağından sonsuz çeşitte anlam yaratmalarına olanak tanı­ yan bir vasıtadır. Lisanın evrensel bir yönü gibi görülür ve buna rağmen Dan Everett'e göre, Pirahalann dilinde bu özel­ lik yoktur. Şöyle bir mesaj iletmek istediklerinde; "Irmak ke­ narındaki köpeğin yılan tarafından ısırıldığını gördüm", ayn birimlere bölüp anlatıyorlardı, şöyle ki, "Köpeği gördüm. Köpek ırmak kenarındaydı. Köpek yılan tarafından ısırıldı." Everett' e göre, yineleme olmaması bu olağanüstü insanla­ rın değer ve inanç sistemleriyle uyumludur. Cümlelerini ba31
Baş Belası icatlar sit, tek anlamlı birimlere bölüyorlar, çünkü dünyalanru da böyle algılıyorlar. Bu insanlar için sadece o anki gözlemleri gerçektir. Bir kişi ırmaktaki bir dönemecin etrafından yürü­ yüp de gözden kaybolursa, Pirahalar kişinin "deneyimden çıktığı" anlamına gelen xibipfo sözünü kullanıyor. Titreyen bir mum alevi için de aynı ifadeyi kullanıyorlar; ışık onların görüşüne göre deneyime girer ve çıkar. Everett' e göre bu, Pirahalann neden kendi mitleri olmadı­ ğının ve Hıristiyanlığa geçmeye neden bu kadar direnç gös­ terdiklerinin (ki eski karısı Keren, Pirahalarla ilgili kendi dil­ bilim çalışmalarıyla İncil'i yayma çabalarını birleştirmişti) ne­ denlerinden biridir. Bu öykülerin 2.000 yıl önce ölmüş müba­ rek bir adamla ilgili olduğu söylendiğinde, Pirahalar öyküle­ rin sembolik içeriğine kayıtsız kaldılar. Bu durum, sadece o anla ilgili olmalanru, yiyecek stoku yapmamalarını ve çizim­ lerinin basitliğini de açıklar. New Yor/cer gazetesinden John Colapino deniz uçağıyla ziyarete geldikten birkaç saat sonra küçük bir çocuğun uçağın doğru şekilde yapılmış bir make­ tiyle oynadığını görünce şaşkına döndü. Bu durum Everett'in Pirahaların yalnızca kaba, iptidai çizimler yapabildiğine dair iddiasını çürütür gibiydi. Ne var ki Colapino birkaç saat son­ ra deniz uçağı modelinin, patikanın kenarına atılıp ezilmiş ol­ duğunu gördü. Everett bunu şöyle açıklıyordu: Ne zaman bir deniz uçağı gelse, benzer bir heyecan dalgasına yol açıyor, fa­ kat kısa dönemli hafızada kaybolup gidince bütün ilgileri de kayboluyordu. İnsanların Everett'in bulgularına tepkileri çoğunlukla iki grupta toplanıyordu (dilbilim camiasından gelen özellikle ateşli tepkiyi bir yana bırakıyoruz, nedenlerini sonra incele­ yeceğiz). Tepkilerden biri Everett'in Pirahalar tarafından kandınldığı yönündeydi; bu, "ilkel" kültürler hakkında ya­ zan birçok antropoloğun başına gelen bir olaydı. Ünlü bir ör32
Yaratıcılığımızın En Görkemli Cenneti nek tanınmış antropolojist Margaret Mead' di. Samoalılann son derece heyecan verici cinsel alışkanlıklarının ayrıntıları­ na, ki Mead buna dayanarak kariyerinde sıçrama yaptığı bir kitap yazmışb, rehberlik eden ergenler daha sonra hepsini uydurduklarını itiraf etmişlerdir. Ancak bu örnekte, Eve­ rett'in bulgularının zaman içindeki tutarlılığı ve diğer ziya­ retçilerle olan vakalar da göz önüne alındığında, kabilenin dalga geçmesi olası görünmüyor. İkinci tepki de Pirahaların bir şekilde tam olarak bizim gi­ bi olmadıkları yönünde. Çok izole oldukları ve küçük grup­ ları dışardan kişilerle evlenmeyi yasakladıkları için, akraba evliliği nedeniyle bir çeşit zeka geriliğinden muzdarip olduk­ larını farz etmek manbklı olabilirdi. Ancak bu durumun zi­ hinsel olduğu kadar fiziksel semptomları da olmalıydı, fakat Pirahalarda iki duruma dair de bir belirti bulunamadı. Buna karşın, kadınlarının yabancılarla yatmalarına izin vererek gen havuzlarını muntazaman taze tutuyorlar. Elbette, üçüncü bir seçenek de Pirahaların modem insan ve atalan arasında bir orta nokta veya kayıp bağlanb olduğu­ nu farz etmektir. Fakat bu düşünce zeki bir yirmi birinci yüz­ yıl insanının memnuniyetle kabul edeceği bir düşünce değil­ dir. Pirahaların, sırf bizim insanlığa dair şu anki kıstaslarımı­ zı karşılamadıkları için, bizim kadar insan olmadıkları veya bizim kadar yetenekli olmadıkları sonucuna varmak aptallı­ ğın sınırlarına dayanan bir kibirdir. Everett'in de işaret ettiği gibi, bir erkek Piraha yanına yiyecek, giyecek ve alet almadan cengelin derinlerine gidip, üç gün sonra kendi yaptığı sepetin içinde çeşitli meyvelerle geri dönebilir. Eğer Brezilyalı bir baltaadan veya Amerikalı bir antropologdan aynı şeyi yap­ ması istense, adamın ölüsü gelirdi. Pirahalar hepimiz kadar zeki ve yaratıadır. Yapraklardan sepet örüyor, ateş yakıyor, hayvanlar için tuzak kuruyorlar. Fakat bununla birlikte biz- 33
Baş Belası icatlar den kökten, canlı ve çarpıcı biçimde farklılar. Bu da dolayı­ sıyla bizim ilk başta "biz" derken neyi kastettiğimiz sorusu­ nu ortaya atıyor. Bu sorunun cevabını bulmak bu kitabın amaçlarından bi­ ri değil. Bu kitap, taş el baltasından hidrojen bombasına, in­ san yaratıcılığının bir tarihi ve araştırmasıdır. Bütün fikirleri­ mizi bağlayan ortak ipliğin izini sürmek amacındadır. O fi­ kirler ki insanlığa sınırsız yararlan dokunsa da ara sıra bizi yok etmekle tehdit eder. Fakat bu fikirlerden hiçbiri, eğer ya­ ratıcıları -daha iyi bir kelime bulamadım- özel olmamış olsa yani diğer türlerde olmayan haslet ve becerilere sahip olmasa güruşığına çıkamazdı. Bu nedenle insan yaratıcılığının tarihi, nelerin türümüzü icatlarda bulunabilen böyle mükemmel bir donanıma sahip kıldığını ve o uzmanlık donanımının neden ortaya çıktığını incelemeden başlayamaz. Ancak ileriki sayfalarda tekrar ele alacağımız Pirahalar, fazla genel varsa­ yımlara karşı bizi uyaracaklar. iKi BACACIN FAYDASI Bahçemde, solmuş ormangüllerini istemeye istemeye yolar­ ken kafamda bu kitap fikri vardı. İşime beceriksizce konsan­ tre olmaya çalışırken, bayağı hevesli bir bahçıvan olmama rağmen dört ayak üstünde yürüsem bu işin ne kadar kolay olacağını düşünmeden edemedim. Dolayısıyla bu gözlemim sonucunda, yaptığım işin ve yaparken hissettiğim rahatsızlı­ ğın birbiriyle yakından bağlantılı olduğunu fark ettim. Ben iki ayaklı bir hayvan olduğum için yaptığım iş ağrıya neden oluyordu ama aynı zamanda ilk başta bu işi yapma nedenim de buydu. İnsan olmak biraz bahçıvan olmaktır: Bir kişinin çevresini şekillendirilecek, değiştirilecek, güzelleştirilecek ve­ ya kullanıma sokulacak bir şey gibi görmesidir. İnsan yaratı­ cılığının tüm tarihi bu önermeye dayanır. Bu önerme de biz34
Yaratıalığımızın En Görkemli Cenneti zat iki ayak üstünde dik yürümemiz olgusuna dayanıyor ola­ bilir. Dik durmamız da etrafımızdaki d ünyaya dair bize fark­ lı bir perspektif verir. Bizim kendimizi çevremizden yukarı­ da, üstün ve ayn düşünmemize yol açar. Bu, çevremizi şekil­ lendirip değiştirebilmemiz için gerekli bir öncül. Aynı za­ manda ilerisini uzamsal ve geçici olarak görmemizi mümkün kılar. Hemen önümüzde belirmeden tehlikeyi, meyve ağaçla-:­ rını, hoş kadın ve erkekleri görmemizi sağlar ve bu beceri de bize strateji oluşturma, imgeleme, icat etme, yaratma, tasarım yapma ve hayal kurma becerisini verir. Dik durmak, somut anlamda, bizi şimdiki andan ayırır, soyutlamaya teşvik eder. Peki, bu değişiklik ne zaman ve neden gerçekleşti? ONA ile ilgili karmaşık araştırmalar ve DNA'ların mutas­ yona uğrama hızı, yaklaşık 6,6 milyon yıl önce, şempanzeler­ le paylaştığımız ortak atalarımızdaki genlerin aşağı yukarı yüzde 0,71'nin değiştiğini gösteriyor. Bu, aile ağaanda yeni bir dala ve en sonunda da insan olarak bildiğimiz türe olanak verir. Nasıl olduysa bu minicik değişiklik uzay mekiklerine, gökdelenlere, penisiline ve soykırım fırınlarına yol açtı. Ya da daha direkt ifade edecek olursak, beyin kapasitesinde arhşa, gırtlağın alçalmasına ve leğen kemiğinin yapısında değişik­ liklere sebep oldu. "Neden bu değişiklikler oldu?" diye sormak, akademik Pandora kutusunu yalnızca açmamız değil, aynı zamanda içinde dolanmamız anlamına da gelir. Ancak bu konuda ileri sürülen bazı fikirler var. Görünüşe göre yaklaşık 6,6 milyon yıl önce meydana gelen iklim değişiklikleri, bazı şempanzeleri ağaçların tepelerinden orman zeminine inmeye zorladı. Bu ye­ ni çevredeki faktörler belli adaptasyonları teşvik etmiş olabilir. Bu öncü şempanzeler toprağa indiklerinde, büyük, hızlı yırtı­ alar tarafından yenme riskleri de artmıştı. Giderek daha çok iki ayak üstünde yürümeleri, gözetleme yeri işlevi görecek 35
Baş Belası icatlar daha az ağaç kalmış olsa bile, tehlikeyi uzaktan görmelerini; daha fazla alana yayılmalarını; ellerinin silah taşıyacak şekilde serbest kalmasını ve muhtemelen bu yırtıcılan korkutup kaçı­ racak şekilde kendilerini büyük göstermelerini sağladı. İki ayak üstünde dik yürümek sıcak düz arazilere çıktığı­ mızda hareketlerimizi daha etkili hale getirmiş olabilir. Dört ayak üstündeki bir canlının vücudunun daha çok bölümü gü­ neşe maruz kalır ve dolayısıyla yola devam edebilmek için daha çok neme ihtiyaç duyar. İki ayak üstündeyken yalnızca başın tepesi ve omuzlan güneşe maruz kalır. Arizona Üni­ versitesi'nden David Raichlen ve meslektaşlarının yaptığı ya­ kın tarihli bir araştırmaya göre, iki ayak üstünde yürümek yaklaşık %75 daha az enerji gerektiriyor. Bu sonuca insan ve şempanzeleri koşu bandında koşturup harcadıkları oksijen miktarını ölçerek vardılar.2 Bu değişiklikler beynin belli bölgelerinde oluşan azımsan­ mayacak bir büyümeyle aynı zamana denk geldi ki bunu kar­ şılamak için fazladan kalori g�rekti. Beyin son derece "mas­ raflı" bir organdır; vücutta sadece %2'1ik yer kapladığı halde, kaynaklarının %20'sine kadar kullanır, hatta dinlenirken bile. Böylesine talepkıir bir motora meyve ve yapraklarla yakıt sağlamak zordur, bu nedenle beyin kapasitesindeki artışlar et yemeye başlamakla ve dolayısıyla avalıkla bağlantılıdır. Böylece öldürme ve yiyecek kaynaklarımızı hazırlamak için alet, uzun ve tehlikeli bir iş olan avalığı kolaylaştırmak için grup halinde yaşama ve bu grupların daha etkin olmasını sağlamak için de dil geliştirme gereksinimi ortaya çıktı. Bu en azından bir teori. İnsan gelişimine dair bu tarz "ar­ dışık" perspektif çok çekicidir, fakat maalesef pek olası değil­ dir. Arkeolojik kanıtlar (daima hararetle tartışılmasına rağ­ men, en azından arkeologlar tarafından) iki ayak üstünde yü­ rümenin aşağı yukan 6 milyon yıl önce ortaya çıktığını gös36
Yarabolığımızın En Görkemli Cenneti teriyor; buna karşın alet kullanımına dair en eski kanıt yakla­ şık 2 milyon yıl öncesinden kalmadır. Karıncadan kurda ka­ dar pek çok canlı büyük ve karmaşık topluluklar halinde ya­ şar, ama dil geliştirme ihtiyacı duymamışlardır. Öne sürülen bu fikirlere evrimsel biyoloji hakkında temel bir gerçeği de ilave etmeliyiz: Bir amacı yerine getirmek için ortaya çıkan fi­ ziksel değişiklikler daha sonra başka bir amaç için atanabilir. Büyük ihtimalle kalıcı iki ayak üstünde yürüme, birçok ne­ denden dolayı ortaya çıktı ve türümüze birkaç avantaj sağla­ dı. Fakat belki de en büyük lütuf, bu tarihe göre, iki ayak üs­ tünde yürümemiz sonucunda kafalarımızı kaldırıp, uzak ufuklara göz atabilmemiz ve ellerimiz ile başparmaklarımızı yaratmak ve kullanmak için özgür bırakmamızdı. HOMO MECANICUS 2004'te kısmen National Geographic dergisinin finanse ettiği bir araştırmaya katılanlar, harekete duyarlı kameralanrun çektiği kareler karşısında şaşkına döndü. Kongo'nun Noua­ bale-Ndoki Ulusal Parkı'ndaki şempanzeler sopalarla termit avlarken gözlenmişti. Bu yeni bir şey değil. 1960'da efsanevi primatolog Jane Goodall Tanzanya'da şempanzelerin termit avlamak için dalları dikkatle soyup hazırlamasını gözlemle­ mişti. Fakat Kongo' daki şempanzeler daha önce hiç görülme­ miş bir şey yapıyorlardı. Video çekimleri şempanzelerin yu­ vanın sert yüzeyini delmek için önce kısa çubuğu, sonra da sulu termitleri çıkarmak için daha uzun bir delgi aleti kullan­ dığını gösterdi. Şempanzeler avlama aletlerini önceden mo­ difiye ediyor, uçlarını boya fırçası gibi tarazlandırmak için dişleri arasından çekerek "batırma" başına ele geçirilen ter­ mit sayısını artırıyorlardı. Kolay gibi görünebilir ancak bu çalışmada belirtildiğine göre, termit avlamak yıllarca uygulama gerektiren karmaşık 37
Baş Belası icatlar bir beceriydi. Bu çekimler küçük şempanzelerin, büyükleri­ nin büyük, parlak siyah termitlerle dolup taşan uzun çubuk­ lanru çekerken izlediklerini gösteriyordu. Bu küçük oyunda araşhrmacılar bizzat insan etkileşiminin köklerini izliyor ola­ bilecekleri hissine kapıldılar. Onlar kesinlikle primatların alet kullanımı hakkında önce­ ki fikirlerimizi sorgulamamıza yol açan bir şey izliyorlardı. Dünyadaki canlıların çoğu bazı alet formlarını kullanır. Ör­ neğin kuşlar ince dal, ahlmış şişe kapağı ve gazetelerden yu­ va yapar. Dağ sıçanları kış barınaklarını fışkıyla hkar. Gelge­ lelim iki şeyin, insanların alet kullanmasını eşsiz kıldığı dü­ şünülür. Birincisi, yalnızca insanlar bir alet yapmak için baş­ ka bir alet kullanır. İkincisi, yalnızca insanlar belli bir amaç için belli türde alet kullanır. Şempanzelerin "alet çantası"na ilişkin bu görüntüler en azından iddialarımızdan birini bize sorgulahyor. Eğer tüylü kuzenlerimiz iki farklı iş için iki fark­ lı çubuk kullanıyorsa, o zaman insanların alet kullanımını ne­ lerin belirlediğine dair kuralları belli ki yeniden düzenleme­ miz gerekiyor. Ancak yine de bu basit, iki parçadan oluşan alet takımıyla atalarımızın geliştirdiği pek çok alet arasında büyük bir uçu­ rum var. Yeni bulgular tabloyu altüst edebilir, fakat GÔ yak­ laşık 2,5 milyon yıldan başlayıp Gô yaklaşık 40.000 yıla ka­ dar gelen, kabaca yontulmuş ilk çakıl taşlarını standartlaştı­ rılmış alet çantasına bağlayan kaba bir çizgi çekilebilir. Buna taşların yanı sıra hayvan kemikleri ve ağaç kesme ile dikiş dikme gibi muhtelif amaçlar için uyarlanmış olanlar dahildir. Çizgi yol boyunca aşamalarla belirlenmiştir. 1,7 milyon yıl önceki kaba el baltalan ve kesme yongaları yerini 300.000 yıl sonraki si.metrik ve şaşırtıcı derecede zarif el baltalarına bı­ rakb. Bunların yerine de daha sonra, şimdiki Paris'in merke­ zinden sadece 6 km mesafede, Peripherique' in hemen kuze­ yindeki Levallois-Perret'te, 250.000 yıl önce yaşayan ve farklı 38
. Yaratıalığımızın En Görkemli Cenneti nesneleri bir araya getirerek "birleşik aletleri" şekillendiren ilkçağ adamının 63 parçadan oluşan alet çantası geldi. 40.000 yıl önce anatomik olarak sizden ve benden farklı olmayan ka­ dın ve erkekler kıyafet dikiyor, süslenmek için boncuk, kolye gibi takılar ve sembolik amaçlar için heykelcikler yapıyor, ölülerini standart şekilde gömüyor ve uzaklara gidip mal de­ ğiş tokuş ediyordu. Üstelik insanın daha büyük yaratıalığa doğru yolculuğunun aşamalarının çoğu dik yürüyen ilk in­ sansının 500 mililitrelik beyninden modem insanın 1450 mi­ lilitrelik beynine kadar, beyin büyüklüğündeki sıçramalar ta­ rafından belirlenmiştir. Bu sıçramaların birinde, biz sadece alet imalatında değil, teknolojik gelişmenin yanı sıra sosyal gelişmenin de tamam­ layıası olan gelişim ve icatlarda bulunmamıza yardım eden küçücük, büyüleyici bir beyin fonksiyonu edindik. Ayna nö­ ronlar ön loblarda bulunan ve biz diğer insanları belli işleri yaparken izlediğimizde aktive olan bir beyin ağı kümesidir. Burada insanlar ve belli kelimelerinin alhıu çizelim. Görünüşe göre bu nöronlar yalnızca amaca yönelik faaliyet izlerken ateşleniyor; örneğin birisi kabuklu yemişin kabuğunu çıkarır­ ken veya muz soyarken. Biz amaçsız bir hareket veya taklit izlerken ve yine enteresandır ki bir robotu aynı işi yaparken izlerken olmuyor. Bu mekanizma bizim diğer insanlardan öğ­ renmemize yardıma olmak için özellikle evrilmiş gibi. Ayna nöronların alet imalatı ve kullanımında bize ne ka­ dar faydası dokunduğunu görebiliriz; izledik ve buna göre yaptık. Bu nöronlar aynca bozkıra inişimizden sonra, içinde yaşamaya başladığımız karmaşık toplum türünde, izlememiz gereken yol hakkırıda, grup üyelerinin davranışlarından an­ lık ipuçları almamıza yardım ederek hayati bir öğe haline geldiler. Fakat biz bu fevkalade "insan" becerisi karşısında çok heyecana kapılmadan önce, maymunların da ayna nö39
Baş Belası icatlar ronlan olduğunu unutmamalıyız. Maymunlar da birbirlerine aşağı yukarı aynı şekilde tepki verirler ve gene de tam olarak anlayamadığımız nedenlerden ötürü, maymunlar karmaşık alet takımları geliştirmemiştir. Gerçek mucitler yalnızca in­ sanlardır. Bu ilk icatların ilk insanların hayatını ne kadar kökten de­ ğiştirdiği kolayca görülebilir. Karnımızı meyve ve yapraklar­ la doyurmak yerine, avlanıp protein ve kalori yönünden zen­ gin etle beslenince, gitgide daha çok yakıt talep eden beyni­ mizin ihtiyacını karşılayabildik. Beyin büyüyünce de verim­ liliğimiz arttı; bu da yiyecek peşinde daha az koşmamız, teh­ likeli yırtıcılara daha az maruz kalmamız ve dolayısıyla ha­ yatta kalma şansımızın artması demekti. En eski insan icatla­ rına bir müzedeki vitrinden baktığımızda, hiçbir şekilde in­ sanda hayal gücünü harekete geçirmeyen şeyler gibi görü­ nürler. Sönük, donuk, kaba nesneler; yapılma amaçlarına an­ cak hayal meyal uyuyorlar. Bu icatların kavram, yaratım ve kullanımlarını kuşatan perspektifteki radikal değişimi yaba­ na atmak çok kolay. Alet yapmak epeyce beyin gücü gerektirir. Olağanüstü derecede motor kontrol ve karmaşık görsel araçlar yanında, imgeleme ve anın dışında düşünebilme becerisi de gerektirir. Kendinizi şöyle hayal edin: Yaban hayatında açlıktan ölmek üzeresiniz ve bir sığır ölüsünden, yaşamınızı kurtaracak et parçalan koparmaya çalışıyorsunuz. Bir çözüm bulabilmek için, o anki umutsuz durumunuzdan çıkıp, ete ulaşmanızı en iyi sağlayabilecek alet türünün fikrini soyut olarak oluştur­ manız gerekir. Sonra işinizi görecek en iyi hammaddeyi içe­ ren şeyleri ayırt edebilmek için, etrafınızı kuşatan kaya ve ağaçlara bakarsınız. Daha sonra planlı bir hareket sırası belir­ leyip yerine getirmeniz gerekir; doğru taşı almak, başka bir taşla vurmadan önce doğru açıyı vermek, kınlan parçalardan 40
Yarahcılığımızın En Görkemli Cenneti en uygununu almak ve biraz daha hazırlamak. Tüm bunların temelinde yatan fikir, çevreden ayrı bir varlık, farklı eylemle­ ri farklı sonuçlara yol açan bir birey, çevresini kendi amaa için kullanacak gücü olan birey olsa gerek. Temelde yatan bu ben hissi olmasa alet yapamaz, herhangi bir icatta buluna­ mazdık. Bu hissi, daha önce belirtmiş olduğum gibi, iki ayak üstünde durma becerimiz desteklemiş olabilir. Çoğu kez, sanayileşmiş, aşırı kalabalık ve gizemi kalma­ mış Batı' da yaşayan bizlerin, yerküremizle olan elzem bağ­ lanhnın bir kısmını yitirdiğimiz, mevsimlerin geçişine ve or­ tak çok noktamız olan diğer türlere yabanalaştığımız, ömrü­ m:tzü aşırı karmaşık, insan yapımı bir kozada geçirdiğimiz söylenir. Bu ayrılık hissi, iddiaya göre, gezegenimize karşı umursamaz olmamıza yol açmıştır. Bu inanışa göre, denizle­ ri kirletiyor, ormanları yok ediyor, kutuplardaki buzulları mahvediyoruz; çünkü gerçekte kendimizi dünyamıza ait ve­ ya karşılıklı bağımlı olduğumuz bir ilişki içinde görmüyoruz. Bu tarz savla� ortaya atan insanlar aynı zamanda sanayi­ leşmemiş toplumlardaki insanları aksi yönde görme eğili­ mindedirler; doğanın mabedine hizmet eden saygıdeğer ra­ hipler olarak. Kendilerine ağaç kabuğundan ve hayvan post­ larından giysi yapan bu insanlar, ağaçları ve ırmakları yol­ daşları olarak görürler. Bu düşünce okulu, Yeni Zelanda, Ma­ dagaskar ve Paskalya Adası gibi yerlerden elde edilen kanıt­ ları kibarca görmezden geliyor; geçmişte bu adaların sakinle­ ri, kuşları ve büyük memelileri nesli tükeninceye dek rahatça avlamış ve çevre felaketi noktasına varıncaya dek ormanları yok etmiştir. Aynca böyle bir bakış açısı, bence, insan olma­ nın kendini çevresinden ayn görmek ve çevresi üzerinde güç sahibi olmak demek olduğu gerçeğini de görmezden geliyor. Belki de bu, ilk defa başımızı kaldırıp da iki ayak üstünde durduğumuzda başladı. İlk defa taşlarımızı elimize alıp bir iş 41
Baş Belası lcatlar becermek için kullandığımızda da kesin olarak teyit edilmiş olmalı. Bu ilk yarahm edimleri içinde de yıkım potansiyeli vardı. Fakat belki de yaratma, dünyamızı değiştirme beceri­ mizin izleri biyolojimizin bazı daha temel yönlerine doğru sürülebilir. KUTSAL HOŞBEŞ Güney Pasifik' teki Vanuatu takımadalarından Tanna adasın­ da konuşma kutsal bir eylemdir. Melanezya adalarında de­ ğerli insan anlamına gelen "büyük adam" olarak nitelendiril­ mek için bir kişi, birçok şeyin yanında, iyi bir konuşmaa da olmalıdır. Konuşmak, birçok durumda, yapmakla eş anlamlı­ dır: hayati bir yol (veya su kaynağı) "Şef Falancanın konuştu­ ğu yol [veya çeşmedir]. Bir çocuk ilk kelimesini söyl diğinde, topluluğa resmi girişini kutlamak için törenler düzenlenir. Konuşamayanlar için zayıf, hasta veya bezgin anlamına ge­ len iapou kelimesi kullanılır. Bir Yahudi olarak, Tannalılann dile verdikleri sembolik değeri takdir edebiliyorum. Eski zamanlarda, bir Yahudi ço­ cuk İbraniceyi öğrendiğinde, öğretmeni ne kadar tatlı bir mi­ ras olduğunu vurgulamak için ilk harfin üzerine bir parça bal damlahrdı. Doğu Avrupa'daki Yahudilerin konuşma dili olan eski İbranice konuşanın kökenine bağlı olarak, daha çok Al­ manca, Rusça ve İbranicenin birleşiminden meydana gelmiş­ tir. Bu epeyce komik ama dokunaklı dilin takma adı genelde mama-loshendır, yani "ana dil"; bu durumda bu ibare güçlü bir sevgi, bizzat hayahn bağışlanması anlamında kullanılır. Pek çok kültürde konuşma edimine ifa gücü yüklenir. İngilte­ ' re deki evlenme törenlerinde, "Şimdi sizi kan koca ilan ediyo­ rum" ibaresi yasal yetki ifade eder; hpkı bazı Müslüman ülke­ lerde, üç defa Talak -"Boş ol"- demenin ifade ettiği gibi. 42
Yarabalığımızın En Görkemli Cenneti Dili gün boyunca her tür amaç için kullanan okuyuculara, bunların hiçbiri şaşıma gelmeyebilir. Dilin ilk olarak nasıl ortaya çıktığını göz önüne aldıklarında ise farklı düşünebilir­ ler. "Çocuklar Neden Aptal" gibi anlamsız bir ismi olan bir derste, akademisyen bir tanıdığım birinci sınıftaki üniversite öğrencilerine, toplumun ne kadarının iki temel fizyolojik de­ ğişikliğe bel bağladığını anlatırdi. Diğer memelilerle karşılaştırıldığında bizim büyüklüğü­ müzdeki canlılara kıyasla olağan dışı büyük bir beynimiz ve bu beynimizi içeren büyük bir kafamız var. Aynı zamanda, iki ayak üstünde yürümemiz oldukça dar bir leğen kemiği­ miz olması gerektiği anlamına gelir, ki kadınların leğen ke­ miği erkeklerinkine göre biraz daha büyük olmasına rağmen büyük kafalı bir çocuğu doğurmak aa verici ve tehlikelidir. Doğrusu genelde, çoğumuzun yaptığı en tehlikeli yolculu­ ğun, doğma sürecinde vajinada yaptığımız 10-12 cm'lik yol­ culuk olduğu öne sürülür. Dolayısıyla beynimizin büyüklü­ ğü hamilelik süresi üzerinde etkilidir. Vücudumuzun büyük­ lüğünü ve diğer memelilerin doğdukları sıradaki gelişim aşa­ masını göz önüne aldığımızda, ortalama insan hamileliği en az yirmi bir ay sürmelidir. Fakat o kadar sürmez. Bunun tek nedeni, bu kadar kötü koşullar albnda hiçbir kadının bir er­ keğin kendisine romantik niyetlerle yaklaşmasına izin ver­ meyecek olması değil, aynı zamanda bir yaşındaki bir çocu­ ğun büyüklüğündeki bir bebeği doğurmanın annenin iç or­ ganlarına ölümcül zarar verme riski de taşımasıdır. Bu nedenle memeliler arasında sadece insanlar, yavruları tam olarak başının çaresine bakamayacakları bir gelişim ev­ resindeyken doğum yaparlar. Bizler doğduğumuzda diğer memelilerin yavrularından çok daha az olgunuzdur ve bu­ nun içinde yaşadığımız toplumu etkileyen sonuçlan vardır. Bebeklerin anne babaların yardımı olmadan uzun bir süre 43
Baş Belası icatlar hayatta kalamaması kadın ve erkek arasında uzun süren bağ­ lar oluşmasını sağlar. Dolayısıyla bu kalıcı bağların oluşumu insanlara özgü davranışların yine eşsiz olan başka bir yönüy­ le, kadınların yumurtlama döngüsünün gizli olmasıyla besle­ nir. Diğer memelilerin aksine, bir kadının en doğurgan oldu­ ğu zaman organların kokması veya şişmesiyle teşhir edilmez. Doğrusunu isterseniz, çoğu kadın ne zaman yumurtladığın­ dan pek emin değildir. İnsanların kısırlık konusunda kötü bir üne sahip olmasının nedenlerinden biri de budur. Fakat gizli veya "esrarlı" yumurtlamanın ince bir maksadı olabilir: Bu durum grup işbirliğine katkıda bulunur çünkü erkekler ara­ sında bir saldırganlık ve rekabet nedeni haline gelemez (yine de kadınlar kendileri bu işi becerebilirler, kapanma saatinde­ ki bir bara şöyle bir baktığınızda ne demek istediğimi anlar­ sınız). Aynca erkekleri kadınlarla, sadece yumurtlama zama­ nı değil her zaman ilgilenmeye teşvik eder, ki bu da çiftin ara­ sındaki bağın istikrarlı olmasını sağlar ve çocuk büyütmek için daha yararlıdır. Böyle büyük kafalı, zayıf bebekler olarak doğmamız sonu­ cunda baş etmemiz gereken adaptasyon sayısı ve riskler de göz önüne alındığında, şu soruyu sorabiliriz: "Neden bu zah­ mete katlanıyoruz?" Biyolojimiz kuşkusuz ancak faydaları maliyetini geçtiği takdirde, böyle pahalı bir evrim stratejisine girişecektir. Öyleyse bu faydalar neler olabilir? Pennsylvania Üniversitesi'nden primat araştırmacıları Ro­ bert Seyfarth ve Dorothy Cheney vervet maymunlarının çe­ şitli bağırış ve çığlıklarını kaydederken bazı ilginç bulgular elde ettiler.3 Bu maymunlar günün %20'sini birbirlerini te­ mizleyip tımar ederek geçiren sosyal hayvanlardır. Bu faali­ yet dişi maymunlar arasında özellikle önemlidir; dişi may­ munlar yavruları ve bir başat erkeğin olduğu, dört beş may­ mundan ibaret, birbirlerine sıkı sıkıya bağlı klanlar halinde 44
Yarahcılığımızın En Görkemli Cenneti yaşarlar. Seyfarth ve Cheney kısa bir süre önce dişi bir may­ munu temizlemekte olan bir klan üyesine, dişi maymunun imdat çağrısını ilettiklerinde temizleme ve hmar sürecinin ne kadar hayati olduğunu keşfettiler. İkinci maymun çok heye­ canlandı ve ne yapacağına karar vermeye çalışırmış gibi çağ­ nnın kaynağına bakh. İmdat çağrısını, çağrıyı yapanla kısa süre önce temizlik tımar ilişkisinde bulunmayan bir maymu­ na yaptıklarında ise maymun kayıtsız kaldı. Daha sonra ya­ pılan çalışmalar, tımar olsun olmasın, lemur ve galagos gibi farklı türlerde tepkisel davranışı ortaya çıkaramadı. Seyfarth ve Cheney bu davranışın büyük gruplar halinde yaşayan tür­ lerde görüldüğü sonucuna vardı. Bulguları, gelada babunlannda ''barışma davranışını" ta­ nımlayan Frans de Waal'inkilerle örtüşüyordu. Örnek bir olayda, bir başat erkek ihanetin eşiğinde olan bir dişiye vah­ şice saldırır. Dişinin annesi müdahale etmez, fakat saldın bo­ yunca endişe içinde ve dikkatle izler. Daha sonra ise Waal an­ nenin usul usul homurdanıp, yoğun bir temizlik tımar sean­ sına giriştiğini fark eder. Temizlik. tımar ve homurdanma sosyal ilişkilerin muhafazası ile yan yana gibidir. Bu ilişkiler de büyük gruplar halinde yaşamayı seçen bir tür için kaçınılmaz olarak hayati hale gelir. Bu tarz yaşama, ilk olarak ağaçlardan açıklığa, bozkırın düşman ortamına in­ diğimizde başladığımız düşünülüyor. Gruplar halinde yaşa­ yarak, yırhcılardan gelecek saldırıları savuşturma ve gelişip serpilme imkanına kavuştuk. Bu daha fazla göz ve kulağın tetikte olması demekti. Büyük gruplar yırtıcılar için daha cay­ dırıcıydı, kovalamaca söz konusu olduğunda onları zekala­ rıyla daha iyi alt edebiliyorlardı. Ancak evrim süreci içinde olan her zekice fikir gibi, grup yaşamının da dezavantajları vardı. Gruplar kaynaklar için daha çok rekabet, anlaşmazlık yüzünden daha çok kavga ve kan davası potansiyeli demek45
Baş Belası icatlar ti. Müttefikleri hmarlamak, vervet ve geladalarda görüldüğü gibi, sosyal yaşamın sorunlarıyla başa çıkmanın yollarından biridir. Tımar hijyene katkıda bulunur. Tımar zevklidir çünkü vü­ cudun doğal uyuşturucuları olan endorfin üretimini kamçı­ lar. Ne var ki hmar aynı zamanda pahalıya mal olur. En azın­ dan yemek, çiftleşmek ve uyumaya ayrılabilecek zaman yö­ nünden. Ve öyle görünüyor ki bir türün hmara ayırdığı za­ man iki şeyle birlikte arhyor: grubun büyüklüğü, bir de bey­ nin büyüklüğü. Ya da daha çok, bir bütün olarak beyin değil de, Oxford, Magdalen Yüksekokulu'ndan Evrimsel Biyoloji Profesörü Robin Dunbar'a göre, sadece neokorteksin büyük­ lüğüyle artıyor! İnsanlarda ve ileri primatlarda bu dış nöral doku kılıfı, toplam beyin hacminin % 50-80'ine karşılık gelir­ ken, diğer memelilerde yaklaşık %30'una karşılık geliyor. Dunbar'ın düşüncesine göre, neokorteksin büyüklüğünün beslenmeyle, yaşanılan alanın büyüklüğüyle veya yiyecek bulmak için her gün kat edilen mesafeyle bir ilgisi yok. Bu­ nunla beraber içinde yaşanılan grubun büyüklüğüyle, görü­ nür bir ilişkisi var. Görünen o ki tüm bu ekstra, çok kalori harcayan, doğum kanalını geren bilgisayar gücü bizim uzun süreli sosyal ilişki kurup sürdürmemize yarıyor. Dunbar grup büyüklüğüyle korteks büyüklüğünü birkaç türde kıyaslayarak. insanların yaklaşık 150 kişilik gruplar ha­ linde yaşamaları gerektiği sonucuna vardı (Magdalen Yüksek­ okulu'nda belirlenen kişi sayısından biraz daha az). Entere­ sandır ki 1 50 rakamı kabaca çağdaş avcı-toplayıa toplumla­ rında görülen ortalama yaşam süresi içerisinde bir kadın ve bir erkeğin üreyerek ulaşabilecekleri nüfusa eşittir. Amerikan Huttercileri olarak adlandırılan, on alhna yüzyılda Avru­ pa' daki zulümden kaçan Anabaptistlerin torunları olan özel bir dini tarikahn mensupları 1 50 kişilik gruplar halinde ya- 46
Yaraholığımızın En Görkemli Cenneti şarlar; bir grup bu sayıyı aştığında daha küçük gruplara ay­ rılırlar. Mormonizmin kurucusu Brigham Young takipçilerini Chicago' dan Utah' a getirmeyi planlarken, onları 150 kişilik gruplara ayırmıştı. Bu bulgular rastlantısal olabilir ama grup büyüklüğünün tımar süresi üzerindeki etkisi enteresandır. Primat kuzenleri­ mizden babun ve şempanzelerin 50-55 maymundan oluşan en büyük tımar grupları uyanık olduğu saatlerin neredeyse dörtte birini birbirlerinin tüylerini ayıklayarak geçiriyorlar. Bu rakamı korteks büyüklüğümüzle ve 150 rakamıyla orantı­ lı olacak şekilde artırın, insanlar için günde yaklaşık 6,4 saat­ lik tımar süresi elde edersiniz. Çözüm belki de lisan olmuştu. Lisan büyük gruplarda ki­ şilerin birbirleriyle temasta kalmasının bir yoludur; çok za­ man isteyen, pahalıya patlayan tımar görülmez. Bir tür "Tı­ mar Versiyon 2.0" olan bu müthiş alet gitgide büyüyen kar­ maşık toplumlarda yaşama ihtiyacımıza istinaden yapılmış ve beyin büyüklüğünde devasa bir atılım gerektirmiştir. An­ cak ilk baştaki amaçlarından bağımsız olarak lisan bizim icat etme yeteneğimizi besleyip ilerletti, sembol ve soyut fikirler kullanma becerimizi artırdı. Dünya hakkındaki kanılarımızı paylaşarak dünyayla ilgili bir yorum aracı sağladı. UCLA' dan Patricia Greenfield lisanın alet kullanımıyla karmaşık bi­ çimde ilişkili olduğuna inanıyor. Ona göre beynin bir el bal­ tası veya kazıma aletinin imalatı için ayrılmış bölgeleri ko­ nuşma ve anlamayla alakalı bölgeleri de kullanır.' Kavramsal seviyede, bir kişinin kendisini alet yapımcısı olarak görmesi belki de "El baltası yapıyorum" gibi cümleler kurmak için kullandığımız aynı temel özne-yüklem-nesne akıl yürütme zincirini gerektiriyordur. Aynca 700.000 yıl önce büyük coğ­ rafi alanlarda standart aletlerin ortaya çıkması ileri bilgi pay­ laşım araçlarının varlığını akla getiriyor. 47
Baş Belası icatlar Esas itibariyle hiçbir fikir veya icat tecrit halinde ortaya çıkmamışbr. İlkokulda okuduğumuz tarih kitaplarında, "Ja­ mes Watt buhar makinesini icat etti" ve "Pasteur bakterileri keşfetti" gibi basit, çarpıhlmış cümlelere sıkça rastlarız. Bu kitabı yazarken, "Dünyayı Değiştiren Bilimciler" hakkında bir televizyon programında görev almam istendi. Bu kuşku­ suz bir safsata ve böyle safsataların tekrarlanması benim bu kitabı yazma nedenlerimden biri. Bu programa katkıda bu­ lunmaya pek hevesli değilim, ama korkanın ekranda bir kez daha görünme fikrine karşı koyamayacağım. Bu konuda da­ ha bilgili olması gereken yazılı basın ve görsel medya tarafın­ dan desteklenen popüler bir kavram var. Bir "gelişme" bilim­ de "çığır açan buluş" diye ilan edilir ve genellik.le bir bilimci anahtar kişidir. Biz bilimciler insan olarak övgü ve alkış al­ maktan hoşnut olduğumuzdan dolayı, bu yanlış kanıyı dü­ zeltmek için pek bir şey yapmayız. Fakat çok az buluş veya icat bir bireyin, hatta bir ekibin eseridir. En iyi icatların çoğu birbirinden coğrafi olarak ayn yerlerde çalışan farklı gruplar­ dan, işbirliği yapan değil rekabet eden gruplardan çıkar. Her zaman yeni buluşlarla medyada ilk olarak yer alma hususun­ da acele edilir, çünkü neredeyse sürekli olarak dünyada bir yerde birileri aynı problem üzerinde çalışıyordur ve sizin kendi sayenizde olduğunu düşündüğünüz şey yüzünden saygınlık kazanabilir. Bilimsel keşfe dair hakikat, bu kitapta tekrar tekrar göre­ ceğimiz gibi, keşfin daima tek başına bir çabadan daha kar­ maşık olduğudur. Ve şüphesiz, hemen hemen bütün ilerle­ meler başka incelemeci ve araşhrmaalann önceki çalışmaları üzerine inşa edilir. İster ürün kültürleme ister anestezi ister­ se baskı makinesi olsun, mekan ve zaman içinde insanlar ara­ sında bir diyalog ve bağlanh olduğuna dair izi sürülebilir ka­ nıtlar vardır. Daima öncüler vardır. Hiçbir fikir tecrit halinde 48
Yaratıcılığımızın En Görkemli Cenneti ortaya çıkmaz, çünkü biz insanlar sosyal hayvanlarız ve ileti­ şim bu topluluğun özüdür. Lisan hem icat eden beyinleri ge­ liştirme nedenimiz hem de bu icatlann mümkün kılındığı aracımız olabilir. Lisan olmazsa icat da olmaz. Peki, arkeolojinin elde ettiği kanıtları kullanarak lisanın tam olarak ne zaman ortaya çıktığım belirleyebilir miyiz? Ro­ bin Dunbar benim kahramanım dır ama grubun büyüklüğü­ nün lisanın işareti olduğunu ikna edici biçimde ileri sürdük­ ten sonra, 150'lik gruplar halinde yaşayan atalarımızın arke­ olojik örneklerini vermedi. Bunun yerine fosilleşmiş insanla­ rın beyin büyüklüğünü incelemekle yetindi ve lisanın yakla­ şık yarım milyon yıl önce, bir tür olarak homo sapiensin orta­ ya çıkmasıyla birlikte, doğmuş olması gerektiği sonucuna vardı. Bu biraz zayıf bir ihtimal gibi görünüyor. Ancak elbette, li­ sanın doğumunu tam olarak belirlemeye çalışan çabaların ço­ ğu da aynı. İnsan beyni asla tam olarak özdeş olmayan iki parçaya bölünmüştür: Sol yanküre sağ elini kullanan insan­ larda ağır basar veya tam tersi doğrudur. Çoğu insanda anla­ ma ve lisan üretme sol yarıkürede gerçekleşir ve bu nedenle bazı bilimciler ilk asimetrik insan kafataslannın lisanın kö­ kenlerine dair bize olası bir tarih verdiğini öne sürerler. Bu tarihi 250.000 yıl öncesi olarak belirlerler ve bunun varılan so­ nuçla çok farklı bir yolda aşağı yukarı kesişmesi çok entere­ sandır. Stanford Üniversitesi'nde antropolojik bilimler profesörü olan Richard Klein lisanın ortaya çıkışına dair yaptığı araştır­ malarda kemik yerine genlere önem veriyor. Klein, Oxford Üniversitesi'nden Cecilia Lai'ın yaptığı bazı önemli çalışma­ lara dikkat çekiyor. Lai Londra' da üç nesli ciddi konuşma ve anlama güçlüğü çeken büyük bir klan olan "KE" ailesiyle ilgili genetik çalışmalarını yayımladı. Bu mükemmel çalışma- 49
Baş Belası icatlar da bu ailenin tıpkı dünyada benzer güçlükler yaşayan başka bireyler gibi, genlerinde FOXP2 olarak bilinen bir mutasyon olduğunu öne sürülüyor.6 Bu hiçbir şekilde araşhrmacılann gerçekten mükemmel çalışmasına gölge düşürmez ama ma­ alesef Times, New York Times ve başka gazetelerin editörleri bunu "bilimde çığır açan bir buluş" olarak nitelediler ki aslın­ da dünyada birkaç grup bu gen üzerinde çalışıyor, her biri entelektüel yapboza önemli katkılarda bulunuyor. Görünen o ki bu mutasyon ses oluşturmak için gerekli hassas motor kontrolünde güçlüklere sebep oluyor; ayrıca bu insanların beyninin görüntülenmesi beynin anlama için kullanılan böl­ gelerinde önemli ölçüde bozulma olduğunu ortaya çıkardı. v Klein insan beyninde oluşan birtakım değişimlerin, örneğin FOXP2 geni gelişimi de dahil, evrim tarihimizin en son aşa­ malarında meydana gelmiş ve bize iletişim kurmada daha çok beceri vermiş olabileceğine inanıyor.7 Leipzig'teki Max Planck Enstitüsü Evrimsel Antropoloji bölümünde, belki de aşın heyecandan, "lisan geni" olarak adlandırılan geni ilk olarak tanımlayan ekip bu genin ilk ola­ rak yaklaşık 200.000 yıl önce ortaya çıktığını ve insanlar ara­ sında hızla, 10.000 ila 20.000 yıl içinde, yayıldığını ileri sürdü­ ler.8 "Lisan geninin" bu hızlı adaptasyonu bu gene sahip olanlara, önemli bir hayatta kalma avantajı vermiş olması ge­ rektiğini akla getirir. Robin Dunbar'ın dediğine göre, muhte­ melen büyük sosyal grupları sürdürme becerisini vermiştir. Dil gelişimimizin tarihini belirlemede her zaman sorun yaşayacağız, çünkü konuşmak iz bırakmaz. 1989'da İsrailli bilimciler Neanderthal insanın izlerine rastlanan bir arazide anatomik olarak yeni bir dil kemiği -hançereyi yani gırtlağı alt çeneye birleştiren kemiği- keşfettiler ve bu durum bura­ daki ilk insanların konuşma becerisi hakkında bazı heyecan 50
Yarahalığımızın En Görkemli Cenneti verici iddiaların yolunu açtı.9 İsrail' deki Kebara bölgesinde elde edilen bu kanıtlar, 2004'te İspanyol arkeologlar Nean­ derthal insanlarının kemiklerini inceleyerek, bu insanlann duyma sistemlerinin insan konuşmasının frekanslarına mü­ kemmel uyumlu olduğu sonucuna vardığında teyit edilmişe benziyordu. Dünyada 130.000 ila 30.000 yıl önce kol gezen Neanderthaller büyük gruplar halinde yaşıyorlardı ve bir li­ sanları olabilir. İhtilaflı kanıtlara göre ölülerini çiçeklerle gö­ müyor, yaşlılanna bakıyor ve çeşitli sembolik davranışlarda bülunuyorlardı. Ancak sırf davranışlarının bazı veçheleri bi­ zimkilere çok benziyor diye kalınhlanndan lisan kullandıkla­ rı sonucunu çıkaramayız. Konuşmaları duyabilecek kapasite"de bir kulak ille de duymuş olması gereken bir kulak değil­ dir. Lisan için gereken geniş ses aralığında ses çıkarabilmemi­ zi sağlayan en belirgin fizyolojik özellik gırtlağımızın aşağı inik olmasıdır ki, bu arkeolojik kayıtlarda görülmeyen bir kas yapısıdır. Araşhrmalar gırtlak çocuklukta ve ergenlikte aşağı indikçe erkeklerin sesinin kalınlaşhğını, dil kemiğinin şeklin­ de veya konumunda bir değişiklik olmadığını göstermiştir. Aynı soruya dayanan başka bir teoride, kafatasının dibin­ deki açıdan gırtlağın yerleşimi hakkında sonuç çıkarılır. 1971'de Yale Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden Edmund S. Cre­ lin ve Philip Lieberman ile Connecticut Üniversitesi Nean­ derthal kafatası açı ölçümlerini yayımladılar. Bu ilk insanlar­ da onlardan sonra gelen homo sapiensteki gibi gırtlağın aşağı inik olmadığına dikkat çekerek, lisanlarının oldukça basit ol­ duğunu öne sürdüler. Bu varsayımı alet takımlannın basitli­ ği ve on binlerce yıldır hemen hemen hiç değişmediği olgu­ suyla birleştirirsek, Neanderthallerin lisan becerilerinin ol­ mayışının yok olmalarında etken olabileceği savını ortaya athlar. Bu teori ne kadar yararlı olsa da, daha sonralan kafa­ tasının dibindeki açılarla gırtlak yerleşimi arasında güvenilir 51
Baş Belası icatlar bir bağlanh olmadığını gösteren geniş kapsamlı araşhrmalar doğruluğunun tartışılmasına neden olmuştur. Diğer bilimciler çabalarını beyin üzerinde yoğunlaşhrmış, insan kafatasının içinden alınan alçı modele bakarak, beyin­ lerimizin ilk olarak ne zaman dil üretimi ve anlamayla ilişki­ li bölgeleri geliştirdiğini bilebileceğimizi iddia etmişlerdir. Şüphesiz, benim beynimi ikiye ayınp bakarsanız, Broca ve Wernicke bölgeleri olarak bilinen ve sol yankürede yer alan bu işlerle ilgili iki parça bulursunuz. Ancak bu iki parçanın tam şekli ve yerleşimi, sizin beyninizdeki parçaların şekil ve yerleşiminden farklı olacakhr, aynı şekilde içlerindeki, arala­ rındaki ve beynin diğer bölgelerine olan nöral bağlanhlar da farklı olacaktır. Kafatasımın oluklu alt tarafında bıraktığı iz­ lerden dil becerilerim hakkında çok az şey öğrenebilirsiniz. En eski başlangıçlara tarihlenen hala görece az sayıda fo­ sil, beyin büyüklüğümüz, alet kullanımımız ve gruplar halin­ de yaşamaya olan düşkünlüğümüz hakkında bize çok şey an­ latabilir. O halde bütün bu özellikler dil kullanımına eşlik et­ tiğini düşündüğümüz şeylerdir. Fakat bu gidebildiği yere ka­ dar gider. Belki de bu yüzden 1866'da Paris Dil Topluluğu ar­ hk üyelerinin lisanın kökeni hakkında spekülatif makaleler sunmalarını istemediğini beyan etti. Araştırmamızla daha alakalı bir soru, insan yaratıcılığının en hayati katalizörü olan lisanın ne zaman değil de nasıl doğduğudur. KANDIRMAK VE AİT OLMAK Bu bölümü yazmadan az önce Avam Kamarası'nda gensoru zamanındaki bazı konuşmaları dinleyince, çoğumuzun lisanı direkt iletişim dışında amaçlar için de ne kadar sık kullandı­ ğı dikkatimi çekti. Bazı saygıdeğer vekiller arasında "şu an için" veya "duruma ilişkin şu anki değerlendirmeme göre" gibi çok az anlam ifade eden sözler kullanma eğilimi var. 52
Yarabolığımızın En Görkemli Cenneti Amaç, görünüşe göre, bir grup önemli insan arasında, kabak tadı veren ifadeler kullanarak bu grubun bir üyesi olmanın reklamını yapmak ve bu bağlamda olabildiğinde çok konuşa­ rak muhaliflerin kendi görüşlerini anlatmalarına engel ol­ mak. Elbette bu durum kısa ve öz olmaya örnek gösterilen Lordlar Kamarası'nda görülmez. Ancak aynı eğilim pek çok meslekte görülebilir; örneğin mahkemede okunan bazı polis ifadelerinde olduğu gibi. "Batı yönünde caddede ilerliyor­ dum", "Boots'un önünden kafeye doğru gittim" ile aynı şey­ diı.2; ama konuşanın önemli bir kurumda ve ciddi bir iş olan yasa tatbikinde yer aldığını belirli, karmaşık, resmi bir yol­ dan ifade eder. Haksızca eleştiri yağdırıyor gibi görünmek is­ temem, en büyük suçlulardan bazıları bilimsel raporlarda böyle bir dil kullanan benim mesleğimden insanlar ve bu yönden kendimin de suçsuz olmadığımı itiraf etmeliyim. Bu nokta lisanla ilgili temel bir gerçeğin alhnı çiziyor. Bu büyük icadımızı sonsuz sayıda karmaşık anlamlar iletecek şekilde kullanarak,. evrimimizin zirvesinde olan canlılar ol­ duğumuzu hayal edebiliriz. Fakat belki de lisan başka bir ga­ yeyle ortaya çıkmıştır: çok sayıda hayvan ve kuş alem.inin üyeleri tarafından halen paylaşılan bir gaye. St. Andrews Üniversitesi'nden W. Tecumseh Fitch konuş­ manın yapısına dair bazı ilginç bulgular yayımladı.1° Fitch birkaç türde, konuşmanın bir tanımlama araa olarak kulla­ nıldığını iddia ediyor. Birçok hayvan ve kuş, akraba ve kom­ şularının seslerini yabancıların çıkardığı seslerden ayırt ede­ bilir. Sesler aynca göremediğimiz şeylerin büyüklüğü ve şek­ li hakkında da ipucu verebilir. Ses yolunun uzunluğu vücut büyüklüğüyle bağlantılıdır; büyük hayvanlar, düşündüğü­ müz gibi, daha kalın sesler çıkarabilirler. Primat atalarımız ormandaki varlıklar hakkında, salt çıkardıkları sesleri incele­ yerek çok şey öğrenmiş olabilirler. Bu aynca insan gırtlağı53
Baş Belası lcatlar run, neden diğer memelilePnkffiden daha aşağıda olduğuna da açıklama getirebilir. Bu organın vücudumuz içinde derine yerleşmiş olması vücut büyüklüğümüze göre beklenenden daha kuvvetli ses çıkarmamızı sağlar ve bu da bize bir avan­ taj vermiş olabilir. Tıpkı evimde hırsız olmasından şüphelen­ diğimde şiddetli bir ses çıkarabildiğim gibi, primat atalarımız da olduklarından daha büyükmüş gibi davranarak yırbcıları savuşturmayı öğrenmiş olabilirler. Aktör Peter Sellers 1980' de kalp hastalığından öldüğünde, arkasında hatırı sayılır bir servet ile bir yığın parçalanmış ev­ lilik bıraktı. Komedi dehası içindeki azapla bir dereceye ka­ dar iç içe gibiydi: bir zamanlar oğlu bebekken, "Senin baban yok! Baban yok!" diye haykırmasıyla ünlüdür. Benim v bir­ çok hayranının ona tahammül etmesinin nedeni ise taklit ye­ teneğini takdir etmemizdir. The Goon Show'daki işe yaramaz Bluebottle'dan, The Party'deki bahtsız Hrundi V. Bakshi'ye, l'm Ali Right ]ack'deki ustabaşı Fred Kite'ın aamasız davra­ nışlarından, abartılı pembe panter filmlerine, Sellers ününü diğer insanları taklit edebilme becerisiyle kazandı. Bu yetene­ ği sayesinde diğer birçok başarılı komedyen gibi zengin oldu ve çok sayıda güzel kadının ilgisini kazandı. Kendi hayatım­ dan örnek verecek olursam, öğrenciyken en çok hayranlık duyduğum insanlardan biri, bütün öğretmenlerimizin, jest ve tikleriyle birlikte mükemmel taklitlerini yapan bir sınıf ar­ kadaşımdı. Sivilceli yüzü, şişe dibi kalınlığındaki gözlükleri ve bütün spor dallarındaki beceriksizliğine rağmen, bu arka­ daşın yeteneği onu epeyce popüler yapmıştı. Peki neden? Bu durumun taklidin ilk olarak ortaya çıkışıyla bir ilgisi olabilir. Taklit lisan kullarumımızın tamamlayıcısıdır. Çocuk­ ların ilk günlerinden itibaren, iletişim kurmak için ihtiyaç du­ yacakları gramer kurallarını ve 54 ses aralığını öğrenmeye baş-
Yarabolığımızın En Görkemli Cenneti ladıklan sürecin bir parçasıdır. Ne var ki taklit insanlarla sı­ nırlı değildir. Taklit ötücü kuş ve yunuslarda primat kuzen­ lerimize kıyasla daha yaygındır ve bu iki türde de belirgin bir amaca hizmet eder. Öyle görünüyor ki erkek ötücü kuşlardan doğru çeşitte en geniş ses repertuarına sahip olanlar en fazla dişiyi çekiyor. örneğin erkek kanaryalar baştan çıkana olan veya olmayan "hece" sesi çıkarıyor ve en karmaşık, en baştan çıkana ötüşleri yapan erkekler dişileri, biyologların "çiftleş­ me talebi" diye oldukça resmi bir isim verdikleri gösterileri yapmaya kışkırtıyorlar.11 Hoş, birçoğumuz gece kulüplerine takılırız ama genelde oraları partnerinizin sesini duyamaya­ cağınız kadar gürültülüdür. Kuş ötüşünde, etkili bir albüm koleksiyonu, yüksek zeka ve dolayısıyla iyi genlerin göster­ gesi olabilir. Veya diğer kuşların ötüşlerini taklit edebilen bir kuş bölgesinde zaten kendi türünden başka kuşlar olduğu iz­ lenimini uyandırabilir. Geniş kapsamlı bir repertuar, hızlı çiftleşme arayan fırsatçı rakiplere, "Burada zaten bizden çok var, hiç zahmet etme" demenin bir şeklidir. Romana Nancy Mitford, kardeşi Tom'un, orduya ilk ka­ tıldığında yaşadığı sıkınhdan bahseder. Görkemli bir evde, birçok kız kardeşiyle büyük bir ailede yetişen Tom, subay ga­ zinosunda bir onbaşı ona toz şeker getirene dek farklı oldu­ ğunun farkına varamamıştır. Tom onbaşıya, "Ne kadar tatlı­ sın." diye teşekkür ettiğinde, askerler ona dik dik bakıp kaş­ larını kaldırırlar. Lisanın en hayati özelliklerinden birinin keskin kenarı, Tom'un ablası Nancy'nin Noblesse Oblige (Asalet Bunu Gerek­ tirir) adlı kitabının yayımlanmasıyla hahn sayılır bir kara dö­ nüştürüldü.12 Bu eğlenceli kitapta Nancy bir kişinin yüksek sınıftan olduğunu gösteren, kelime kullanımıyla ilgili kural­ ları gösteriyordu. örneğin "tuvalet" yerine "lavabo" kullanıl55
Baş Belası icatlar malıydı. Benzer bir şeye sinemaseverler filmlerdeki bazı kla­ sik sahnelerden aşinadır; genellikle yetmişlerin korku filmle­ rinin ilk dakikalarında, adam bir taşra meyhanesine girer, zenginlere özgü bir Londra aksanıyla içki sipariş eder ve bir­ kaç saniye sonra sert görünüşlü yerlilerin kendisine dik dik bakhğıru fark eder. Dilimizi kimliğimizi bildirmek ve bu kim­ liği bizimle kimlerin paylaştığını ayırt etmek için kullanırız. Bunu her zaman yapmışızdır. Yargıçlar Kitabı'nda Efraim ve Gilead halkı arasında geçen savaşla ilgili bir öykü anlatılır. Gileadlılar düşmanlarını hezimete uğrattıktan sonra, Ürdün Irmağı kıyısını abluka altına alarak, oradan geçen herkesin kimliklerini sorgularlar. Pasaport daha icat edilmediğinden daha yarahcı olmaları gerekiyordur, bu yüzden oradan geçen yabancılardan tahıl -şibbolet- kelimesini telaffuz etmelerini isterler. Efraim halkının dilinde "ş" sesi olmadığından, he­ men yakayı ele verirler: Rakam neredeyse kesinlikle abartıl­ mış olduğu halde, kitabı mukaddeste 42.000 kişinin katledil­ diği yazar.13 Ne var ki ''biz" o veya bu şekilde Eski Ahit'ten çok daha önce dili bu şekilde kullanıyor olabiliriz. Bizden başka birçok türde de dil kullanıldığına dair kanıtlar var. Okyanuslarda büyük gruplar halinde yüzen katil balinalar işbirliğini sever ve başka gruplarla rekabete girerler. Bu tarz sosyal sistemler­ de kimlerin ait olduğunu, kimlerin olmadığını gösterebilmeye çok önem verilir. Balinalar açısından, belli sesler ve bu sesleri çıkarmanın belirli yollan kullanışlı bir "pasaport" sağlar: hp­ kı benim seçkin London's Garrick Kulübü'nden içeri adım atarken telaffuzumu düzeltmeye uğraşhğım gibi. Lisan, bir kimlik belirleme sistemi olarak pek dört dörtlük olmamasına rağmen kısmen bu amaç doğrultusunda evrilmiş olabilir. Tak­ lit konusunda böylesine gelişmiş bir donanım bahşedilmiş olan bizler her zaman kandırabilrne becerisine sahip olduk. 56
Yarabolığımızın En Görkemli Cenneti İcat etme nedenlerimizi keşfetme araştırmamda, bazı in­ sanlar lisan konusunu abarthğımı düşünebilir. Neticede lisan salt insanlara özgü değildir. Ancak eğer diğer hayvanlar da "konuşabiliyor'' ve idrak edebiliyorlarsa, öyleyse bizim biliş­ sel yapımızda olup da onlarda olmayan nedir? Zaruumca bu­ nun nedeni dili farklı şekillerde kullanmamız olabilir. APTALIN BİRİ SÖYLER ÖTEKİSİ YAPAR Yirminci yüzyılın başlarında Almanlar olağanüstü matema­ 'lik becerileri olan at "Zeki Hans'ı görmek için akın ediyorlar­ dı. At terbiyecisi ve lise matematik öğretmeni olan sahibi Herr von üsten, Hans'ın toplama, çıkarma, çarpma yapabil­ diğini, kesirleri anlayabildiğini, zamanı söyleyebildiğini, tak­ vimi takip edebildiğini ve Almancadaki karmaşık cümleleri anlayabildiğini iddia ediyordu. Von üsten bunu kanıtlamak için kalabalığın önünde Hans' a sorular sorardı. Bu sorular­ dan tipik bir tanesi: "Ayın sekizinci günü salı gününe denk geliyorsa, bir sonraki Cuma ayın kaçı olur?" Hans bu soruya ayağını on sekiz defa vurarak cevap verirdi. Maalesef -en azından Herr von üsten açısından- At Hans'ın becerileri sor­ gulandı. Tanınmış psikolog üskar Pfungst bu ikisini iş başın­ dayken inceledi ve Hans'ın doğru cevaplan, sahibinin kafası­ nı kaç defa hareket ettirdiğine göre bulduğunu fark etti. Bu bir at için biraz zekice bir hareket olsa da ortada abartılacak bir şey yoktu ve zamanla seyirciler yok olup gittiler. Zeki Hans öyküsü hayvanlarla iletişim konusunda önem­ li bir noktaya dikkat çeker. tletişimimiz karmaşık, incelikli ve son derece etkili olabilir, ama tam olarak hayal gücümüzün olmasını istediği gibi değildir. 1960'larda Jane Goodall Tan­ zanya' daki şempanzelerin davranışlarını ilk kez kaydettiğin­ de, çıkardıkları ses aralığının sınırlı olduğu düşünülmüştü. 57
Baş Belası icatlar Şimdi öyle görünüyor ki bunun daha çok bizim duyma sınır­ larımızla bir ilgisi var. Gelişen bilgisayar teknolojisi hayvan seslerini kaydetme­ mizi ve uzunluk, aralık ve kulaklarımızın duyma yeteneğini aşan ince farklılık.lan analiz etmemizi mümkün kılmıştır. So­ nuçlar oldukça şaşırtıadır. Dr. Cheney ve Seyfarth bu yönte­ mi kullanarak vervet maymunlarının en az dört farklı sesi ol­ duğunu keşfettiler.14 Bu seslerden ilki hiyerarşide alt sırada yer alan, ikincisi de üst sırada yer alan bir vervet yaklaştığın­ da çıkarılıyor; üçüncüsü sesi çıkaranın uzaktaki bir grubu gözlediğini ve dördüncüsü de maymunun çayıra çıktığını be­ lirtiyor. Aynı tür üzerinde yapılan daha sonraki çalışmalar, sesi çıkaranın, kartal, yılan veya leopar görmesine bağlı ola­ rak sesinde başka farklılıklar olduğunu ortaya koydu. Elde edilen bu karutlar karmaşıklık izlenimi uyandırıyor, fakat bunlar lisandan yine de çok uzaktır. Vervetlerde bir ba­ ğırış yalnızca bir anlamla bağlantılıdır. İnsanların konuşma­ sını farklı kıldığı düşünülen şey ise, sesleri bu tek anlam ha­ pishanesinden alıp "kelime" dediğimiz farklı karışımlar ha­ linde birleştirmemiz ve "gramer" dediğimiz temel kurallar vasıtasıyla sonsuz sayıda anlam ifade edebilmemizdir. An­ cak hayvanlar aleminde de bunun bir örneği olabilir. Nijerya ormanlarındaki benek burunlu maymunları ince­ leyen Kate Amöld ve Klaus Zuberbühler deneklerinin yeni anlamlar oluşturacak şekilde alarm çağrılarını birleştirdikle­ rini gördüklerinde şaşırdılar.15 Bu maymunlar genelde etrafta leoparlar olduğunu göstermek için bir "piov" sesi ve tepele­ rinde kartal olduğu uyarısında bulunmak için de kısa bir "hek" sesi çıİ<anrlar. Daha da hayret verici olan ise, bir gruba "piov-hek" sesi çıkararak oradan gitmelerini sağladık.lan gözlenmesiydi. Bu belki Winston Churchill' in kıvrak zeka ve 58
Yaratıalığımızın En Görkemli Cenneti bilgeliğinden uzak ama bir kurala göre iki sesi birleştirme ve bu birleşime yeni bir anlam verme becerileri tıpkı kelimelerin oluşturulmasına benzer bir metot olduğu izlenimini uyandı­ rıyor. Kuşkusuz şempanzelerin daha etkileyici görünen dil bece­ rileri sergilediklerini gördük. W ashoe, Shennan ve Kanzi gi­ bi A1D (Amerikan İşaret Dili) eğitimi verilen şempanzeler ve benzerleri bazı olağanüstü hünerler sergiliyor. Sayıların yanı sıra toplama ve çıkarmayı da anlayabiliyorlar. Temel bağlan­ tılarin doğasını kavrayabiliyorlar; büyüktür veya küçüktür, üstünde veya altında gibi. Aynca iki veya üç aşamalı basit ta­ limatları da yerine getirebiliyorlar. Şimdilerde orta yaşa yaklaşan Washoe sembolik işaretleri öğrenen ve bunları iletişim amaçlı kullanan ilk hayvandı. Öğ­ rendiği ilk kelime birçok çocukta olduğu gibi "daha faz­ la"ydı. Şu anda yaklaşık 200 işaretlik bir repertuarı var ve bunları anlamlı şekillerde bir araya getirmekten hoşlanıyor­ du. Öğretmenleri daima doğru işaretleri kullanmalarına rağ­ men, tuvaletine "pis iyi" ve buzdolabına "açık yiyecek içki" dedi. Washoe insanlar tarafından yetiştirildiği için, söylendi­ ğine göre diğer şempanzeleri ilk gördüğünde dehşete kapıl­ dı; onları tanımlaması istendiğinde onların "kara böcek" ol­ duklarını söyledi. Daha sonra ise, yetim kalan Loulis'i evlat edinip, AİD'i ona kendi öğretecek kadar bu şokun üstesinden geldi; primatlar arasında böylesine yüksek bir iletişim düze­ ninin ilk örneğidir bu. Hatta bazı köpekler insan dilinin ilkelerini çok iyi öğrene­ bilirler .16 Kelimeleri "anlama" yeteneği olan İngiliz çoban köpeği Rico'yu, Max Planck Enstitüsü'ndeki araştırrnaalar bir TV şovunda keşfetti. Sevimli köpeğin numarası, bir nesnenin is59
Baş Belası icatlar mi söylendiğinde, 200 çeşit eşyanın içinden o nesneyi bulup getirmekti. Başında Dr. Julia Fischer'in olduğu Planck ekibi Rico'nun yeni kelimeler öğrenip öğrenemeyeceğini merak ediyordu; yaptıkları testte, 200 nesnelik yığının içine yabana bir oyuncak yerleştirip ismini söylediler. Rico doğru oyunca­ ğı seçti. At Hans örneğinin bilincinde olan araşhrmaalar Ri­ co'nun kendilerinin verdiği bazı bilinçsiz görsel sinyallere tepki vermediğinden emin olmak istediler. Bu yüzden nesne­ lerin alıp getirilmesini istediklerinde, hem köpeğin hem de sahibinin görüş dışında olduğundan iyice emin olarak tekrar kontrol ettiler. Rico hayal kırıklığına uğratmadı. Dört hafta sonra test edildiğinde, kelimelerin yansını doğru anladı; üç yaşındaki çocuklarda da hahrlama oranı aynıdır. Rico'nun şüphesiz sadece fevkalade zeki bir köpek olma ihtimali var. Ancak onun türü, özellikle de onun cinsi on bin­ lerce yıldır insanlarla kurdukları yakın işbirliği sonucu evrim geçirdi ve büyük olasılıkla da dilimizi anlamaya yatkınlıkla­ rı var. Başka çalışmalar köpeklerin insanların bakışının doğ­ rultusunu tak.ip etmede çok yetenekli olduklarını göstermiş­ tir hatta bu konuda primatları bile geçmişlerdir. Bazı hayvanların bizi anlama becerisi çok etkileyicidir. Bu hayvanlar dilin üretilmesinde başarısızlığa uğruyor gibiler. Kritik engellerden biri -primat akrabalarımızın sahip olmadı­ ğı bir beceri- Piraha kavmini ele alırken karşılaşhğımız tek­ rarlama mekanizması olabilir. Harvard Üniversitesi'nden Marc Hauser bu konu hakkında ilginç bulgular elde etti.17 Gö­ rünüşe göre maymunlar kelime kalıplan hakkında temel ku­ ralları kavrayabiliyor ancak bir sonraki seviyeye ilerleyemi­ yor olabilirler. Basit kuralları anlayabiliyorlar, örneğin "the" ve "a"nın* ardından her zaman bir ismin gelmesi gerektiği * İngilizcede isimlerden önce kullanılan ilci artikel. (Çev. n.) 60
Yaratıcılığımızın En Görkemli Cenneti gibi; fakat "A olursa B olur" gibi cümle tertiplerini anlayamı­ yorlar. Hauser buna "bilişin kritik darboğazı" diyor. Hauser'in grubu tamarin maymunları üzerinde iki çeşit test yaptı, bu testlerde tek heceli kelimeler insanlar tarafından seslendiriliyordu. İlk testte rastgele kelimeler, sabit bir düzen içinde, sırayla bir erkek bir de kadın tarafından seslendirili­ yordu. Kural bozulduğunda maymunlar hoparlöre bakıyor­ du; bir şeylerin yolunda olmadığını bildiklerine dair bir işa­ retti bu. İkinci testte erkek sesi, kadın sesi de aynı şeyi yaptı­ ğı müddetçe, bir, iki veya üç kelime söylüyordu. Bu tekrardır, çünkü kural içinde kural, fikir içinde fikir içerir. Bu testte ma­ alesef bütün maymunlar başarısız oldu. Öyle görünüyor ki bu soyutlama seviyesi insan beynine birtakım alanlarda avantaj, daha da önemlisi dil geliştirme becerimizi sağlayan bir şeydir. Ayru faktör tür olarak eşsiz yaratıcılığımızın ardında da yatıyor olabilir. Soyut düşünme, "ya olursa?"yı göz önüne al­ ma becerisi, yaratıcılığın ardında yatar. İnsan düşüncesi ken­ disini şimdiden ayrıştırıp, geçmiş, gelecek ve olasıyı düşüne­ bilir. Bu bölümün başlarındaki bir fikre yeniden dönecek olursak, bu dört ayak yerine iki ayak üstünde durmaya ben­ zer ve bu değişiklikle çok yakından bağlantılı olabilir. Bu sav caziptir ama Pirahalan hatırda tutmamız gereki­ yor. Onlar düpedüz insan, muhteşem derecede yaratıcılar, fa­ kat dillerinde tekrarlamaya dair bir şey yok. İşte kısmen bu nedenle W. Tecumseh Fitch bu Brezilya kabilesi içinde çalışıp Dan Everett'in bulgulanru sorguluyor. Everett'irı Pirahalara dair görüşleri akademik dünyada ilk kez 2005'te yayımlan­ dıklanndan bu yana ihtilafa yol açmıştır çünkü bu görüşler düşünce ve dil arasındaki ilişkiye dair bizi ilgilendiren şeyle­ rin tam özüne dokunuyor. 61
Baş Belası icatlar Pirahaların mevcudiyeti veya Everett'in onlarda gözlem­ lediğini iddia ettiği şey modem dil teorisinin kurucusu No­ am Chomsky'nin çalışmalarına dayanan ve uzun süredir ge­ çerli olan varsayıma bir meydan okumadır. Chomsky tekrara dayalı bir gramer sisteminin, bütün insanlarda genelgeçer ol­ duğuna inanıyor. Bu, beynin içinde belli bir alanı işgal etmi­ yor olmasına rağmen yine de beynin içinde bulunan bir kural sistemi benzeri bir şeydir. Everett kendini Chomsky taraftarı olarak görüyordu, ta ki doktora tezi için Pirahalar üzerinde yaptığı araştırmalar bu varsayıma uymayan çok fazla veriyi açığa çıkarana dek. Kafası karışan Everett, 1939'da hayatını kaybeden, itibarı sarsılmış teorisyen Edward Sapir'in çalışmalarına yöneldi. Sapir dillerin kültürler kadar farklılık gösterdiğine inanıyor­ du; aslında tam olarak kültürler farklı olduğu için diller de farklıydı. Bu varsayım Everett'in Pirahalarda gözlemledikle­ riyle ve onların olağandışı biçimde kesintili ve anlık dünya görüşüyle uyumluydu. Belki de soyutlamaları -eğer, fakat, ki ve belki- ifade etmemelerinin nedeni, basit, cengel esaslı av­ cı-toplayıa kültürlerinin onları tümüyle o an içinde yaşama­ ya yatkınlaştırmasıydı. Dilleri düşünce biçimlerini yansıtı­ yordu ve bu bizim düşünce biçimimizden ve bizim bütün in­ sanların düşünce şekline dair düşüncelerimizden çarpıcı bi­ çimde farklıydı. Everett'i eleştirenler, belki de kaçınılmaz olarak, Piraha di­ linde tekrarlama olması gerektiğini, Everett' in bunu gözden kaçırdığını ileri sürmüşlerdir. Belki de bu tartışma hiç sona ermeyecek, ancak şimdilik Düz Kemikliler insan mevcudiye­ tinin katıksız çeşitliliğinin canlı ve büyüleyici bir örneği ola­ _ rak karşımızda duruyorlar. Belki de en önemlisi, insanlık ta­ rumlannı çok keskin yapmamıza karşı da bizi uyarıyorlar. Ve belki de tam da bu belirsiz özellik, insanları böylesine doğal 62
Yaratıalığımızın En Görkemli Cenneti mucitler yapan şeylerden biridir. Bizler fevkalade esnek bir türüz; belki de en esnek parçalarımız içinde bulunduğumuz farklı çevrelere tepki olarak durmaksızın değişen beynimiz ve vücudumuzdur. Ve belki de bizim yarahcı niteliklerimiz adaptasyon sürecinin bir parçasıdır: Sadece dünyaya tepki olarak hızla değişmemizi sağlayan değil, aynı zamanda dün­ yayı da değiştirmemizi sağlayan nihai evrimsel araç. 63

İkinci Bölüm YOK ETME ARZUSU Elma Yunan mitolojisinde de olmasına rağmen, bir zamanlar bu meyveyi yetiştirip yayan ve Bah ve Kuzey Avrupa'ya tanı­ tanların eski Romalılar olduğu düşünülüyordu. Fakat on do­ kuzuncu yüzyılın sonlarında, İskandinav bilginler Balhk böl­ gelerinde keşfettikleri fosilleşmiş daha eski elma özlerini ar­ keolojik kanıt olarak sunarak, bu varsayımın doğruluğunu sorguladılar. Ve Roma uygarlığından daha önce var olan, tan­ nların elma yedikleri kadim kuzey mitlerini örnek gösterdi­ ler. Ancak bu konuda son söz hakkı hakikaten de büyük Rus genetikçisi Nikolai Vavilov'a aittir; Vavilov ömrünü yenebilir ürünleri incelemekle geçirmiş, ne yazık ki Stalin yönetimiyle ters düşmüş ve yıllarca eziyet, aylarca işkence çektikten son­ ra, bir Sibirya hapishanesinde korkunç bir biçimde ölmüştür. ÖZGECİLİKTE ÇIRAKLIK Vavilov'un hayatı, insani değerlerin ve akademik başarının çok takdir edildiği, başarılı, varlıklı bir ailede iyi bir şekilde başladı. Vavilov Moskova' da biyolojik bilimlerden mezun ol­ duktan sonra Batı Avrupa'ya gitti ve Cambridge Üniversite­ si'nde William Bateson'la çalıştı. Vavilov'un akıl hocası Bate­ son o zamanlar kalıtım biliminde öncü bir figürdü. İkisi tanış65
Baş Belası icatlar madan birkaç yıl önce, Bateson çok fazla tanınmayan Avus­ turyalı keşiş Gregor Mendel'in pek bilinmeyen bazı yazılarına rastlamıştı. Mendel'in 1850'lerde yaptığı ve sonra büyük ölçü­ de unutulmuş çalışmaları Bateson'ı çok etkilemişti. ' Mendel manastır bahçesinde binlerce bezelyeyi dikkatle çapraz çiftleş­ tirmiş ve bu bitkilerin kalıtımla aktarılan özelliklerini özenle kaydetmişti. Bulgularının biyoloji tarihindeki en mühim keşif­ lerden biri olduğu sonra ortaya çıkacaktı. Çalışmaları hayatta olduğu sıralarda büyük ölçüde göz ardı edilmesine rağmen, Mendel'in açıkça gösterdiği şey, bezelyedeki belirli özellikle­ rin -boy, renk, çiçeklerin sap üzerindeki yerleşimi ve bezelye­ lerin buruşuk mu yoksa düz mü olacağı- tam olarak matema­ tiksel açıdan öngörülebilir biçimde kalıtım yoluyla aktarıldık­ larıydı. Mendel kalıtımın değişmeyen yapısını keşfetmişti. (Günümüzde elbette Mendel'in, etkisini tanımladığı parçacık­ ların, DNA'nın ana fonksiyonel öğesi genler olduğunu biliyo­ ruz.) Bateson Mendel'in aşağı yukarı kırk yıl önce yazdığı bir çalışmayı tesadüfen okuduğunda, bu unutulmuş araştırmanın muazzam önemini hemen anladı ve çok sevindi. Bateson Men­ del' in bezelyeleri için geçerli olan şeyin, bütün canlı organiz­ maların çoğunluğu hatta hepsi için büyük ihtimalle doğru ol­ duğunu ve bunun kalıtımı olduğu kadar evrimi anlamada da önemli etkileri olacağını anlamaya başlamıştı. Cambridge'de Bateson'la tanışan genç Vavilov bu çarpıa çalışmalardan ilham aldı. Ayrıca Bateson'ın Rusya'ya gitmiş olmasından da etkilenmişti. Bateson bitkilerin çevresi ve ge­ netik özellikleri arasındaki ilişkiyi yani neleri kalıtımsal ola­ rak aldıklarını keşfetmek amaayla, Vavilov'un memleketi Rusya steplerinde yetişen bitkileri incelemek için yaptığı zor­ lu gezilerin sonucunda "sürünmeye" enikonu alışkındı. Bate­ son artık ortaya çıkmakta olan çok önemli bir bilimsel alanın lideriydi. "Genetik" olarak tanınacak bilimin ilkeleri -aslında 66
Yok Etme Arzusu bu sözü bulan da Bateson'dı- Darwin' den bu yana biyologla­ rın gitgide daha çok ilgi alanına giriyordu, hem bu sadece bit­ kilerle alakalı da değildi. Belli bireylere arzu edilir özellikle­ rin bahşedilmiş olduğu fikri, bilim ve toplumda büyümekte olan bir odak noktasıydı. Ne var ki laboratuvar çalışmaları ve sahadaki temel laboratuvar çalışmaları daha başlangıç aşa­ masındaydı ve eldeki aletler halen epeyce sınırlıydı. Diğer çalışmalar arasında, bilimcilerin üzerinde araştırma yapmaya başladığı meyve sineği Drosophila melanogaster ça­ lıtması vardı. Bu sinekler her yerde bulunabilen çürük mey­ velerle beslendikleri için kısmen tutulması ve beslenmesi ko­ lay olduğu ve ayrıca bir hafta içinde cinsel olgunluğa erişip, hızla üredikleri için deneysel genetikçiler için özellikle değer­ liydi. Üstelik yalnızca dört tane çok büyük kromozomları vardır, basit bir mikroskop altında renklendirmek ve tanım­ lamak çok kolaydır. Thomas Morgan daha sonra Drosophila üzerindeki çalışmalarıyla, Fizyoloji yani Tıp Nobel Ödülü'nü kazanmıştır ve bu sinekler günümüzde bile genetikçiler için bir anahtar model niteliğindedir. Morgan'ın mükemmel ça­ lışması Vavilov üzerinde etkili olan önemli faktörlerden bi­ riydi: Genç Rus bu tarz çalışmaların biyolojideki en önemli sorunlardan bazılarına çözüm sunabileceğini fark etti. Vavi­ lov misyonu olan bir genç adamdı. Son derece özgeciydi ve bilimle uğraşmasının nedeni de, hiç şüphesiz diğer birçok bi­ limci gibi, yararlı bir iş yaptığına inanmasıydı. Vavilov bota­ nik alanında genetiğin daha iyi anlaşılmasının ürün verimi­ nin arhrılmasında son derece değerli olabileceğini ve bunun da birçok insanın yaşam koşullarının iyileştirilmesi anlamına gelebileceğini açıkça gördü. Bu yüzden hayatını bitki yetiştir­ me araştırmalarına adamaya karar verdi. Vavilov Cambridge'de Bateson'la birlikte aşağı yukarı iki yıl çalıştıktan sonra, büyük bir hevesle Rusya'ya döndü. O sı- 67
Baş Belası le.atlar rada yirmi dokuz yaşındaydı ancak makam sahiplerinin Va­ vilov için bir üniversite ortamında çalışmaya başlamasını zorlaşhracak planlan vardı. Rusya Birinci Dünya Savaşı'na kahlmışb ve Vavilov da cephedeki askerlerin ekmek yedik­ ten sonra neden hastalandıklarını araşhrmakla görevlendiri­ lerek İran' a gönderildi. Vavilov kısa sürede yaruh buldu: Ek­ meğe çavdarın zehirli bir türü bulaşmışb. Dolayısıyla soru­ nun çözümü Vavilov'un yanıh bulmak için yapbğı yolculuk­ tan bir hayli kolaydı; Vavilov bu yolculuğu düşman toprak­ larında yüksek rakımda son derece sert iklim koşullan alhn­ da yapmışb. Yanında topu topu iki taşıyıa, kilolu bir rehber ve alb yük hayvanı olan Vavilov Demri-Shaug buzulunu geç­ mek zorunda kalmışb. Buhara valisinin büyük bir ahmaklık olarak nitelendirdiği bir yolculuktu bu. Cold Spring Har­ bor' da bir genetikçi olan arkadaşım Jan Witkowski'nin2 de dikkat çektiği gibi, günümüzde kimsenin uygun kıyafet, uy­ du telefonu ve küresel yer bildirim teknolojisi olmadan çık­ mayı göze almayacağı bir yolculuktu bu. Gel gör ki Vavilov bu işe yalnızca üç parçadan ibaret kıyafetiyle girişmişti. Görevinin resmi bölümünü tamamlayan Vavilov, bu yol­ culuğun bölgenin soğuğa son derece dayanıklı bitkilerini toplamak ve incelemek için mükemmel bir fırsat olduğunu gördü. Zahmetli ve itinalı çalışmasını güdüleyen sadece aka­ demik ilgisi değildi. Bu sert ortamda bu türlerin nesiller bo­ yu nasıl evrim geçirdiğini çözebilirse, Rusya'run kuzey kı­ sımlarında açlıktan ölen insanları beslemek için ekilebilecek­ lerini veya melezlenebileceklerini düşünüyordu. 1916'da memleketine döndüğünde, bütün ülke kargaşa içindeydi ve Mart 1917'de çar tahttan çekildi. Ekimde Bolşe­ vikler yönetimi ele geçirince Rusya iç savaşla karşı karşıya kaldı. Politik kargaşayla birlikte, 1920 itibariyle ciddi yiyecek 68
Yok Ebne Arzusu sıkınhsı baş göstermiş, birçok büyük şehirde su ve elektrik kaynaklan kesilmiş ve çok sayıda fabrika, dükkan, üniversite ve hastane terk edilmişti. Vavilov'un çalışmakta olduğu Pet­ rograd'da birçok insan açlık çekiyordu. 1921 itibariyle kor­ kunç bir kıtlık bütün Rusya'yı etkisi alhna alınca Vavilov va­ tandaşlarının beslenmesine yardıma olmak için botanik araş­ bnnalannı kullanmaya karar vermişti. Vavilov genç olmasına rağmen kısa sürede üst düzey bir �ademik unvan elde etti. Birçok Rus aydınının aksine -Stra­ vinsky, Prokoviev, Chagall, Kandinsky, Nabokov ve Gorky gibi- Bah Avrupa' da daha refah bir hayat sürmek için mem­ leketi Rusya'yı terk etmedi. Önemli olduğuna inandığı bu amaca kendini gönülden adayan Vavilov, sonraki birkaç yıl, çabuk yetişme özelliği sayesinde memleketindeki açlığı gide­ rebilecek tahıl ve sebzeleri araşhrmak için çok sayıda keşif gezisine çıktı. Bu geziler sayesinde tarihte hiç kimsenin yapa­ madığı kadar çok sayıda bitkinin doğum yerini tanımlama onuruna erişti. Tarımın kökenlerine dair o ana dek kabul gö­ ren bilime karşı çıkan Vavilov, tarımın Fırat ve Nil gibi ve­ rimli vadilerde değil, en büyük tür çeşitliliğinin olduğu en ücra sıradağlarda ortaya çıktığını iddia etti. Vavilov kısa zamanda büyük bir ün kazandı. Özellikle dağlık bölgeleri olan ülkelerde yoğunlaşarak, bütün dünyada ekilip biçilen bitkileri sistematik biçimde incelemeye başladı. Kuzey Afrika, Ortadoğu, İran, Afganistan, Meksika, Çin, Mo­ ğolistan, Japonya ve Hindistan'a keşif gezileri yaptı. Peru ve Bolivya' ya yaptığı geziler sırasında patatesin on iki yeni türü­ nü tanımladı. Toplamda 250.000'den fazla bitki türünün to­ humlarını toplayıp arşivledi; bu sayıya hiçbir bilimci erişe­ memiştir. Böylelikle Rus Devrimi'nden sonraki birkaç yıl içinde Vavilov Sovyetler Birliği'ndeki en saygın bilimcilerden 69
Baş Belası icatlar biri haline geldi. Prestijli Sovyet Bilimler Akademisi'ne seçil­ di ve son derece önemli bir kurum olan Bitki Islah Enstitü­ sü'ne müdür olarak atandı. Çok sayıda nişan aldı ve 1926'da tahıl bitkisinin genetiği üzerindeki çalışmalan nedeniyle en yüksek nişan olan Lenin Nişanı'na layık görüldü. Peki ya elma meselesi? Vavilov elmanın kökenlerini, araş­ hrmalan sırasında ziyaret ettiği, iklimi sert yerlerden birinde, Kazakistan ve Çin arasındaki Tien Shan Sıradağlan'nda tes­ pit etti. Yaklaşık altmış yıl sonra, Oxford Üniversitesi Bitki Bi­ limleri Departmanı'ndan Barrie Juniper'in yaptığı araşhrma­ lar Vavilov'un bulgulanru doğruladı. Günümüzde dünyada aşağı yukan 7.500 çeşit elma türü var, hepsi de Tien Shan'ın kuzey yamaçlanndaki Kazakistan'ın Ili Vadisi'nde bulunan küçük, tatlı tür bir tür olan Malus sieversii' den türemiştir. Böl­ genin en büyük şehrine boşuna Alma Ata demiyorlar. Mendel'in ilkelerinden ve Bateson' ın öğretisinden ilham alan Vavilov genetik bilgisi ve dünyanın birçok bölgesinden bin bir zahmetle topladığı muazzam sayıda tohum sayesinde, kayıtlı tarihin başlangıcından bu yana çiftçilerin başarmaya çalıştığı şeyi yapabilecek en mükemmel pozisyonda gibi gö­ rünüyordu. Vavilov iklime dirençli özellikleri kalıtımla alan, bereketli ve verimli ürünler melezleyip yetiştirebilirdi. Sov­ yetler Birİiği'ndeki çiftçilerin yazgısını düzeltecek ve ülkeyi kasıp kavuran açlığı giderebilecek bir fırsat mevcuttu. LYSENKO: POLITtKA BiLiME BASKIN ÇIKIYOR İşte bu noktada meşum şahsiyet Trofim Denisovitch Lysenko öykümüze girer. Lysenko bazı yönlerden bu öykünün Ras­ putin'idir. İncecik, dünya nimetlerinden elini eteğini çekmiş izlenimini veren çehresiyle fiziksel görünüm açısından Ras­ putin'in tam tersi olabilirdi, ama son derece aamasız ve hırs­ lı biriydi. Sanki başansı arttıkça da haysiyetsizliği ve kincili70
Yok Etme Arzusu gi de artıyor gibiydi. Tüm bu veçhelerden bakıldığında, çok idealist olan Vavilov'un tam tersiydi. Aynca aile geçmişi de çok farklıydı. Lysenko'nun ailesi rençper soyundan geliyor­ du ve kendisi çok az bir eğitim görmüş, hiç üniversiteye git­ memişti. Eskiden ziraat eğitimi almıştı, Azerbaycan' da bir ta­ rım kuruluşunda kıdemsiz teknisyen olarak işe girdi. Bura­ daki işi, en iyi büyükbaş hayvan yemini ve bahardaki ekim için organik gübreyi alabileceği bezelye fidelerini seçmekti. Bu az bilinen pozisyonda bir müddet çalışhktan sonra, yerel blr gazetecinin yazdığı bir makale sayesinde şans eseri dikkat çekti. 1927' de umulmadık bir anda günlük resmi gazete Prav­ da Lysenko'nun çalışmasını coşkulu bir haber yaptı. Görü­ nüşte Lysenko'nun bezelyeleri sert kışı atlahp değerli bir ürii n olduğunu ispat etmişti. Burada Pravda için iyi bir poli­ tik malzeme söz konusuydu: ezoterik akademik meseleler­ den heyecana kapılan değil de pratik sorunları irdeleyen "ya­ lınayak bir bilimci". Pravda'nın yazdığına göre, yalnızca yir­ mi dokuz yaşındaki bu "takdire şayan genç adam" akade­ misyen genetikçiler gibi "meyve sineklerinin bacakları hak­ kında ipe sapa gelmez çalışmalarla" ortalığı kanşhrmıyor, beceri ve teknolojisini çorak arazileri verimli kılmak uğruna kullanıyordu. Bu haber klasik Marksist düşünceyi gösteriyor­ du, proletaryaya pratik bir faydası dokunmayan, şatafatlı ça­ lışmalara çok fazla gömüldüğü farz edilen aydın kesimiyle (bu durumda Vavilov ve meslektaşları gibi insanlar) alay edi­ yordu. Belki de bu politik çevrede, Vavilov'un bilimsel kay­ naklar konusundaki yetkisinin, fevkalade başarısının ve baş­ ka ülkelerden aldığı övgünün bazı meslektaşları arasında kıs­ kançlığa yol açması kaçınılmazdı. Bahçecilik hakkında iddialı açıklamalarda bulunarak ken­ disi hakkında yapılmış bu reklamdan yararlanan Lysen­ ko'nun fikirleri kısa süre sonra mercek altına alındı ve Krem71
Baş Belası icatlar lin çevrelerinden destek buldu. Lysenko'nun "yeni" teknolo­ jisi, kısa sürede kitleler için yararlı yiyecek kaynaklan elde et­ me sorununa parlak bir çözüm sunuyor gibi görünüyordu. Lysenko bir tohumun çevresinin manipüle edilmesinin, yal­ nızca filizlenmeden sonra meydana gelen bitkiyi değil sonra­ ki nesilleri de değiştirebileceğini öne sürdü. Belki de komü­ nist bir devlet, Marksist ideallere uygun olan bu varsayıma özellikle açık bir ortamdı: Kalıhmla geçmiş, idrak edilen bu "elitist" avantajlar, sosyalist bir inisiyatif tarafından daha iyi bir çevre elde etmek adına hükümsüz kılınabilirdi. Lysenko tohumların muhafaza edildiği sıcaklığın, tohumların sonraki gelişimi üzerinde derin bir etkisi olduğunu iddia etti. Özel­ likle "vemalizasyon" -bahar şartlarının dinlendirilmesi- adı­ nı verdiği süreci keşfettiğini ve bunun daha iyi ürünler elde etmede son derece yararlı olduğunu öne sürdü. Bu aslında yeni bir fikir değildi. Benzer bir fenomen yaklaşık yetmiş yıl önce zaten sunulmuş ve çok sınırlı bir değeri olduğu keşfedil­ mişti. Vavilov Lysenko'yu ve çalışmalarını duyduğunda bilim­ sel eğitimi onu doğal olarak çok kuşkucu yaptığı halde bu fi­ kirleri hemen reddetmedi. Doğrusunu isterseniz, iyi bir bi­ limcinin olması gerektiği gibi, hayranlık uyandıracak derece­ de açık fikirliydi. Lysenko'nun iddialan her ne kadar müm­ kün görünmese de anlamaya çalıştı. Düşünmeden reddet­ mek yerine, tohum sıcaklığının sonraki gelişimde bir rolü olabileceği hipotezini test etti. Ancak bütün deneyleri aynı negatif sonuca çıkıyordu; dikkatle topladığı bütün kanıtlar, genetik kalıtım yasalarının daha iyi bitkiler yetiştirmede asıl temel olduğunu gösteriyordu. Farklı türlerin melezlenmesi­ nin, bitkilerin filizlendiği veya yetiştiği çevrede yapılan bazı manipülasyonlara göre çok daha iyi sonuç verdiği ortaya çık­ tı. Bununla beraber Vavilov, Lysenko gibi toprakla içli dışlı 72
Yok Ebne Arzusu çalışmış ve bitkilerin büyümesini gözlemlemiş uzman "bah­ çecilerin", zirai verimleri artırmada değerli katkılan olabile­ ceğini canı gönülden kabul ediyordu. Açıkçası Lysenko bi­ limsel yöntem hakkında çok az şey bilmesine ve matematik­ sel değerlendirme ile istatistiksel analizi küçümsemesine rağ­ men, Vavilov onun mükemmel bir teknisyen olduğunu dü­ şünüyordu. Lysenko'nun ve Lysenko gibilerin cesaretlendi­ rilmesi gerektiğini düşünen Vavilov onunla irtibatını sürdür­ dü; ona yardım edip korudu, kendini Lysenko'nun hamisi gi­ Gi gördü. Ne zaman bir fırsat çıksa, çalışmalarını bilimle ilgi­ lenenlere sunması ve bilim camiasında daha iyi tanınması için ona değerli olanaklar sundu. Ancak Lysenko'nun ileri sürdüğü fikirler bilimsel açıdan gitgide daha şüpheli görünüyordu. Saygın biyologlar uzun süre önce, edinilen özelliklerin kalıhmla aktarılabileceğini id­ dia eden Lamarkçılık ilkelerinin hatalı olduğunu göstermişti. Seçkin bir botanikçi ve ilk evrim teorisyenlerinden olan Fran­ sız Jean-Baptiste Lamarck bir yüzyıl önce, yaklaşık Fransız Devrimi sırasında, bir bitki veya hayvanın çevresinin etkisi sonucu değişebileceğini ve bu adaptasyonların sonraki nesil­ lere aktarılabileceğini ileri sürmüştü. Sık sık alınhlanan bir örnek de zürafadır, uzun ağaçların tepelerindeki en yeşil fi­ lizleri yiyebilmesi için boynunun uzadığı ve bu yararlı özelli­ ği daha sonraki nesillerin açlıktan ölmesini önlemek için on­ lara aktardığı öne sürülür. Benzer şekilde, Lamarck' a göre, bir organizmanın vücudundaki kullanılmayan yapıların kü­ çülmesi ve bu körelmenin sonraki nesillerde görülmesi gere­ kir. Böylece Lamarck başarılı bir türün, çevresine uyum sağ­ ladıkça yavaş yavaş oluşan sürekli bir değişimin bir ürünü olduğu kuramını ortaya koydu . Bu fikirler peyderpey göz­ den düşmesine ve yirminci yüzyılda neredeyse bütün saygın ana akım bilimciler tarafından gitgide daha çok reddedilme73
Baş Belası icatlar sine rağmen, zamanında bu fikirler evrimin biyolojide kilit bir güç olarak kabulü yönünde ablınış önemli bir adımdı. Ne var ki Lysenko şanslıydı, bilimsel kültürüyle tanınma­ yan, devlet kontrollü basın onun çalışmalarını hayranlık ifa­ deleri içinde yayımlamaya devam etti. Kremlin içinde gitgide daha çok destek gören Lysenko en sonunda Sovyet tarihinin kritik bir anında Stalin'in yakın çevresine girdi. O sıralar ta­ nın politikasının politik önceliği fazlaydı. Stalin Sovyetler Birliği'nin tarımını kolektif hale getiriyordu ve bilimin ona sunabileceği her tür yardıma ihtiyaa vardı. 1929'un sonuna gelindiğinde dünya mali bir krize girmişti. Wall Street bat­ mışb ve Stalin'in SSCB'yi üstün bir küresel güç yapma gibi bir tutkusu vardı. Bilimi yeni ekonomisine güç verecek bir şey gibi görüyordu, onun ütopyasında doğa teknologların işine geldiği gibi değiştirilecekti. Projesinin kilit yönlerinden biri halen hayli verimsiz olan ve hemen hemen ortaçağ yön­ temleriyle devam eden Sovyet tarımını modernleştirmekti. Stalin'in planı göçebe rençper tarımını kaldırıp yerine yoğun tahıl ekimini getirmek, Orta Asya'nın açık ovalarının devasa arazilerini tahıl yetiştiren geniş tarlalara çevirmekti. Bu top­ rakların çoğunluğunun, hayvanalık dışında bir şey için uy­ gun olmadığını iddia eden Vavilov gibi uzmanların nasihat­ leri dikkate alınmıyordu. Böylelikle genelde aletleri ve evleri olmayan Kazakistan'ın göçebeleri standartların albndaki top­ raklar üzerine inşa edilmiş devasa kolektif çiftliklere yönlen­ dirildi ve onlara tahıl ürehneleri söylendi. Kazaklar tabii ki biraz direndi, çoğu hayvanlarını devlete vermektense katlet­ ti. Buna karşılık Stalih askerlerini gönderdi. Stalin'in kolektif­ leştirme planlan sona erdiğinde, bir milyondan fazla Kazak -nüfusun dörtte biri- ya idam edilmiş ya da açlıktan ölmüş­ tü. Ukrayna' da durum daha da korkunçtu. Stalin'in oradaki 74
Yok Etme Arzusu refonnlann sonucunda, kulak adı verilen en az 5 milyon ara­ zi sahibi çiftçinin açlıktan öldüğü tahmin ediliyor. Lysenko'ya gitgide daha çok kaynak veriliyordu. Lysenko kendisine verilen tam yetkiyle çok sayıda masraflı ve yarar­ sız tanın deneyi yaph, amaa ekime uygun olmayan doğu steplerini altın tahıl denizlerine dönüştürmekti. Bu deneyler­ den birinde 800.000 ambız kullanıldı ve sonunda uzun vade­ de Lysenko'nun diğer deneylerinden daha yararlı olmadığı ortaya çıktı. Ancak başarısızlıklar devrim karşıtlarının müda­ ha1eleri diye geçiştiriliyordu. Kulakların gittikçe artan direni­ şiyle karşılaşan Stalin "şehirlerde ve kırsalda kapitalist öğele­ re karşı" sosyalist bir taarruz yapılmasını talep etti. Bunu kit­ le halinde tutuklamalar ve yaklaşık 6 milyon köylünün sür­ gün edilmesi izledi. Bu politikayı kabul etmeyen bilimcilere de eziyet edildi. Lysenko'nun çalışmalarına kusur bulmaya cüret edenler sosyalizm yerine bizzat Stalin'in düşmanları olarak kabul edildi. 1929' da yaklaşık 700 üst düzey akade­ misyen ya kovulmuş ya da tutuklanmışh ve istemedikleri birçok tanın bilimcisinden de kurtulmuşlardı. O zaman itiba­ riyle Vavilov şahsen güvende görünüyordu ama birkaç mes­ lektaşı " sabotaj" suçlamasıyla tutuklarunışh. Vavilov'un, Lysenko'nun deneylerinden ve izlediği yöntemlerden rahat­ sızlık duymaya başlaması kaçınılmazdı. Çok geçmeden o da dışlanmış olduğunu fark etti. Mart 1930'da Stalin'in gizli po­ lisi OGPU Vavilov hakkında bir dosya açb (no. 006854). Bir muhbir Vavilov'un Leningard'taki ekibi içinde devrim karşı­ h bir hücrenin olduğunu bildirdi; çok geçmeden araştırma stratejisine ilişkin onunla aynı fikirde olmayan veya kin bes­ leyen bir iki eski meslektaş gizli suçlamalarda bulunmaya başladı. Çok küçük fikir aynlıkları bile ekip içindeki ilişkileri bozmaya başladı. En sonunda bu sayede, soruşturma yapan­ ların Vavilov'un bu tehlikeli grubun lideri olduğunu "ispat- 75
Baş Belası icatlar laması" kolay oldu. Tutuklanan ve toplu halde psikolojik baskıya, uykusuzluğa, tehditlere ve fiziksel şiddete maruz kalan daha alt kademelerdeki bilimciler "itirafta" bulunup, Vavilov'u süreçte suçlu çıkardılar. 1936 itibariyle Sovyet biyolojisinde etkili olan iki kamp vardı. Lysenko giderek daha sözü geçer hale geldi ve bilim­ sel olmayan genetik eleştirilerini yayımlama imkanını daha çok buldu.3 Mesele sadece Vavilov gibi insanların çevrenin önemini "kabul edememesi" değildi; Lysenko genlerin nesil­ den nesile değişmeden aktarılan kalıtsal yapılar olduğu görü­ şünü de reddetti. Bu açık Lamarkçılık taraftarlığı Sovyetler Birliği dışında giderek artan bir alay konusuydu ve bilimciler geleneksel Sovyet bilimcileri karşısında hayrete düşüyorlar­ dı. Bu esnada parti politikası gitgide daha çok Lysenko'nun tarafında yer alıyor, Sovyet ziraatını mahvedip daha çok açlı­ ğa yol açıyordu. 1 935'te Stalin'in sağ kolu Molotov, "Birkaç bilimcinin hala Lysenko'ya aktif destek vermeyi gerekli gör­ memesi garip değil mi?" diye yazdı. Lysenko'dan yöntemle­ rine alenen karşı çıkanları ihbar etmesi istendi. Lysenko üç meslektaşıyla birlikte Vavilov'un ismini verdi. Ertesi gün Pravda, Trofim Lysenko'ya SSCB'de en büyük şeref nişanı olan Lenin Nişanı verildiğini yazdı. O yıl 700 kişi partinin tarım kongresine kahlacakh. Vavi­ lov Lysenko'nun genetik konusundaki cehaletini göstermek amaayla kongre merkezinin lobisinde bilimsel bir gösteri dü­ zenlemek için bu etkinlikten faydalanmaya karar verdi. Adamlarına, hücre bölünmesi sırasında bitki kromozomları­ nı farklı gelişim aşamalarında gösteren, boyalı lamları olan mikroskoplar kurdurttu. Gösterinin iyice anlaşılabilmesi için, mikroskobik preparatların yanına açıklayıcı şema ve etiketler kondu. Lysenko birkaç dakikalığına mikroskoptaki kromo­ zomları inceledi, şemalara baktı ve gördüklerini aşağılayıcı 76
Yok Etme Arzusu bir tavırla reddetti. Merceğin altında gördüğü kromozomları Vavilov'un ekibi numuneleri hazırlarken ortaya çıkan yapay bir madde olarak tanımladı. Bilimsel ihtilaflar genelde halkın çok ilgisini çeker ve bu anlaşmazlık da bir istisna değildi. Pravda' da yayımlanan haberler öyle ilgi uyandırdı ki bekle­ nen 700 katılımcı yerine 3.000' den fazla insan akın edince kongre daha büyük bir salona taşınmak zorunda kaldı. İki adam arasında bir yüzleşme yaşanması artık kaçınıl­ maz hale geliyordu. Vavilov daima uzlaşmacı davrandığı, dipalomatik ve ılımlı bir yol izlemeye çalıştığı halde, Lysenko kötü niyetli ve kibirliydi. Lysenko genlerin var olmadığını ve mikroskopta görülen genlerin genetikçilerin yaptıkları bir şey olduğunu iddia etmeye devam etti. Elinde bu Yeni-La­ markçı görüşlerini destekleyecek ciddi deneysel veriler yok­ tu ama genetikçiler Lysenko'nun yaymaya çalıştığı saçmalığı yıkmaya isteksizdi veya yıkamıyorlardı. Kongrenin sonuna doğru, bilimsel tartışmalar doruğa çıktığında çok talihsiz bir müdahale oldu. Amerikalı genetikçi Herrnann Muller geneti­ ğin ilkelerini savunmak için söz aldı. Ancak savunmaktan fazlasını yaptı, Lysenko'nun önceki saçmalığının sorgulan­ mamasına göz yummadı ve safi "astroloji" uyguladığını ima ederek ona "şarlatan" dedi. Lamarkçıhk doğru olsaydı, dedi Muller, zihinsel gelişim için daha az fırsat sağlayan şartlar al­ tında yaşayan insan ve sınıfların doğuştan aşağı olduğu anla­ mına gelirdi. Böyle görüşler, dedi, faşist ve ırkçıdır. Bunun sonucu ise Vavilov'un felaketi oldu. O zaman itibariyle, Hit­ ler halihazırda "üremeye uygun olmayanların" soy ıslahı manipülasyonu ve kısırlaşhnlması fikrini ortaya atmıştı ve buna karşılık Kremlin de soy ıslahı konusunun tartışılmasını dahi yasaklamıştı. Muller belki de tecrübesizliğinden tüm bunların önemini kavrayamamıştı: Yeni-Lamarkçılığı destek­ leyenleri ve onlarla birlikte Joseph Stalin'i de ırkçı ve faşist ol­ makla suçladığını. 77
Baş Belası icatlar AC KAPANIYOR Vavilov uluslararası ünü ve dünyadaki birçok bağlanhsı sa­ yesinde güvende olacağını umuyordu. Sonuçta çalışmaları Sovyet bilimine hala saygı duyulmasının nedenlerinden bi­ riydi. Ne var ki Stalin kan dökmeye başlamış ve 1937'ye ge­ lindiğinde terör iyice artmışh. Stalin parti çizgisine mutlak sadakat istiyordu ve herhangi bir şekilde fikir ayrılığını ifade eden üst düzey insanlar dahi tutuklanıp vuruluyordu. Sovyet basını Vavilov'a, "gen ve kalıhmla ilgili dini görüşleri" ve be­ lirli insanların -örneğin varlıklı ve aristokrat aileler- "en de­ ğerli genlere" sahip olduğu gibi anti Marksist görüşleri yü­ zünden acımasızca saldırdı: Bunlar Vavilov'un gerçek savla­ rının bir parodisiydi. O an itibariyle tasfiyeler hız kazanması­ na rağmen, yurtdışında saygın bir şahsiyetin aleni tutuklan­ ması Stalin için utanç kaynağı olacağından Vavilov' a dokun­ madılar. Fakat artık Vavilov ne zaman büyük bilim konfe­ ranslarında konuşsa Stalin ya kahlmıyor ya da gösterişli bir biçimde salonu terk ediyordu. 1939'da Lysenko Lenin Akademisi'nin başına getirilmişti. Arhk Sovyet biyolojisindeki en güçlü adamdı. Vavilov'u iyi­ ce aşağılamaya kararlı olan Lysenko görüşlerini açıklaması için onu baharda Moskova'ya çağırdı. Bu korkunç mülakat Lukyanenko adındaki başka bir partili tarafından kaydedildi. Yapılan bu sorgu bilimcileri zaman zaman etkisi alhna alan hastalığın bir örneğidir: kökü mesleki kıskançlık olan acıma­ sız saldın. Lysenko, patateslerin Rusya' ya Amerika' dan ithal edildiği iddia edilmesine rağmen, yeni türlerin sırf ortamları­ nın ayarlanarak Moskova, Kiev veya Leningrad' da üretilebi­ leceğini öne sürdü. Mülakat sırasında çeşitli aşamalarda Lysenko'nun infazcısı Lukyanenko halen kayıtlarda da yer alan tuhaf müdahalelerde bulundu. Örneğin türümüz homo sapiensin Sovyetler Birliği dışında ortaya çıkmış olabileceği 78
Yok Etme Arzusu olgusunu sorguladı. "Marksizm'in yegane bilim olduğu" ve "Darwin'in, Marx, Engels ve Lenin'in sunmuş olduğu gerçek bilgi dünyasının bir parçası olduğu" iddialarında bulundu. Görünüşe göre ilk başlarda Vavilov kendini kontrol edebili­ yor ve mantıklı bir şekilde yanıt verebiliyordu ancak en so­ nunda kendi bilimsel biyoloji görüşünü savunmaktan vaz­ geçti. Mülakat Lysenko'nun Vavilov'a karşı önlemler alınma­ sı gerektiği tehditleriyle sona erdi. Ağustos 1939 itibariy�e Vavilov hala görev başında olma­ sına rağmen esasen mahvolmuştu. Çalışmalarını ulusal bir konferansta sergilemesine izin verilmeyince, Vavilov Mosko­ va'ya gitti ve Lysenko'nun ofisini bastı. Vavilov'un, dehşete düşmüş Lysenko'yu yakasından tutup, Sovyet bilimini mah­ vettiği için bağırıp çağırdığını gören görgü tanıkları ifadeleri var. Rejim yurtdışında böylesine saygı gören bir adamı berta­ raf etmenin zor olduğunu görse de en sonunda kariyerini bi­ tirmenin incelikli bir yolunu buldu. 19-lO'da Vavilov Batı Uk­ rayna'nın ücra bir köşesine araştırma görevine gönderildi. Yolculuğa çıktığında arkadaşları, ailesi ve dünyayla iletişimi kesilir kesilmez, dört gizli servis ajanı ücra Chemovtsy kasa­ basında yanına yaklaştı. Ona acil bir devlet işi için Mosko­ va' dan çağrıldığını söylediler. Arabaya bindirip Moskova'ya gitmeden önce Lvov ve Kiev'e götürdüler. Beraber seyahat ettiği ekibi ve ailesi devlet tarafından kaçırıldığından tama­ men habersizdi. Vavilov sorgulama için Lubyanka'ya götürülür götürül­ mez, ustalıkla "gözden kaybettirildi". Sonraki birkaç ay uy­ kusuzluğa, acımasız sorgulamalara ve gitgide artan işkence­ lere maruz kaldı. Stalin'in hapishanelerinde sorgulama altın­ daki politik mahkumların çektikleri pek incelenmez ve belki de en iyi burada gözlerden uzak tutulmuştur. Vavilov'un da acı ve hakaretten payını aldığını söylememiz yeterli olur. Va79
Baş Belası icatlar vilov Lysenko'nun ve Stalin destekçilerinin sunduğu "kanıt­ lara" dayanılarak. casusluk ve diğer devrim karşıtı faaliyet­ lerle suçlandı. On bir ay boyunca 400 kereden fazla sorgulan­ dı. Genellikle sorgulama en az dört saat sürüyordu, bazen de bütün gece. Gizli polisin çektiği fotoğraflarda, bir deri bir ke­ mik kalmış, vaktinden önce ihtiyarlamış, boş boş bakan biriy­ di. Daha sonra onunla aynı hapishanede kalanlann verdikle­ ri ifadelere göre, korkunç bir adam olan baş sorgucu Kvat ta­ rafından gece boyunca sorgulandıktan sonra artık ayakta du­ ramaz hale gelmiş ve hücresinin köşesine kadar ancak çok yavaşça emekleyerek gidebilmiştir. Orada halden anlayan hücre arkadaşları onu biraz rahatlatmak için lime lime olmuş çizmelerini şişmiş bacaklanndan zorlukla çıkarmışlar. Daha sonra yapılan göstermelik bir duruşma Vavilov'u suçlu bulup ölüme mahkum etse de ölümünün yol açabilece­ ği olumsuz reklam riskini göze almak istemediler. Bu yüzden onu adeta çürümeye terk ettiler. Kaderin şu garip cilvesine bakın ki Vavilov Rusya'run nispeten uzak bir bölümünde bu­ lunan Saratov' daki bir hapishaneye nakledildi. Eşinden ve oğlundan on beş dakikalık yürüme mesafesindeydi ki onlar yana yakıla nerede olduğunu bulmaya çalışıyorlardı ve son iki yılın çoğunu, ölü mü yoksa diri mi olduğunu bile bilme­ den onu aramakla geçirmişlerdi.4 Hapishanede birkaç ay kal­ dıktan sonra, aç milyonları doyurmayı umut eden bu iyi ve dürüst adam hücresinde açlıktan ve dizanteriden öldü. BİR TRAJEDiDEN ÇIKARILACAK DERSLER Bu üzücü öykü bu kitaptaki birçok temaya değiniyor. Birkaç kez daha genetik manipülasyon konusunu ve bu alandaki araştırmalann pratik uygulamasıyla ilişkili potansiyel değeri ve muazzam tehditleri ele alacağız. Tekrar ele alacağımız 80
Yok Etme Arzusu başka bir tema da devletin bilimi kontrol etmesi ve politika­ oların, bilimcilerin ürettiği bilgileri nasıl kullanabileceği ve­ ya istismar edebileceğidir. Stalin dönemi SSCB'sindeki poli­ tik çevreyi, geçmişte veya şimdi tek örnekmiş gibi varsaymak aptallık olur. Günümüzde halen teknolojiyi tümüyle ahlaka aykırı şekilde kullanmaya hazır birtakım totaliter rejimler var. Bizim nispeten liberal demokrasimiz gibi seçimle iş başı­ na gelmiş "halim selim" hükümetler dahi, bilimsel verilere yanlış anlamlar yükleyebilir veya bilimin sunduğu bilgiyi kendi amaçlan için kullanabilir. Başka bir mesele de karmaşık teknolojinin başarılı olma­ masının sonuçlarıyla alakalıdır. SSCB' de tarım fiyasko ile so­ nuçlandığında sonuç felaket oldu. Stalin'in diktatörlüğü sıra­ sında açlıktan ölen toplam insan sayısına dair tahminler de­ ğişmektedir, ama Sovyet tarımının tamamen çökmesi ki tek­ nolojinin kötüye kullanımı önde gelen faktördür, kesinlikle milyonlarca Sovyet vatandaşının ölümüne yol açmışhr. Sov­ yetler Birliği'nde, başka yerlerde olduğu gibi, insanlar tarım teknolojisine tümüyle bağımlı hale gelmişti. Tarım başarısız­ lıkla sonuçlandığında, toplumun çoğunu uygun şekilde bes­ leyebilecek başka bir pratik yöntem yoktu. Ayrıca tekrar ele alacağımız başka bir ilginç tema daha var: bilimsel "hakikatin" yapısı. Yirminci yüzyıl ilerlerken, hiçbir saygın bilimci neticede Lysenko'nun iddialarında bir tuhaflık olabileceği fikri üzerinde düşünüp taşınmaya hazır değildi . Günümüzde Lamarkçılık ciddi biyologlar için çok kötü bir şeydir. Bilimsel "hakikat" edinilen özelliklerin kalıt­ sal olarak devralınmadığıru vurgular. Devralınsaydı -nadi­ ren bile devralınsaydı-, evrim teorisinin ana ilkesi olduğu büyük ölçüde kabul edilmiş olan Darwin' in doğal seçilim gö­ rüşü tartışmalı hale gelirdi. Oysa 11. bölümde göreceğimiz gibi, nispeten yeni bir bilim olan epigenetik organizmaların 81
Baş Belası icatlar çevrelerine tepki olarak değişebileceklerini, bu değişiklikle­ rin ara sıra kalıtsal olarak devralınabileceğini ve dolayısıyla kuşaklar arasında aktanlabileceklerini öne sürer. Yani sonra­ ki nesillerin sahip olduğu bazı özelliklerin nedeni ana baba­ nın ait deneyimleridir: DNA'nın asıl "harfleri" değişmediği halde bu olur. Epigenetik çalışmaları sayesinde bunu müm­ kün kılan mekanizmaların bazılarını anlamaya başlıyoruz. Cehaleti ve önyargıları yüzünden Sovyet tarımını çoğunluk­ la mahveden veya zarar veren ve bu yüzden milyonlarca va­ tandaşının açlıktan ölmesine neden olan Lysenko'nun netice­ de kalıhm hakkında tümden yanılmamış olabileceği gerçeği oldukça ironiktir. Lysenko ile Vavilov hakkındaki öyküyü anlatma nede­ nim, yalnızca büyük bir bilimciyi onurlandırmak ve bilimsel bilginin iktidar sahibi ahlaksız insanlarca nasıl kullanılabile­ ceğini göstermek değil, aynı zamanda öncelikle bütün tekno­ lojilerin en eskilerinden biri olan tarım konusunu gündeme getirmektir. Tarihimizde belli bir noktada, belli yerlerde, bit­ ki ekip biçmeye, hayva�lan evcilleştirmeye ve bu yöntemi çok yavaşça yerkürede yaymaya başladık. Bu dört dörtlük becerimiz başka değişiklikleri ateşledi: Gittikçe karmaşıkla­ şan toplumlar, yeni beceriler ve meslekler doğdu. Tanının or­ taya çıkmasını çevremizin efendileri haline geldiğimiz nokta olarak görmek kolaydır. Ancak Vavilov'un hayahnın mah­ volması ve Stalin'in planlarının başarısız olması uyarı sinyal­ leri olmalıdır. Topraktan salt almak yerine, toprağı sürerek ve toprağa bakarak haddi hesabı olmayan bir kazanç elde et­ tiğimiz su götürmezdir. Peki, neler kaybetmiş olabiliriz? 82
Üçüncü Bölüm YIPRATICI BİR VAROLUŞ İnsan ilişkilerinde önemli bir değişiklik yaklaşık 15.000 yıl önce, uzun süren soğuk bir dönemin ardından küresel ısınma başlayınca meydana geldi. Kuzey yankürenin önemli bir kıs­ mını kaplayan buz tabakaları ve buzullar �eneğin İskandi­ navya' daki- eridi ve deniz seviyesi çarpıcı biçimde yükseldi. Günümüzdeki Alaska ve Rusya arasındaki kara köprüsü su­ lar alhnda kalınca iki kıta ayrıldı. Güneydoğu Asya' da adalar anakaradan koptu. Sıcaklıklar da aşağı yukarı 7 santigrat de­ rece arth. Yaklaşık 3.000 yıl içinde, buzul çağının sonunda Kuzey ve Güney Amerika' daki birçok büyük memeli yeryü­ zünden silindi. Bu türler arasında, kocaman kılıç dişli kaplan (Londra'daki Doğal Tarih Müzesi'nde cam bir mahfaza için­ de, pek de inandına olmayan bir şekilde ağzını açmış, pire yemiş kürk ve alçıdan yapılma bir modeli görülebilir), mas­ todon ve uzun tüylü mamut, kürklü gergedan, dev kokarca, dev tavşan ve Kuzey Amerika'daki at ve deve vardı. Bilimci­ ler bir çeşit bakteri salgınının buna neden olduğundan şüphe ediyorlar, ama ölümcül bir enfeksiyona dair çok az kanıt bu­ lunabildi. Küresel düzeyde bir salgını gösteren ne bakteriyel ne de vira! bir ONA kanıh kesinlikle bulunamadı. Artan in­ san nüfusunun da o kadar çok hayvanı o ölçekte yok edebile­ cek ustalığa sahip olması da olası görünmüyor. 83
Baş Belası icatlar Bu istisnai iklim değişiminin fevkalade ani gerçekleşmiş ve bu büyük memelilerin uyum sağlayacak zamanı bulama­ mış olması muhtemeldir. Daha önceleri de buzul çağlan ol­ muş olmasına rağmen, başlangıç ve bitişleri çok daha yavaş gerçekleşmişti. Burada bizim için önemli bir mesaj var; çün­ kü günümüzde de küresel ısınmanın bizim türümüz de da­ hil, dünya üzerindeki yaşamı ciddi olarak etkileme olasılığıy­ la birlikte, yine büyük bir hızda meydana geldiğine dair ge­ nel bir fikir birliği var. Buzul çağının sonunda iklim değişikliği meydana geldi­ ğinde, yerküre üzerine dağılmış yaklaşık 5 milyon insan var­ dı. Ava-toplayıcı atalarımız ok ve yay gibi daha gelişmiş aletleriyle uyum sağladılar ve yiyecek arayışlarını artırdılar. Bütün bunlar olurken, hava durumu hızla istikrara kavuştu ve tarım için gerekli şartları sağladı. Arkeolojik kanıtlardan ve genetik çalışmalarından yararlanarak, bu değişimin nere­ lerde ve ne zaman vuku bulduğunu neredeyse kesin olarak söyleyebiliriz. Hatta nasıl meydana geldiğini açıklamak gibi makul bir işe bile kalkışabiliriz. Ancak birazdan göreceğimiz gibi nedenini söylemek o kadar kolay değildir. Her ne kadar bugün bizi zor duruma düşüren şey insan etkinliği olsa da 15.000 yıl önceki değişimin nedeni çok farklı bir şey olmalı­ dır. Değişmekte olan iklim yerkürenin beş bölgesinde insanla­ rın önce bitkileri ve sonra hayvanları evcilleştirmesine yar­ dımcı oldu. Ürdün vadisinden günümüzdeki Irak'a uzanan ve "Bereketli Hilal" olarak adlandırılan Yakın Doğu'da in­ sanlar MÔ 8500 civarında tahıl ü rünlerini seçmeye, ekip biç­ meye ve daha sonra da istenen özelliklere sahip küçük hay­ van türlerini yetiştirmeye başladılar. Epeyce sonra MÔ 3500 dolaylarında, benzer bir faaliyet Orta Amerika' da (Panama ve Kuzey Meksika arasındaki bölge) meydana geldi ve bun84
Yıpratıcı Bir Varoluş !ardan bağımsız benzer gelişmelerin olduğuna dair, şimdiki Çin (MÔ 7500), And Dağları ve Amazon havzasında (ikisi de yaklaşık MÔ 3500) ve Birleşik Devletler'in doğusunda (MÔ 2500) kanıtlar :,ulundu. Bu, doğrusunu isterseniz, bizim tek­ rar tekrar döneceğimiz bir temanın asal bir örneğidir. Kısaca, insanların yaptığı yenilikler dünyanın birçok yerinde, her­ hangi bir iletişim formuyla açıkça bağlanhda olmadan çoğu kez aynı anda vuku bulur. Bu ilk ziraatçılar çok farklı şekillerde yaşadılar. Dünyanın bilinen en eski, si,irekli yaşanan bir yerleşim yeri ve bu arada uzun dönemler boyunca, deniz seviyesinin alhnda insanların yaşadığı en alçak yer olan Eriha' da ilk çiftçiler kil tuğlalardan yan yana gelişigüzel evler inşa ettiler ve bu evlerin çevresini aşağı yukarı dairesel formda bir taş duvar ile çevirdiler. Buğ­ day ve arpa ekip biçtiler, vahşi hayvanları avladılar. Yaklaşık 5000 yıl sonra, günümüz Meksika' sının güney ucundaki Ti­ huacan Vadisi'nde insanlar küçük mısır, fasulye, kabak ve kırmızıbiber ektiler. Engebeli araziye uyum sağlayarak ya­ maçlardaki otlakları biçtiler ve toprak içindeki sığ bir oyuğun üzerine yerleştirilmiş tahta bir çatıdan ibaret konutlardan oluşan küçük, yarı-sabit köylerde yaşadılar. Ürünleri hasat etmek için sepet ve ağlardan da yararlanmalarına, çiftçilik fa­ aliyetlerine çok emek sarfetmelerine rağmen, ekilen ürünler yiyeceklerinin yaklaşık beşte birini oluşturuyordu. Yerküre­ nin diğer tarafında, Çin' deki Jiahu' da insanlar bir hendeğin çevrelediği daire ve kare biçimli gömme evlerden ibaret bir köyde yaşıyorlardı. Sarı Irmak boylarında pirinç ekiyorlardı. Erken bir aşamada yabani gıda maddelerine olan bağımlılık­ ları azalmışa benziyordu. Bu ilk Çinli çiftçilerin alkolü ve ya­ zının ilkel formlarını da geliştirdiğine dair ihtilaflı kanıtlar var. Buralardaki arkeolojik bölgeler kültürel ve sanatsal ka­ lıntılar yönünden dikkate değerdir. Araştırmacılar çanak 85
Baş Belası lcatlar çömlek, turkuaz taşından yapılma oymalar ve en ilginci de, kızıl taçlı tumanın kanat kemiğinden oyulma yaklaşık otuz flütün parçal arını buldular. New York'taki Metropolitan Sa­ nat Müzesi'nden Laura Tedesco'ya göre bu flütlerden bazıla­ rı hala çalınabilir durumda, yaklaşık doğru bir oktavda hru çıkarabilecek beş ila sekiz delikleri var. Peki, tanının belli bir alanda yapılıp yapılmadığını nasıl tespit edebiliriz? Bu soru en iyi atalanmızın süreçten ne bek­ lediklerini göz önüne alarak irdelenebilir. Yabani buğdayı MÔ 8500'den itibaren Yakın Doğu'nun arkeolojik kayıtların­ da görülmeye başlanan bir buğday türi,i olan kızıl buğdayla karşılaşhnrsak durum açıklık kazanır. Yabani buğday yayıl­ mak için rüzgardan yararlanır. Kabuklan dolup ağırlaşınca hassas kılıftan patlar, tohumlan esintiyle ve hayvanların ve insanların kürkleriyle dört bir yana yayılır. Küçük kızıl buğ­ day daha serttir: Kabuklan değerli yüklerini ancak bir aletle dövüldüklerinde verirler. (Şans eseri küçük kızıl buğday ilk insan yerleşimlerinde bilhassa ya,rarlı olmuş olabilir, çünkü toprakta daha zayıf besin maddeleriyle yetişebilir.) Tohumu­ nu kendi başına yayamayan bir buğday türünün ortaya çık­ ması bir anormallik, kazara ortaya çıkmış bir sapmadır. An­ cak tohumlarını koruyan bir buğdayın yararlı bir bitki oldu­ ğunun farkına varan insanlar bunu değerlendirmişlerdir. Bi­ yologların tercih ettiği terminolojiyle ifade edecek olursak, buğdayın arzu edilir özelliklerini "seçmişlerdir". Yabani otla­ n ve o tür yabani buğdayları yolarak ve yalnızca hasat edil­ mesi gereken daha sert buğdayı bırakarak rekabeti ortadan kaldırdılar. Buğday dövülmeye hazır olduğunda, bu "mutas­ yona uğramış" tohumlardan gelen tohumlar toplanıp tüketil­ di; bazıları insan dışkısı vasıtasıyla toprağa geri döndü ve ba­ zıları yeniden dikildi. 86
Yıpratıa Bir Varoluş Böylece arkeologlar ekin evcilleştirmeyle ilgili kanıt ara­ dıklarında, insan yaşamı için elverişli olan veya zevk verici nitelikleri yüzünden seçilen bitkilere dair izler ararlar. Bu ni­ telikler arasında yumuşak et, büyük, tatlı meyve, yenebilir ta­ ne ve aa olmama olabilir. Bu nitelikler bir bitki çeşidinde ve­ ya meyvede bulunduğunda ve diğerinde bulunmadığında, bu durum bu niteliklere sahip olanın evcilleştirildiğine dair güçlü bir göstergedir. İşte bu yüzden badem, patates ve laha­ na gibi yiyeceklerden hoşlanırız ki bunların yabani halleri çok daha az damak zevkine uygundur. Ancak insan yaratıalığını kutlayan bir kitapta, tarımın gerçekten de bir icat olup olmadığını sormalıyız. Bakteri ve­ ya buhar gücü bilgisinin keşfedildiği şekilde tarımın "keşfe­ dildiğinin" kanıtı nedir? TARIM: BAŞ BELASI Yaratılış Kitabı'nda rivayet edilen insanın Cennet Bahçe­ si'nden kovulması öyküsünün tekrar anlatılmasına gerek yoktur. Ancak kilit öğelere dikkat etmek gerekir. Başlangıçta Tanrı çalışır ve altı günlük yorucu çalışmadan sonra dinlenir. Bu öykü Sebt gününün kökenlerini açıklamasının yanında, başka bir nedenden ötürü de önemlidir. Çünkü Tanrı'run ya­ rattığı Adem hiçbir şey yapmaz. Kendisine yiyecek olarak hayvan, kuş, balık ve meyve sunulmuştur ama ondan bir şey istendiğine dair bir şey anlatılmaz. Kuşkusuz cennetinin bit­ ki örtüsünü ekmek, hayvanlarını beslemek zorunda değildir. İncil'de yazdığına göre, Tanrı Adem'i, yaratılmış canlıların çeşitli türlerine isim vermesi için getirir ki, pek zahmetli bir iş olmasa gerek. Bunun haricinde ilk insanın günlük yaşanu ol­ dukça rahat gibidir. Uyması gereken tek bir kural vardır: Bil­ gi Ağaa'run meyvesini yememek gibi basit bir kural. 87
Baş Belası icatlar Bu mutlu durum elbette Havva'nın bu yegane kuralı çiğ­ nemesiyle değişir. Tanrı günahkar kullarını azarlar, bahçe­ den atar. "Senin için toprak lanetli; ömrün boyunca onun ürünlerini keder içinde yiyeceksin; sana hep diken ve devedi­ keni verecek; sen çayırın otunu yiyeceksin; toprağa dönene dek terli yüzünle ekmek yiyeceksin." 1 Tanrı'nın insanlara laneti tarımdır. Arhk huzurlu bir avcı­ toplayıcı hayatı yaşamayan Tann'nın kulları, günlük yemek­ leri için şansı yaver giderse ağaçlardan olgun meyve koparır, içmek için de temiz akınhlardan su alır. Rızık bundan böyle "terli yüzle" kazanılacakhr, yani ırgat gibi çalışarak. Batı uy­ garlığının temel mitlerinden biri olan bu öyküye rağmen, ta­ rımı bir gelişme gibi görmemiz tuhaf kaçabilir. Hatta bazı ayrıntılı arkeolojik kanıtlara baktığımızda daha da tuhaf kaçabilir. Theya Molleson, Doğal Tarih Müzesi'nde­ ki kemikleri incelerken sırtın altında ve ayaklarda ciddi de­ formasyonlara yol açan artrit hastalığının az rastlanır bir tü­ rünü buldu.2 Bu travmatik hastalığın kanıtlarını günümüzde­ ki boyalı müralla karşılaştırınca bu muammalı durumun da köklerini keşfetti. Bu kemikler mısır öğüten insanlara aitti. İki işçi, birbiri üstüne yerleştirilmiş, iki ağır, yuvarlak taş olan eyer değirmenin yanında karşılıklı oturur, mısın öğütmek için üstteki taşı bin bir zahmetle ileri geri ittirirlerdi. Bu taşlar kocaman olduğundan öğüten kişilerin sırtları yoğun gerilim altındaydı, ayak parmakları da saatlerce kıvrılırdı, sırf fazla­ dan mısır öğütebilmek için. Ayrıca şu da enteresandır ki baş­ ka çalışmalar da diş köklerinde kumla karışık öğütülmüş un yemenin sebep olduğu apselerin varlığını göstermiştir. Haki­ katen de kan ter içinde rızıklanru kazanmışlar. Tarım geliştiğinde dahi problemler devam etti. Buz çağı­ nın sonunda Yunanistan ve Türkiye civarında yaşayan avcı­ toplayıcılann ortalama boyu, erkeklerde yaklaşık 1,78 m ve 88
Yıprahcı Bir Varoluş kadınlarda (65 m'ydi. Fakat tarım yayıldıkça ortalama insa­ nın boyu da hızla düştü. İnanılmaz gibi gelebilir fakat günü­ müz Yunanlı ve Türkleri günümüzde bile avcı toplayıcı ata­ lan kadar uzun boylu değildir. Illinois ve Ohio Irmakları vadilerindeki höyük kazılarında çıkarılan binlerce Kızılderili iskeletinin incelenmesi sonucu da benzer bulgular elde edilmiştir.3 MS 1000 dolaylarında ekilen mısırın ana besin maddesi haline gelmesiyle birlikte bu insanların sağlığı belirgin ölçüde kötüleşti. Ortalama bir ağızdaki çürük diş sayısı birden yediye sıçradı, apse ve diş kaybında da artış oldu. Çocukların dişlerindeki mine kusur­ ları annelerinin onları emzirirken ciddi derecede yetersiz bes­ lendiği izlenimini uyandırıyor. Anemi, tüberküloz, ekvator frengisi ve frengi gibi hastalıklar daha da yaygınlaştı. Nüfu­ sun aşağı yukarı üçte ikisi osteoartritten muzdarip gibi görü­ nüyordu. Önceden avcı toplayıcıların %5'i elli yaşını geçtiği halde, artık insanların %1'i bu yaşa gelebiliyordu. Çocukların yaklaşık %20'si beş yaşına gelmeden ölüyordu. Kıyaslama yapacak olursak, Kim Hill'in Venezuela'daki çoğu kez Yont­ ma Taş Devri'ndeki atalarımızın iyi bir modeli olarak görülen ve bir avcı-toplayıcı grubu olan Hiwi halkıyla yaptığı çalış­ ma, çocukların yaklaşık %9'unun, bu insanlar daha "uygar­ lıkla" tanışmamışken, beş yaşına gelmeden öldüğünü göste­ riyor: 1Iginçtir ki çoğu hastalıktan çok kaza veya cinayetten ölmüştür.' Bu tarz istatistiklerin ışığında incelersek, mısır ye­ tiştirmek sanki daha çok bir yıkımmış gibi görünüyor. Tarım sağlığa olan zararlarının yanı sıra, açıkçası tam bir eziyettir. 1960'larda Richard Lee ve lrven DeVore, yerkürede­ ki en sert koşullara sahip Kalahari Çölü'nde varlığını sürdü­ ren bir topluluk olan !Kung Buşmanlarını incelemeye başla­ dı.5 Bu insanların amansız şartlarda yaşadıklarını, güneşle birlikte uyanıp bütün gün topraktan birkaç kalori kazıp çı89
Baş Belası icatlar karmaya çalışan insanlar olduklarını düşünebiliriz. Gerçekte ise sıradan bir !Kung erkeği haftada yaklaşık alh saat avlanıp, geri kalan zamanda ağaçların altında ahbaplarıyla sohbet eder. Bu ağaçların arasında, besin değeri zengin meyve ve ka­ buklu yemişleri !Kunglann ihtiyacı olan kalorinin yaklaşık yansım sağlayan mongongo da var. Mongongonun çekirde­ ğinin %57'si yağ, %26'sı proteindir, mahun cevizine ve birçok baklagile çok benzer. Aynca meyvenin içindeki çekirdeği sa­ ran şeker sayesinde, ortalama bir yetişkin sadece 100 meyve yiyerek günlük enerji gereksiniminin %71 'ini karşılayabilir. Narnibya'nın bölgelerinde yerlilerin günde yaklaşık 100-300 meyve yedikleri gözlemlenmiştir. Bir Buşman güçlü ve etkili bir biçimde savım ortaya koymuştur: "Neden çiftçilik yapa­ lım ki?" demiştir araşhrmaalara, "Bu kadar çok mongongo meyvemiz varken?" Yirmi birinci yüzyıldaki ortalama bir Londralının işleriyle kıyaslanınc� avalık ve toplayıcılık Gar­ rick Kulübü'nün boş zamanı çok olan bir üyesi olmaya ben­ ziyor; aslında öylesine çok boş zaman ki insan neden tarımı seçtiğimizi düşünmeden edemiyor. ÇİFI'Çİ KARINCALAR Amerika' da bulunan çeşitli karınca türleri arasında ancak tek bir şekilde tanımlanabilecek bir davranış var. Atta cinsinden bu karıncalar yuvalan içindeki küçük bahçelerde mantar ekip biçiyorlar. Eldeki toprağı kullanmak yerine özel araçlar arayıp buluyorlar. Bir tür ürünlerini hrhl dışkısında, başka bir tür böcek ölülerinde ve diğerleri de taze yaprak üstünde yetiştiriyor. Sonuncu grubun yaphğı çalışmalar çok etkileyi­ ci: Tercih ettikleri bitki türlerinden yaprak kırpıp kullanışlı parçalara ayırıyor, yabana mantar ve bakterileri kazıyarak çıkarıyor ve yuvalarına taşıyorlar. Bu aşamada yaprak parça­ lan öğütülerek,. karınca tükürük ve dışkısıyla mayalanıp ma90
Yıprabcı Bir Varoluş cun haline geliyor ve karıncanın tercih ettiği mantarla tohum­ lanıyor. Bu şey büyürken, karıncalar bahçelerini koruyor, buldukları rakip mantar türlerinin sporlarını oradan çıkarı­ yorlar. Ne zaman bir kraliçe karınca yeni bir koloni kurmak için bir yerden ayrılsa yanına tek bir şey alıyor: en sevdiği mantarın sporlarını. Bu davranışı açıklayabilecek en iyi keli­ me -en azından sıradan insanın diliyle- çiftçiliktir. Karıncalar aynca fidanbiti ve hrhl gibi başka böcek arka­ daşlarından basura denilen yoğunlaşhnlmış, şekerimsi bir fhadde alır; karşılığında da orılara parazit ve yırhcılara karşı koruma sağlar. Bazı fidanbitleri bu anlaşmaya mükemmel uyacak biçimde evrim geçirmişlerdir, kendilerini koruyabile­ cek bir araçları yoktur ve karıncanın, basura damlalarını aza­ mi kolaylıkta emmesini sağlayan özel bir anüsleri vardır. Bu biyolojik yarar karşılığında, karıncalar kış boyunca sıcak yu­ valarında fidanbitlerine bakar ve sonra bahar geldiğinde de orılan toprağın yukarısındaki bitkilerin üzerindeki en yararlı yerlere naklederler. Demek ki tarım yalnızca insarılann uğraşısı değildir. Mev­ cut sistemlerden geliştirilmiş bir uygulamadır: Kendi türü­ müz ve hatta besin zincirinde bizden çok daha geride olarılar arasında da bulunur. Yakın Doğu ve Orta Amerika'daki ve­ rimli vadilerde yaşayan halklar hariç insarılar çiftçiliği "seç­ mediler", çünkü orılann çiftçiliğin ne olduğunu bilmeleri mümkün değildi. Bu diğer birçok strateji gibi bir hayatta kal­ ma stratejisiydi, ancak sonunda diğerlerine baskın çıkh. İncil bizim uğursuz bir günde avcı toplayıcı mutluluğun­ dan, tarım sefaletine ahldığımızı varsaymamızı amaçlıyor ve­ ya en azından iyi bir öykü arılatmak amacıyla bu tutumu be­ nimsiyor. Gerçekte ise varoluşun iki biçimi arasındaki sınır­ lar çok belirsiz. Güney Afrika' da elde edilen arkeolojik kanıt­ lar, MS yedinci ve on ikinci yüzyıllar arasında Buşmarıların 91
Baş Belası icatlar da bizzat keçi güttüğünü, ara sıra süpürgedansı, akdarı, ka­ vun ve börülce ektiklerini gösteriyor. Suriye' deki Tel Abu Hureyra, 1973'te yapay göl Assad'ın suları altında kalıncaya dek eski Yakın Doğu köylerinin muh­ teşem bir örneğiydi. Aşağı yukarı 1 1 .500 yıl önce, ilk başta bu köy, yabani mısırla beslenen ve ceylan, koyun, sığır ve kuş gi­ bi türleri avlayan birkaç yüz insanın barındığı, bir grup geçi­ ci dairesel evden ibaretti. Yaklaşık 1 1 .000 yıl önce insanlar ta­ hıl ekmeye başladılar ve bir süre sonra muhtemelen ikliminin giderek kurulaşması yüzünden bölgeyi terk ettiler. Daha son­ ra ise takriben 8.000 yıl önce insanlar orada tekrar yerleşme­ ye başladı; bu defa daha kalıcı, kil tuğladan evlerde yaşıyor, daha çok tahıl çeşidi ekip, hayvan besliyorlardı. Tarım yerleşik bir varoluş anlamına gelir: Ürünler en iyi serpilebilecekleri yerlere ekilir ve çiftçi de onlara bakmak, ha­ sat etmek ve ekmek için makul bir uzaklıkta kalır. Fakat Tel Abu Hureyra' da insanlar başka yerlerde olduğu gibi, çiftçili­ ğe başlamadan yüzyıllar önce köy benzeri ortamlarda yaşı­ yorlardı. Kanada'nın Pasifik sahilindeki Coast Salish Yerlile­ ri gibi bazı topluluklar kalıcı köyler kurdular ancak tarıma bel bağlamamışlardı. Filistin, Peru sahilleri ve Japonya gibi farklı farklı bölgelerde, insanların genellikle yabani tahılların bol olduğu yerlerin yakınına yerleşip, buna rağmen yüzyıl­ larca ekim dikim yapmadığına dair kanıtlarımız var. Diğer taraftan dünyamızda halen hareket halinde olan ve gene de oldukça karmaşık tarımla uğraşan topluluklar var. Papua Ye­ ni Gine ve Avustralya' da, gezgin topluluklar ihtiyaç duyduk­ ları bitki örtüsü ve hayvanları "çekip çeviriyorlar". Yabani ot­ lan söküyor, yeni filizlerin büyümesi için çalılıkları yakıyor, daha çok ürün yetişmesini sağlamak için tatlı patateslerin saplarını toprakta bırakıyor, rakip yırhalan kendi avlarından uzaklaştırıyor ve avlarını ateş çemberi içine alıp av bölgeleri­ ne hapsederek avlıyorlar. 92
Yıprabo Bir Varoluş Çiftçilik planlama gerektirir. Temel besinlerin yetişmesi zaman alır ve hayli emek ister. Bu nedenle aklı başında bir in­ san, tarımı oturuncaya kadar diğer besin kaynaklarını yani avalık ve toplayıalığı bırakmaz. O zaman dahi eski yaşam biçimini tamamen terk ederse akılsızlık etmiş olur. Tannı, atalarımızın zaman ve kaynaklarını nasıl kullanacaklarına karar verirken göz önüne aldıkları birkaç seçenekten biriydi. Eğer yakın zamanda avlanmış bir hayvan bol miktarda taze et sağlamışsa, o zaman biraz ek.im yapmaları iyi olabilirdi. öte yandan ürünler belli bir zararlı böcek türüne yenik düşü­ yorsa, o zaman mızrakları keskinleştirme zamanı gelmiş de­ mekti. Öyleyse neden tek bir strateji -tanın- ağır bastı? GREEN LANES Ben yedi yaşındayken Palmers Green yakınında yaşıyorduk. Annem bana bir gün Green Lanes'deki (yeşil patikalar) bir eve ziyarete gideceğimizi söylediğinde çok heyecanlanmış­ hm . Kafamda daha sonra çocuklarımın kitaplarında keşfet­ miş olduğum evlere benzer hoş köy evleri canlanmıştı. Hiçbir şek.ilde, o zamanlar dahi Kuzey Londra'nın en döküntü böl­ gelerinden birine benzeyen bir yerden geçen, uzayıp giden o sönük A105 yoluna hazırlıklı değildim. Green Lanes Londra' dak.i en uzun caddedir, eskiden büyükbaş hayvanları Hert­ fordshire' dak.i meralardan Smithfield' deki kesimhanelere gö­ türmek için kullanılan eski bir patikanın kalıntısıdır. Bu gün­ lerde yolda tezek ve çobanların bağınşlan yerine, yol çalış­ ması ve yavaş yavaş ilerleyen otobüs sıralan egemen. Fakat şimdi o yoldan gittiğinizde, Londra'nın etnik yapısından bü­ yüleyici bir kesit sunuyor: Türkler, Kürtler, Yunanlılar, Çinli­ ler ve şimdilerde de Doğu Avrupa' dan gelenler yol boyunca yerleşim bölgeleri kurmuşlar. Türklerle Kürtlerin manav dükkanlarının dışındaki renkli meyve ve sebze sergileri 93
Baş Belası icatlar sokakların pisliği ve trafik gürültüsüne rağmen epeyce iştah açıcı bir manzara sunuyor. Al al dolgun domateslerin yanına kurulmuş ipeksi siyah patlıcanlar; bamya, biber ve fasulye­ nin yanında yemyeşil maydanoz demetleri. İçinde bulundu­ ğumuz bu bakkal, süpermarket ve aşın işlenmiş gıda çağın­ da, bu döküntü caddenin tarım köklerine olan uzak bağlantı­ sını hala muhafaza etmesi biraz paradoksal bir durum. An­ cak bu gösterişli sergilerin tek amacı müşterilerin bir şeyler satın alması için aklını çelmek değil. Bunlar bir dereceye ka­ dar ulusal gururun sembolüdür; manavların bize bu ürünle­ rin, bir zamanlar dünyanın en zengin, verimli ve çeşitli bah­ çe 'erinden geldiklerini hatırlatma şekli budur. Neden bazı bölgeler böylesine güçlü bir tanın geleneği ge­ liştirdiği halde, neden bazılarının tarımla hiç uğraşmadıkları enteresan bir meseledir. Oxford'un Ashmolean Müzesi'nden Andrew Sherratt'a göre, Yakın Doğu ve Orta Amerika küre­ sel "kaynayan kazanlar" yani hem kara hem de iklimdeki yo­ ğun jeolojik basınç ve sabit değişim bölgeleriydi. Bu şartlar, tepelerin çöllerle iyice bitişik olduğu ve dar kara şeritlerinin meydana geldiği özel bir arazi türünün oluşmasına yol açtı. Dolayısıyla bunlar da nüfusun yığılmasına yol açtı ve böyle­ ce geleneksel avcılık ve toplayıcılık yöntemleri eldeki kay­ naklan tüketince insanlar hayatta kalmak için başka strateji­ ler aramak zorunda kaldılar. Tarımın kökenlerine dair teoriler genelde tek bir temel fik­ re odaklanır: Artan nüfus yemek için avlanabilecek memeli­ lerin neslinin tükenmesine yol açınca, insanlar yeni bir yaşam biçimi bulmak zorunda kaldı. Sorun şu ki, açıkça görüldüğü gibi, tarım bu probleme bir çözüm sunmayacaktı. Bazı insan­ lar olayların farklı bir sırada olduğunu öne sürmüşlerdir. Ör­ neğin New York Plattsburgh Devlet Üniversitesi'nden Antro­ poloji Profesörü Mark Nathan Cohen göçebelerin çocuklarını 94
Yıprahcı Bir Varoluş en az iki ila üç yıl emzirdiklerine dikkat çekmiştir.6 Emzirme­ nin başarılı olması prolaktin hormonunun üretimine bağlıdır ve annenin kan dolaşımındaki prolaktin seviyesi yüksekken, yumurtalık aktivitesi ve dolayısıyla yumurtlama baskılanma­ ya meyillidir. Yani emzirme doğal bir doğum kontrol yönte­ midir. Emzirilen bebek yürüyünceye kadar başka çocukların doğma ihtimali yoktur: göçebe insanlar için önemli bir nokta. Bir yere uzun süreli yerleşmek, Cohen'in görüşüne göre, in­ sanların bebeklerini beslemek için emzirmekten başka çareler bulmalarına yol açmış olabilir. Eğer anne sütünün yanında ek besinler verilirse, emzirmenin gebelik önleyici etkisi azalır. Yani bu da doğumların sıklaşmasına ve nüfus arhşına neden olmuş olabilir. Nüfusu böyle artan topluluklar da ava uygun memeli sürülerini tüketmiş ve yeni bir yaşam tarzı gerekli ha­ le gelmiş olabilir. Bu ilginç teori tarımı, bütün zorlukları, belirsizlikleri ve potansiyel sağlıksızlığıyla, insan gelişiminde ileri doğru bir sıçramadan çok bir krize karşı alınmış bir önlem olarak res­ mediyor. Ancak bu ava toplayıcıların neden ilk başta, av hayvanı bolken yerleşik bir yaşam tarzına geçtiklerini açıkla­ makta yetersiz kalıyor. İkincisi, nüfus arhşına karşı, tarıma bel bağlamak apaçık kötü bir hamle. Atalarımız hamilelik oranlarındaki bu hızlı arhşı fark etmiş olmalıdırlar. Eskiden Papua Yeni Gine Üniversitesi'nin Antropoloji De­ partmanı'nda çalışan arkeolog Les Groube iklimin ısınması­ nın, hastalıkların Afrika' dan Akdeniz'e ve Yakın Doğu'ya ya­ yılmasına yol açhğı iddiasında bulundu. Göçebe bir mevcu­ diyet, sık sık meydana gelen doğumlarla birlikte, bu yeni en­ feksiyonlara karşı çok az doğal direnci olan insan toplulukla­ rında oluşan tahribata uygun tepki veremezdi. Böylece insan­ lar daha çok çocuk sahibi olabilmek için yerleşik hayata geç­ tiler. Bu gitgide daha çok tarımsal geçim araa edinilmesini 95 .
Baş Belası icatlar gerektiren bir varoluş tarzıydı. Groube'un savı etkileyicidir, çünkü durağan bir topluluk olarak yerleşmenin çiftçilikten önce ve bağımsız olarak gerçekleşmiş olabileceğini kabul eder. Ancak insanlık böyle bir krize yenik düşmüşse, arkeolo­ jik kayıtlarda salgını gösteren daha etkili kanıtlar bulmuş ol­ mamız gerekirdi. Üstelik böyle bir teori tarımın dünyanın di­ ğer bölgelerinde, örneğin Atlantik Okyanusu'nun diğer tara­ fında neden ortaya çıkhğıru açıklamaz. Tarımın gelişimini tetikleyen birtakım şartlar meydana gelmiş olabilir. Bereketli Hilal ve Orta Amerika gibi bölgeler­ deki insanların hayvan ve sebze gibi yabani besin stoklan git­ gide azalınca tarıma giderek daha çok bağımlı hale gelmeleri ihtimali çok yüksek görünüyor. Belki de bu sav, Yakın Do­ ğu' daki arkeolojik kayıtların, bu bölgedeki insanlar peyder­ pey ekip biçmeye geçtikçe, yabani ceylan sayısının azaldığını neden gösterdiğini de açıklayabilir. Görünen o ki avlanmaya uygun hayvanlar azaldıkça, da­ ha yabani ancak evcilleştirme potaniyeline sahip tahıllar da­ ha kolay bulunur hale geldi. Dünyada yaklaşık 200.000 bitki türü var. Nikolai Vavilov'un keşif gezileri sırasında aşağı yu­ karı 250.000 çeşit tohum toplamasının ne kadar olağanüstü olduğunu vurgulayan bir rakamdır bu. Bu bitkilerin yalnızca birkaç bini . insanların tüketimi için uygundur ve bunların içinde yalnızca birkaç yüz tanesi evcilleştirilmiştir. Günü­ müzde yaklaşık bir düzine kadar tür dünyadaki üretimin %80'inden fazlasına karşılık gelir: buğday, arpa, dan, sor­ gum, soya fasulyesi, patates, manyok, tatlı patates, şekeı ka­ mışı, şeker pancarı ve muz. Öyle görünüyor ki atalarımız en büyük emeği neye harcayacaklarını tam olarak biliyor1.ardı. Takriben 12.000 yıl önce iklim değişikliklerinin meydana gel­ mesi sonucu, Ürdün Vadisi gibi bölgeler, biyolojisi evcilleştir­ meye uygun ürün alanlan yönünden zenginleşti. Bu ürünler 96
Yıprabcı Bir Varoluş çabucak ve bol miktarda yetiştiler; büyük tohumlan vardı, hasat edilmeleri kolaydı ve depolanabiliyorlardı. Ofer Bar-Yosef ve Mordechai Kislev'in bu bölgeyle ilgili yaphğı çalışmalar bu ilk çiftçilerin yararlanabildikleri yirmi üç civarında yabani ot çeşidi olduğunu gösterdi.' Bunların arasından, hayvan yemi olarak da kullarulabilen bir çeşit buğday ve arpayı seçmiş görünüyorlar. Bu ikisi en verimli çe­ şittir ve yiyecek amaçlı çok kolay yetiştirilebilir. Düzenli tarım ortaya çıkmadan önce bu yabani ürünlerin mevcut olması insanları bwtlan ekip biçmek için uygun tek­ nolojiyi geliştirmeye teşvik etti. Taneli ürünlerin hasadı için orak, toplanması için sepet, öğütülmesi için taş değirmen gi­ bi aletler ve depolanmış taneli ürünün nemlenmesini önle­ mek için sıva çekilmiş depo gibi yapılar, hepsi de önemli ge­ lişmelerdi. Bu yenilikler MÔ 12.000' den itibaren, avcı toplayı­ cıların yaşadığı bölgelerde görülmeye başladı, iklimde mey­ dana gelen büyük değişimden sonra; insanlar bunlar olma­ dan uygun şekilde ekip biçemezdi. Gelişimleri muhtemelen dünyarun farklı bölgelerinde hemen hemen aynı anda vuku bulan çevre değişiklikleriyle güdülenmişti. Avalık ve toplayıcılık nispeten sağlıklı bir yaşam tarzı . olabilir ama tarıma göre dönüm başına daha az kalori sağlar. Daha iyi besin kaynaklan hem nüfusta arhşı hem de insanla­ rın gelişimini destekledi; bu modem dünyada halen çoğu kez geçerli olan bir eğilimdir. Ve daha sıcak, daha az sert bir ik­ lim de nüfus artışına olanak sağlayabilir, bu da yabani besin toplamak ve yerleşik yaşam tarzına yavaş yavaş geçiş için da­ ha iyi bir teknolojinin geliştirilmesine yardımcı olabilir. Öyle ki tarım gibi bir fikrin "yayılışını" dikkate aldığımız­ da, gerçekte bulaşıcı bir hastalık gibi öylece yayıldığını kas­ tetmiyoruz. Neredeyse kesin olarak topluluklar mızraklarını öylece ellerinden ahp da toprağı çapalamaya başlamadılar. 97
Baş Belası icatlar Tarımın yayılmasının nedeni çiftçilik yapan insanların yayıl­ masıdır. Avcı toplayıcı yaşam tarzını izleyenlerin ya bel bağ­ ladıkları yaban kaynaklarla birlikte soylan tükendi ya da ha­ yatta kalmak için tarıma başladılar. Üçüncü ve küçük bir grup, günümüzde de yaşadıkları, kuşkusuz dünyanın en az uygun ve en az ekilebilir bölgelerinde, çöl ve cengel gibi mar­ jinal topraklarda kendilerine bir hücre buldular. DEHŞETLİ ôCELER 1769'da dünyaya gelen Friedrich Christian Accum'un Mar­ kus Herz adında bir babası vardı. Herr Herz günümüzde bi­ raz utançla hahrlanan, on sekizinci yüzyılda Alman Yahudi­ lerinin vaftiz edilmesinden payını almışh. O sıralar Alman­ ya' da birçok Yahudi Hıristiyanlığa geçerek özgürlüğüne ka­ vuşmaya çalışıyordu ve Herz de büyük ihtimalle onlardan biriydi. "İsa'nın takipçisi" anlamına gelen Christian ile aynca İbranice bir kelime olan akumdan gelen ve "Yahudi değil" anlamına gelen Accum isimlerini aldı ve birkaç yıl sonra tam bir vatandaş oldu. Bunun oğluna faydasının dokunup do­ kunmadığı belli değildir ama Friedrich Hanover' de bir ecza­ nede çırak olarak çalışhktan sonra Almanya' dan ayrılıp Lon­ dra'ya gitti. lngiltere'nin başkenti o sıralar bilim öğrenmek is­ teyenler için hızla bir merkez haline geliyordu. Accum, Gre­ at Windmill Caddesi'ndeki Anatomi Okulu'ndaki derslere devam etti. Bu özel kuruluş büyük İskoç anatomist William Hunter tarafından 1745'te kurulmuştu. Windmill Tiyatro­ su' nun yanındaki yıkık dökük kırmızı tuğlalı cephesi halen görülebilir, günümüzde arhk daha çok insan anatomisine olan farklı bir ilgiden dolayı ünlüdür. Okulda anatomi genel­ de asılmış suçluları kesip biçerek öğretiliyor ve Accum gibi ziyaretçilerin derslere girmesine izin veriliyordu, ama "üre98
Yıpratıcı Bir Varoluş me organları ve gebe uterusu" üzerinde çalışma yapmaları yasaktı. 1800' de Accum ailesi ile birlikte Haymarket'ten Old Comp­ ton Caddesi'ne taşındı. Friedrich'in kimya ve besin maddele­ rine olan ilgisi gitgide daha çok artmıştı ve evi arhk yalnızca konut değil, okul, laboratuvar ve bilimsel gereçlerin ticaretini yapan bir dükkan olarak da hizmet veriyordu. Eşiyle yaptığı konuşmalarının ayrıntılarını gösteren belgeler yok elimizde. Accum'un kartvizitlerinin üstünde şunlar yazıyordu: Bay Accum kimyanın hamilerini ve amatörlerini tanır, uygulamalı ve felsefi kimya, uygulamalı eczacılık ve analiz sanatı üzerine özel dersler verir, stajyer öğrenci­ leri evinde barındırır, deneysel kimyada kullanılan bü­ tün belirteç ve araştırma maddelerini mümkün olan en saf şeklinde, farklı müşterilerin isteklerine göre ayar­ lanmış komple kimyasal alet ve cihaz takımıyla birlik­ te, sürekli satışa hazır tutar. Accum kendi reklamını iyi yapan bir girişimciydi ve kısa sürede dükkanı ve laboratuvarı Britanya'da insanların kimya öğrenebildikleri ve pratik deneyler yapabildikleri önde gelen bir kuruluş haline geldi. Seminerlerine Londra dışından da öğrenciler katılıyor, bazıları ta Birleşik Devletler' den geliyor­ du. Aynca Bedford ve Northumberland Dükleri ve Başbakan Lord Palmerston gibi epeyce itibarlı bir kitlesi de vardı. Kimyaya ilgi artıp da yeni laboratuvar aletleri geliştiril­ dikçe, Accum çiftçilerin kullandıkları toprağın içeriğini ana­ ·Iiz edebilmelerini sağlayan mekanizmalar üretip sath. 3 ila 80 sterlin arasında bir yatırım karşılığında (o günlerde az bir pa­ ra değil) bir çiftçi üretebileceği ürün miktarını artırmak ama­ cıyla, taşınabilir adamakıllı bir laboratuvar tedarik edebilirdi. 99
Baş Belası icatlar 1801'de Accum, Albemarle Caddesi'nde yeni kurulan Krali­ yet Enstitüsü'ne katılarak. o yıl kimya öğretmeni olarak ata­ Humphry Davy'nin asistanı olarak çalışmaya başladı. nan Accum kimyayla ilgili çok çeşitli uğraşlarını geliştirmeye de­ vam etti ve Gaslight and Coke Şirketi'nin yönetim kurulu üyesi oldu. Accum bilhassa ilgimizi çekiyor, çünkü 1820'de şu dikkat çekici kitabı yayımlamışhr: Yiyeceklerin Tağşişi ve Ekmek, Bira, Şarap, Alkollü lçkiler, Çay, Kahve, Krema, Şekerleme, Sirke, Har­ dal, Biber, Peynir, Zeytin Yağı, Turşu ve Ev ldaresinde Kullanılan Diğer Maddelere Hile Katılmasını Gözler Önüne Seren, Aşçılık Ze­ hirlerine Dair Bilimsel lnceleme. Kitap çok satanlar listesinde hiç üst sıralara yerleşmedi ama dalgalanmalar yarath. Bu ki­ tabı okuyanlar İngiliz erkeklerinin en kıymetli eğlencesi olan biranın üstünün köpüklenmesi için, demir sülfatla karıştırıl­ dığını öğrendiklerinde şaşkına dönmüşlerdi. Ekmek ununa kabarması ve daha beyaz olması için şap kanşhrılıyordu. Ac­ cum aynca renk veren maddeler hakkında da bazı ürkütücü ..olguları meydana döktü; turşularda bakır, Gloucester peyni­ rinde kırmızı kurşun kullanıldığını ve biberin yerlerdeki süp­ rüntüyle tatlandırıldığını açığa çıkardı. İnsan benzer bir ese­ rin Fransa'da yayımlandığı takdirde, Bastille'in yiyecek içe­ cek tüccarlarıyla dolup taşacağını düşünüyor, ancak İngilte­ re'de Accum'un ifşa ettiği bu bilgiler yasalar veya uygulama­ larda hemen bir değişikliğe yol açmadı. Bununla birlikte in­ sanların yiyip içtiklerinin daha çok incelenmesi yönünde bir eğilim başlath. 1850'lerin başlarında Lancet'in editörü Thomas Wakley yi­ yeceklerin saflığının bozulmasıyla ilgili haberler yayınlaya­ rak resmi bir soruşturma yapılması için çağrıda bulundu. An­ cak 1855' de Londra'daki Royal Free Hastanesi'nde doktor ve öğretim üyesi olan Dr. Arthur Hassal bazı rahatsız edici ger100
Yıpratıcı Bir Varoluş çekleri ortaya çıkarıncaya kadar soruşturma başlatılmadı. Ye­ tim çocuklar hayatlarını kaybediyordu, çünkü vicdansız tüc­ carlar zaten bir sürü rahatsızlığı olan çocukların günlük lapa­ sını arpayla doldurup, bir de ishal olmalarına sebep oluyor­ lardı. Soruşturma sonucunda suçluların isim ve adresleri ya­ yımlandı; Londra' daki yaklaşık sekiz çay fabrikasının, ger­ çekte kullanılmış çay yapraklarını kapı kapı dolaşıp sattıkla­ rı gün yüzüne çıktı. Bu fabrikalar evlerdeki uşaklara işveren­ lerinin çaydanlıklanndaki posaları toplayıp, kendilerine ver­ meleri için para veriyorlardı. Yeşil çaya olan rağbet yüzün­ den girişimci biri çaya bakır asetat yani bakır pası katmıştı. Wakley Lancet'ta bu gizli işleri açığa vuran makaleleri yayım­ lamaya başladıktan yaklaşık on yıl sonra hükümet Gıda ve İlaçların Tağşişi Yasası'nı çıkardı. Gıda Standartları Kuru­ mu'nun temelindeki ilke çok yeni değildir. Bu korkunç bulgular İngiliz toplumunun yapısında vuku bulmakta olan değişimleri yansıtıyordu. Kendi birasını kendi mülkünde yapan efendi on dokuzuncu yüzyılın ikinci yansı­ na gelindiğinde artık yok olmuştu. Sanayi devrimi, Kari Marx' ın da belirttiği gibi, işçiler ile ürettikleri ürün arasında ve üretimin farklı aşamalarında bulunanlar arasında ayrılığın artmasına neden oldu. Gıda üreticileri, gıdaları işleyenler ve tüketiciler birbirlerine yabancılaştılar, çünkü artık mayalama, öğütme ve pişirme gibi faaliyetler uzmanlaşmış fabrikalarda, hammaddelerin üretildiği ve satıldığı yerlerden uzakta yapı­ lıyordu. Ununu komşularına satan ve bu unla çocuklarını besleyen geleneksel bir değirmenci ununu bozmazdı. Uzak­ lardaki şehrin birinden gelen, bir araanın sattığı unun içine bit şeyler katılması çok daha kolaydı. Gıda üretimi daha kar­ maşık ve daha anonim hale geldi; müdahale edilebilmesi için daha çok fırsat vardı ve müdahalenin tespit edilmesi ihtima­ li daha azdı. 101
Baş Belası icatlar On dokuzuncu yüzyıla kadar durum böyle değildi. 1266'dan 1815'e kadar, ekmek ve bira gibi ana yiyecek ve içe­ cek maddelerinin kalitesi ve fiyatı yerel mahkemeler (kaza mahkemeleri) tarafından kontrol edilirdi. Veba kırsal kesimi kasıp kavururken dahi, yöre müfettişleri yiyecek maddeleri­ nin üretimini denetler, suçlulara ağır para cezalan keserlerdi. Bu kanunların kaldırılmasının nedeni rezil bir şeydi: para. On dokuzuncu yüzyılın düsturu serbest ticaretti. Yönetmelik ve tahditler pervasız vurguncunun dürüstlükten uzaklaşıp yalnızca karını düşünmesine yol açtı. Rekabetin, ekmek ve bi­ ranın kalitesini bu işlere bumunu sokan bir sulh hakiminden çok daha fazla iyileştireceği iddia edildi. Bu tür sınırlamaların kaldırılması hakikaten de daha bü­ yük rekabete yol açtı. 1850 itibariyle, piyasada aşağı yukarı 50.000 fırıncı vardı ve bunların dörtte üçü mallarını maliye­ tinden aşağı satıyordu. Bunu yapabilmelerinin tek nedeni kö­ leleşmiş işgücünden yararlanmaları ve gıda maddelerinin içi­ ne bir şeyler katmalarıydı. Rekabet saflığını bozma anlamına geliyordu. Aynca ilk kez yiyeceğin, endüstriyel, kar bazlı sü­ recin hammaddesi şeklini aldığı anlamına da geliyordu. Bu eğilim yirminci yüzyılın ikinci yansında arttı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, Almanların Atlantik'i ve Manş Deni­ zi'ni abluka altına alması yüzünden yiyecek sıkıntısı yaşanan Britanya' da, savaş sonrası liderler oy verenlere bol miktarda ucuz yiyecek vaatlerinde bulunarak seçimleri kazandılar. Ayru savaşın yıkıma yol açtığı Fransa ve Almanya gibi ülke­ lerde, liderler hakiki açlığı bilen bir nesli taviz vererek mem­ nun etmek zorundaydılar. O andan itibaren en az maliyetle en çok yiyecek günün kuralı haline geldi. Hükümetler vergi muafiyeti ve sübvansiyonlarla koşullan çiftçiler için müm­ kün olduğunca elverişli hale getirdi, bir kez daha tanın po­ tansiyelini bir iş dalı olarak işlev görmesi için teşvik etti. İn102
Yıprabcı Bir Varoluş giliz vatandaşlan süpermarket etlerinde patlak veren kolibasi­ li, şap hastalığının dirilerek 3 milyar sterline mal olması ve hastane koğuşlanmızı saran, antibiyotiğe dayanıklı MRSA' yla ilgili her gün çıkan haberler nedeniyle daha yeni yeni ya­ ralarını sarmışhr. Bunlar da aşağı yukarı 10.000 yıl önce, ata­ larımızın tüketmek amaayla uygun gördükleri belli bitkileri gayet masumane seçmesiyle başlayan sürecin sonuçlandır. SESSİZ BAHAR 1960'larda deniz biyologu Rachel Carson, Silent Spring (Sessiz Bahar) adında unutulmaz bir kitap yazdı. Kitabın ismi bile, doğanın hayat dolu, canlı, renkli faaliyetlerinin adeta yitip gittiği tekinsiz bir dünyayı akla getirerek her şeyi söylüyor zaten. Carson böcek ilaçlarının kullanımı sonucunda Ameri­ ka kırsalında bizzat tanık olduklarını anlahyordu. Çalı çitler arhk böcek ve kuşlarla kaynamıyor, göllerde balıklar tükeni­ yordu. Duyulan tek ses, sık ekilmiş muazzam tahıl tarlaları üzerinde esen rüzgarın sesiydi. Carson'ın savlan, artık finans dünyası ve hükümetin üst kademeleri üzerinde ciddi bir et­ kisi olan endüstrinin saldırısına uğradı. Karşı ataklar başladı; Carson'ı adı sanı duyulmamış bir çevreci, kanser hastası ve yorum yapabilecek kadar bilgiye sahip olmadığı bir endüstri hakkında histerik iddialarda bulunan biri olarak betimledi­ ler. Karşı çıkan bu kişiler binlerce yıldır böcek ilaa kullandı­ ğımıza dikkat çektiler. Doğru, dördüncü yüzyılda bile, bildiğimiz kadarıyla Çin­ liler pirinçlerini ipekböceği dışkısıyla korurlardı. On doku­ zuncu yüzyılın başlarında, kimyanın formel bir bilimsel di­ siplin olarak ortaya çıkmasıyla birlikte, buğday mantarına karşı bakır tuzlan kullanılmaya başlandı. Ne yazık ki biyo­ kimya bilgimiz, iş İrlanda' daki patates kıtlığına çare bulmaya 103
Baş Belası icatlar gelince o kadar da işe yaramadı. On dokuzuncu yüzyıl orta­ ları lrlanda kırsalının cahil ortamında, çiftçiler hasat ettikleri ürünler birkaç gün sonra kararıp sümüksü bir hale gelince ne yapacaklarını bilemediler. Günümüzde patateslerdeki bu si­ yah m�ddenin failinin Phytophora infestans denilen bir orga­ nizma olduğunu biliyoruz, ama o günlerde bunun sadece, bi­ linmeyen bir bitki hastalığına yakalanmış patateslerden bes­ lenen bir mantar olduğu sanıldı. 1845' de doğa bilimci rahip M. J. Berkeley phytophoranın sonuç değil neden olabileceği­ ni öne sürdü, ama onu dikkate alan olmadı. Mantarların can­ lı dokudan değil de sadece ölü organizmalardan beslenebile­ ceği geniş ölçüde kabul görüyordu. Bu hata yaklaşık bir mil­ yon İrlandalının ölümüne ve iki milyon İrlandalının da Ame­ rika, İngiltere ve Avustralya'ya göç etmesine yol açtı. Bizi sessiz bahar yoluna sokan Charles Darwin ve �ğlu Frank' in yaptığı araştırma oldu. 1 880' de Darwin bitkilerin neden ışığa döndüklerini anlayabilmek için, bitkilere başlık geçirdiği veya yüzeylerini boyadığı ayrıntılı bir deney yaptı. Yeterli kimya bilgisi olmayan Darwin bazı "etkilerin" bitki­ nin üst kısımlarından alt kısımlarına aktarıldığı sonucuna va­ rabildi. Fakat bu gözlem, Belçikalı kimyacı Frits W. Went'in, bitki hormonu indolasetik asidi yani IAA'yı ayrıştırmasını sağladı. Daha sonra IAA'nın belli bitkilerde büyümeye engel olabildiği ve otkıran olma potansiyeli bulunduğu açıklığa ka­ vuştu. Bitkinin içindeki maddelerden ayrıştırılan IAA'nın işe ya­ rar ve tehlikesiz olduğu ortaya çıktı. Ancak bilimciler diğer ürünleri sentezlemeye başladıklarında, elde edilen sonuçlar çok daha toksikti. DDT'nin taneli ürünler ve yünden besle­ nen böcekleri mükemmel engellemesinin yanı sıra, insanlar­ da sıtına ve tifüsün yayılmasını önlemede de etkili olduğu 104
Yıpraba Bir Varoluş kanıtlanrnışhr. 1945 ile, Güney Avrupa' da savaş sonrası in­ sanların bit ve pireleri öldürmek için kelimenin tam anlamıy­ la vücutlarını DDT'ye buladıkları 1953 yılları arasında, yirmi beş tane daha sentezli ürün böcek ilacı saflarına katıldı. Bil­ hassa DDT yok olmadı, çevrede kaldı. Besin zincirine girdi; ürünlerden beslenen böceklerde, sonra da böceklerden besle­ nen balıklarda ve en sonunda balıklardan beslenen kuşlarda gitgide yoğunlaşh. 1960'larda Rachael Carson'ın üzüntüyle gözlediği gibi, ürünlere ilaç püskürtülen bölgelerde baykuş ve atmaca gibi türlerin kökü kazınıyordu. Doğa birbirine bağımlı türlerin bir karışımıdır ve biz za­ rarlı böceklerin kökünü kurutarak vahşi yaşamın diğer par­ çalarının yok olmaya başlamasını harekete geçirdik. Britan­ ya' da ürünlere sentezlenen maddeleri yoğun olarak püskürt­ meye başladığımızdan bu yana, salt zararlı ot ve böceklerin sayı ve çeşidinde değil, kuşlarınkinde de çarpıcı düşüşler gördük: şakrakkuşu, öter ardıç, tarlakuşu ve ketenkuşu tehli­ ke altında. Eşit derecede risk altında olanlar ise ekin ve bö­ ceklerden beslenen küçük memeliler: Tarla faresi, kır faresi ve kır sıçanı hepsi birden kırlarımızdan yok oluyorlar. Peki ya bunlarla beslenen bitki ve hayvanların tüketicisi olan bizler? Maalesef ürün ilaçlamanın tarihi birbirini izleyen yasak ve izinlerle doludur. DDT ve ait olduğu kimyasal aile organoklorlar, 1970'lerde yasaklandı ve onların yerine daha hızlı çözünen ve dolayısıyla daha güvenli olduğu düşünülen organofosfatlar kullanılmaya başlandı. Koyun yetiştiricileri­ nin koyunlarını yıkarken bu kimyasalları kullanmaları 1976 ve 1992 arasında zorunlu kılındı, bu zaman zarfında insanlar açısından doğurabilecekleri sorunlar hakkında birtakım en­ dişeler de baş gösterdi. Kesin olmasa da organofosfatlara ma­ ruz kalan insanlarda, zihinsel bozukluk, kronik kas felci ve bazen halk arasında "daldına gribi" denilen birçok nahoş 105
Baş Belası icatlar semptomun görülebileceğine dair bazı kanıtlar vardır. Mar Kontesi konu hakkında daha fazla bilgi edinmek için Lordlar Kamarası'na çok sayıda soru sordu fakat birbirini izleyen hü­ kümetler sürekli arada hiçbir bağlanh olmadığını iddia etti­ ler. Gelgelelim potansiyel riskler arbk kabul edilmiştir ve bu kimyasalların koyunlar üzerinde kullanımı tercihe bağlıdır. Bu esnada organofosfatların yerine piretiroidler geçti. Bir kez daha yeni bileşim ailesi eskisinden çok daha güvenli olarak afişe edildi, çünkü çok hızlı çözünüyorlardı. Fakat iş görebil­ meleri için diğer kimyasallarla -doz arhncılar- birlikte uygu­ lanmaları gerekiyordu. Bunlar daha etkili olması için böcek ilaçlarına eklenen değişik değişik maddeler. Aktif bileşenler olmadıkları halde yan etkileri var. Birleşik Devletler Çevre Koruma Teşkilah tarafından sınıflandırılan yaklaşık 200 ahi kimyasaldan aşağı yukan 20 tanesi muhtemel kanserojen maddedir; 14 tanesi "son derece zararlı" olarak değerlendiril­ miştir. Bütün aktif bileşenler çiftçilere farklı karışım ve for­ mülasyonlar halinde paketlenmiş olarak geliyor: Güçlü bir piretiroid yirmi alh üründe mevcuttur. Bu kadar çok sayıda farklılık gösteren kullanımı denetlemek son derece zordur, bu nedenle Britanya Tıp Kurumu'nun Guide to Pesticides, Che­ micals and Health (Böcek tlaçlan, Kimyasallar ve Sağlık Rehbe­ ri) kitabında "toplumun herhangi bir üyesinin, yiyecek ve su­ da bulunan farklı böcek ilaçlarının çok düşük seviyelerine her gün maruz kalmasını önlemek mümkün değildir" sonu­ cuna varması şaşırbcı değildir. Sonuç olarak bunların insan sağlığı üzerinde olası kötü etkilerine dair endişeler söz konu­ sudur. Birtakım bileşimler potansiyel olarak zararlı olarak etiket­ lenmelerine rağmen, hükümetlerin yürüttüğü inceleme süre­ ci inanılmaz yavaşhr. İsrail hükümeti 1982'de göğüs kanse­ riyle ilişkili olduğundan şüphelenildiği için böcek ilacı linda- 106
Yıpratıcı Bir Varoluş run kullanımını kısıtladı. 1988 ve 1990' da İsveç ve Yeni Zelan­ da hükümetleri de ayru yasayı yürürlüğe koydu. Gelgelelim Britanya'da mesele 1992'de "inceleme alhna" alındı. Tem­ muz 2000 ' de İngiltere ve diğer Avrupa ülkeleri nihayet bütün AB' de yasak koydular, bu tarihin öncesinde kimyasal kulla­ nılabiliyordu. Test prosedürlerinin yapısında, tehlikeli kimyasalların ya­ saktan kaçmasına olanak veren eksiklikler de olabilir. ABD Besin ve İlaç İdaresinden toksikolog Jane Axelrad endüstri bi­ limcilerinin uyguladığı test protokollerini inceledi ve bunla­ rın 1980'lerde bazı testlerin zorunlu hale getirilmesinden bu yana birçok yönden değişmediklerini gördü.8 Bütün çalışma­ lar standartlaşbnlmış hayvan gruplarına dayanıyordu ve bu tarz ç.:ılışmalann da bireylerin verebilecekleri tepkiyi irdele­ mesi mümkün değildi. Sürekli olarak birkaç tane tür kullanı­ lıyordu, çünkü bilimcilerin halihazırda bunlara ilişkin muaz­ zam veri bankaları vardı. Birçok vakada kullanılan hayvanlar albinodur, çünkü cilt pigmentleri bazı göstergelerin tespit edilmesini güçleştirir. Bunlar çalışmalar sırasında kontrollü sıcaklık ve nem şartlan albnda bir arada tutulur, kesinlikle ayru şekilde beslenir ve sulanırlar. Ve genetik olarak çok ben­ zer yapıya sahiplerse hepsi de bu maddelere benzer şekilde tepki verebilir. Bu öğelerin birçoğu test prosedürlerinin zorunlu özellikle­ rindendir. Fakat hep birlikte, Axelrad'ın dediğine göre, bir maddenin insan topluluklarının çeşitli bölümlerini nasıl etki­ leyebileceğine dair gerçekçi olmayan bir gösterge ortaya çıka­ rırlar. Bazı insanlar fazla kiloludur. Bazıları sigara içer veya yalnızca sebze yerler. Kuşkusuz arhk biliyoruz ki bir kişinin fiziksel ve genetik yapısının da toksinlere karşı verdiği tepki­ de büyük bir etkisi olabilir. Küçük bir hayvan grubu üzerin107
Baş Belası fcatlar de yapılan standartlaşhnlmış testlerin insan dünyasının hay­ li karmaşık olgularıyla çok az ilişkisi vardır. DECIŞEN KIRSAL Bu günlerde İngiltere kırsalında araba kullanırsanız, manzara­ nın iki veçhesinden çok etkilenebilirsiniz. Birincisi, birçok tar­ lada tek tür ürün yetiştiriliyor: örneğin kilometrelerce parlak san kolza veya mısır. İkincisi, bu engin tarlalar arasında, pos­ tanesi veya okulu olmayan veya birçok yerde ban olmayan köyler görebilirsiniz. Arada bir çiftlik işçilerinin yıkık dökük kulübeleri gözünüze ilişebilir, ama konutların çoğu artık ikin­ ci konut olarak ya şehir sakinleri ya da banliyöcüler tarafından çekidüzen verilip kullanılmaktadır ya da kullanılacakhr. Çiftçilik bir iş kolu haline geldiğinde, başarının birinci kıs­ tası niha i ürünün kalitesinden üretim verimliliğine kaydı. Fabrikanın kuralı tarlaların kuralı oldu: en çok ürün, en az maliyet. Geleneksel tarımdaki en yüksek maliyet kalemi her zaman üretim için gereken işgücü olmuştur. İşgücünün çıka­ rılmasıyla karlan arhrmak mümkün hale geldi. Ve ardından kırsal bölge mesleklerinin kaybedilmesi kırsalımızın görünü­ münü bütünüyle değiştirmiştir. Bunun sonucu hayalet köy­ ler ve tek türlü tarımın yayılması olmuştur. Artık ufuklarımı­ za egemen olan tek çeşit ürünlü uçsuz bucaksız, yavan tarla­ lar var. Daha az miktarda hayvan ve tarla bitkileri içeren ka­ rışık bir çiftlik, daha çok işgücü ve dolayısıyla daha fazla haf­ talık ücreti gerektirdiği halde, bu modelde tek bir işçi binler­ ce hektardan sorumlu olabilir. Politikacılar bize ha bire bütün bunların gelişme olduğu­ nu söyleme eğilimindeler. Britanya'daki tanın Avrupa'nın diğer ülkelerindeki tarımdan gitgide daha verimli hale gel­ mektedir. Vatandaşlarımız sağlıklı ve iyi beslenen çocukları­ mız da anne babalarından daha uzun boylu. Eğer kırsal ke108
Yıprabcı Bir Varoluş sim artık bir H. E. Bates romanındaki pastoral albenilere sa­ hip değilse bile, bu şekilde daha iyi durumdayız. Ancak gıda üretiminin bir iş kolu olarak ortaya çıkmış olması refahımızın bilfiil alhru oyuyor olabilir. Devlet sübvansiyonları çiftçiliği k!rlı bir iş haline getirmiş olsa da tarım endüstrisi temel bir sorunla karşı karşıya: ürünlerin ne kadarını yiyebileceğimize dair sınırlar. Çoğumuz bir hayli azıyla yetinebilecek olmamı­ za rağmen günde yaklaşık 3.000 kalori tüketiriz. Antrenman yapan bir Manş Denizi yüzücüsü yaklaşık 7.000 ve bir Olim­ piyat kürekçisi de belki 1 1 .000 kalori tüketebilir, ama çoğu­ muz bu kadar kalori alırsak hızla hastalanırız. Dolayısıyla gı­ da işindeki sorun şudur: Yiyebileceğimiz besin miktarında bir tavan var ve bu da bizden elde edilebilecek kara bir sınır koyuyor. Bu endüstri bu problemi birkaç şekilde ele almışhr, bunla­ rın hiçbiri gezegenimiz ve üzerinde yaşayan biz insanlar hak­ kında hayırlı değildir. İlk olarak bir sürü fuzuli paketlemeyle ürünün maliyetini artırdılar. Bazen yiyecekler oldukça gerek­ siz işlemlere tabi tutuluyorlar, örneğin bir süpermarket zinci­ ri tarafından sunulan kabuğu soyulmuş meyveler gibi. Bazen de uçakta, soğutmalı konteynerlerde binlerce mil gidiyorlar ki, bunların çoğunluğu ya bizim iklim bölgemize yabana olan ya da mevsiminde yetişmeyen meyve ve sebzelerdir. Cipslerdeki tuz ve yağ, bisküvilerdeki şeker gibi bazı katkı maddeleri de bizi istediğimizden daha fazla tüketmeye teş­ vik etmek için bazı besinlere ilave edilir. En son olarak, belki de en kurnazca taktikle en ucuz yiyecek maddelerinin, yani tahılların üretimini arhrdılar; hayvanları bunlarla beslediler ve sonra da bize bu hayvanların en pahalı parçalarını sathlar. Bu tekniklerin hep birlikte çevremiz ve fiziksel sağlığımız üzerinde ciddi bir etkisi vardır. Uzun vadede etkiler yıkıa olabilir. Devletimiz on beş yıl içinde 2 milyondan fazla insa109
Baş Belası icatlar nın diyabet hastası olacağını tahmin ediyor. Diyabetin felç, yüksek tansiyon, kalp hastalıkları, bunama, körlük ve böbrek yetmezliği risklerini artırarak vücudun neredeyse her organı­ nı etkilediğini ve diğer birçok nedenden ötürü kronik rahat­ sızlıklara yol açtığını göz önüne alırsak, belki de ne yediğimi­ ze daha bir ciddiyetle bakmamız gerekiyor. BİR ZAMANLAR ÇİÇEK AÇAN ÇÖL... Çevreyle tarım arasındaki bağı en iyi, ürün ekip biçimi konu­ sunda görebiliriz. Bazı bitki türlerinin ekip biçme emeğine değeceği sonucuna varmak yeterli değildir. Bu doğru, fakat neden bir avuç bitki bazı yerlerde evcilleşti de diğerlerinde evcilleşmedi? Dünyanın Sahel adlı bir bölümü bu bağlamda özellikle ilgiye değerdir. Burası batıda Afrika kıtası boyunca Moritanya' dan, doğuda Etiyopya' ya uzanan alt Sahra kuşa­ ğıdır. İklim değişiklikleri büyük bir kuraklığa yol açtığı için, bu uçsuz bucaksız bölgenin başına bugünlerde dünyanın en sarsıcı çevre felaketlerinden biri gelmiştir. Bölgenin çoğu şu anda kurak ve açlık çekiyor; bölgeyi terk etmemiş olanların çoğu ya öldü ya da sefalet içindeler. Oysa sadece birkaç yüz­ yıl önce, buraları kadim Gana, Mali ve Songhai imparatorluk­ larında hüküm süren atlıların muhteşem ülkesiydi. Bölgede­ ki en ünlü şehir, şüphesiz altın ve tuz ticaretinde ana merkez olan Timbuktu'ydu. Şehir İslam bilimiyle çok önemli hale geldi ve genelde dünyadaki en eski üniversitelerden biri ola­ rak görülen kurumun da merkeziydi. Günümüzde Ozyrnan­ dias gibi çöl kumlarıyla kuşatılmıştır ve kumla kaplanma teh­ didi altındadır. Mali kralı Mansa Musa 1324'te Mekke'ye hac­ ca giderken yolu üzerindeki Kahire'yi ziyaret etti. Oradaki insanlar serveti karşısında şaşkına döndü ki hayrete düşmüş insanların abartmasını hesaba katsak bile, serveti kesinlikle etkileyiciydi. Her biri 150 kg altın taşıyan 100 devesi ve yine 1 10
Yıprabo Bir Varoluş her biri 2 kg altın malzeme taşıyan 500 kölesi vardı. Görünü­ şe göre 500 yardıması ilk kansına eşlik ediyordu. Mısır' daki müsrif harcamalarının bu ülkede altının değerinde önemli bir düşüşe neden olduğu söylenir. Günümüzde bunun bir örne­ ği küresel banka krizinin ardından yeni paranın basılmasıdır. Bu bölgenin insanlarının her zaman bel bağladığı ana besin maddesi, birkaç yüzyıl öncesine kadar orada kolayca yetişen süpürge dansı olmuştur. Yalnızca halkı besleyecek miktarda da değil, ticaret yoluyla hatırı sayılır bir servet getirecek ka­ dar çok üretilmiştir. Doğası gereği Akdeniz' e ait olarak düşündüğümüz zey­ tin, incir ve üzüm daha çok muamma yaratmışhr. Bunlar ya­ bani halde bütün Bah Avrupa' da bulunuyordu ama Yakın Doğu'dan çeşit çeşit, yerel olmayan ekilen ürünler gelinceye dek evcilleştirilrnemişlerdi. Bu muammaların çözümü neredeyse kesin olarak iklim değişikliği fenomeninde yatıyor. Tropik bölgelerde çalışan Batılılar, dünyanın yaşadıkları bölümlerindeki keskin ve gö­ rülebilir iklim değişikliklerine atıfta bulunarak "birazak ha­ va" özlemlerinden dem vururlar. Bu yıllık iklim değişikliği döngüsü, yıllık ömür döngüsü olan bitkilerin işine yarar. Bü­ yüme, filizlenme ve ölme süreçleri bir yıllık sürede olması ge­ rektiğinden çok büyümezler; kaynaklarının çoğu gövde ve dallar yerine, tohum ve tohum kabuklarının oluşturulmasına gider ve bu nedenle yenmeye daha uygundurlar. Kadim Be­ reketli Hilal' de bu tip bitkiler bol miktarda bulunduğundan, bölgenin ava toplayıa insanları bu bitkileri evcilleştirmeye başlamadan önce zaten yerleşmeye ve bu bitki topluluklarına bel bağlamaya başlamışh. · Ne var ki sorunun başka bir yönü halen geçerlidir. Dünya­ daki başka bölgelerde de oldukça benzer iklimler vardı, an­ cak epeyce zaman geçtikten sonra ürünleri veya hayvanları 111
Baş Belası icatlar evcilleştirdiler. Örneğin evcilleştirme Orta Amerika' da yakla­ şık 5.000 yıl sonra ve Birleşik Devletler'in doğu kısımlarında 6.000 yıl sonra gerçekleşti. Öyleyse çiftçilik neden görünüşe göre Bereketli Hilal' de başladı? Rus genetikçi Nikolai Vavilov evcilleştirmenin kökenleri­ ni dünyadaki sıradağlar olarak tanımladığında biraz konu­ dan sapmışh. Fakat evcilleştirmenin en büyük çeşitliliğe sa­ hip bölgelerde gerçekleştiğini öne sürmekte haklıydı. Bu eği­ limin ilk olarak Yakın Doğu' da ortaya çıkmasının nedeni de bu olabilir: Bu bölgede arazi rakım ve türlerinin çeşitliliği çok fazlaydı ve bu durum da yılın farklı zamanlarında farklı ürünleri hasat etmeyi veya farklı hayvanları otlatmayı müm­ kün kılıyordu. Dahası en büyük bitki ve hayvan türü çeşitli­ liğine sahipti ve bu da bu türlerin bazılarının evcilleştirilme olasılığını artırıyordu. İş koyun, keçi, domuz, inek ve ata geldiğinde, bunun öne­ mi çok büyüktü. Gezegen üstünde yaklaşık 4.500 memeli tü­ rü var ama bunların çok azı evcilleştirilmiştir. Bunların hepsi de, görünen o ki, nispeten kısa bir zaman aralığı olan MÔ 8.000 ve 2.500 yıllan arasında insanların ortamına getirildi. Bu, her şeyden daha fazla, atalarımızın bütün olası adayları mümkün olduğunca süratle evcilleştirdiklerini akla getiriyor. Geri kalan hayvanlar için daha fazla çaba gösterilmesi işe ya­ ramadı. Birkaç memeli türünün zirai kullanıma gerçekten uygun olması şaşırhcıdır. Evcilleştirilmiş hayvanların, insanlar tara­ fından idare edilebilmeleri ve insanlardan daha fazla yiyecek tüketmemeleri için nispeten küçük olmaları gerekir. El alhn­ dayken yavrulama kapasitelerinin olması ve aynca üreme yaşına ve tam gelişkinliğe ideal olarak oldukça erken girme­ si gerekir ki çiftçi yahnmına yün, süt, et, deri veya çekiş gü­ cü olarak hızlı bir karşılık alabilsin. En uygun hayvanlar ya1 12
Yıprahcı Bir Varoluş bani haldeyken "ast üst sistemiyle" sürüler halinde yaşayan­ lardı: Hiyerarşik içgüdü kendini başat hayvanın yerine koya­ bilen bir insan sahip tarafından kullanılabilir. Çocukları ısır­ mazlarsa da çok iyi olur: Yani evcil türler makul ölçüde uysal olmalı, tehlikeli olmamalıdırlar. Saydığımız beş hayvana ilaveten, köpek haricinde sadece dokuz hayvan yirminci yüzyıla girmeden ve yerkürenin yal­ nızca belli bölgelerindeki insanlar tarafından evcilleştirilmiş­ ti. Bunlar arasında Arap devesi ve iki hörgüçlü deve, eşek ve yak vardır. Üreme biliminde ve hayvanalıktaki tüm ilerleme­ lere rağmen, halen gergedan ve panda gibi nesli tükenmekte olan hayvanları üremeye teşvik edemiyoruz ve aynca Kana­ da geyiği, mus ve bizon gibi türleri evcilleştirme çabalarının ticari açıdan karlı olmadığı ortaya çıkmıştır. Hayvanları ev­ cilleştirmemizden, bir şekilde bizim doğanın hakimleri oldu­ ğumuz gibi bir anlam çıkabilir. Fakat daha sonra göreceğimiz gibi, atalarımız bu yüzden daha önce hiç olmadığı kadar is­ tikrarsızlığa sürüklenmiştir. 1 13

Dördüncü Bölüm HAYVAN ÇİFTLİGİ 1913'de Rus arkeologlar Ukrayna'daki Dinyeper Irmağı'run kıyısında bulunan Solokha'da bir höyük mezar buldular. MÔ 400 dolaylarından kalma höyük yaklaşık 100 metre çapında ve 19 metre yüksekliğindeydi ve iki mezar içeriyordu. tık me­ zar bir kadına aitti; yanında bazı takılar, bronz ve gümüş kap­ lar ve iki atın kalıntıları vardı. N. 1. Velesovski ikinci mezar bölmesinde tepeden tırnağa altınla kaplı bir erkek hükümda­ rın cesedini buldu. Silahtan, hizmetkarı ve beş atıyla birlikte gömülmüştü. Bu adamın yanında bronz bir miğfer, altın va­ raklarla kaplı bir kılıç ve seksen tane bronz ok başlığı içeren gümüş bir sadak vardı. Mezardaki eşyalar arasında bir altın tarak da vardı, üzerine zırhlan incelikle işlenmiş üç savaşçıyı gösteren ayrıntılı bir altın döküm yapılmıştı. Bu olağanüstü höyük mezarın, Romanya'dan Sibirya'ya uzanan bir bölgede birçok eşi bulunmuştur. Kurgan olarak bilinen bu höyükler en çok Rusya ve Ukrayna'run steplerin­ de yaygındı ve Sibirya'nın Altay bölgesinde, MÔ 3000 dolay­ larında ortaya çıkan ve MÔ 900 civarında batıya doğru göç etmeye başlayan göçebe topluluk İskitlerle bağlantılıydı. Böl­ gede toprağın daima donmuş halde bulunması paha biçilmez bir bilgi kaynağı olan kalıntıların mükemmel biçimde korun­ masını sağlamıştır. 1 15
Baş Belası lcatlar Dağlık kuzeybah Kafkaslardaki Kurgan halkı aynca 5.000 yıl önce metalürji uyguluyordu. Bakır balta ve bıçak yapı­ mında ustaydılar. Alhn ve gümüşten vazo, boncuk ve yüzük­ leri vardı, üstelik boğa, aslan ve keçi heykelcikleri de yapı­ yorlardı. Alhn, gümüş ve bakın çoğunlukla bölgedeki akar­ sulardan elde ediyorlardı. Ne tuhaftır ki hiç bronz obje bulu­ namadı; bir ihtimal ya alaşımlama konusunda bilgileri ya da kalayları yoktu. Mücevher, iki tekerlekli araba, at koşumları, hatta mucize eseri korunmuş dokuma bir halı yüksek seviye­ deki sanatsal yeteneklerinin kanıhdır. AT SIRTINDA DEHŞET Müsrif "asil" İskit önderlerinin kurganları ile sıradan insanla­ rın alelade basit mezarları arasındaki tezat bu topluluğun sı­ kı kurallarla yönetildiği ve farklı sınıflara bölündüğü izleni­ mini uyandırıyor. Karmaşık bir sosyal yapısı olan böyle zen­ gin bir kültürün, yerleşik bir hayata geçmiş, toprağı işleyen ve köylerde oturan insanları işaret ettiği düşünülebilir. Ancak İskitler göçebe atlılardı, ilk olarak MÖ 5000 dolaylarında step­ lerde evcilleştirilen hayvanlardan yararlanırlardı. Küçük seç­ kin sınıfların hakimiyetindeki bu adamlar aamasız savaşçı­ lardı. Bazen hizmetlerini yerleşik krallıklara tarım ürünleri ve altın karşılığında sunar, bazen de istediklerini öylece alıp ge­ çerlerdi. Öyle görünüyor ki kadınlar erkeklerin yanında sava­ şıyordu. Bazı kazı alanlarında üzerlerinde erkeklerinkinin ay­ nısı olan giysiler ve yay, ok başlığı, balta gibi silahlarla ve ger­ çekten atlarıyla birlikte gömülmüş kadın cesetleri bulunmuş­ tur; bu kadınlar Yunan Amazon efsanesinin esin kaynağı ola­ bilirler. Klasik dünya kuşkusuz İskitler karşısında büyülen­ miştir. Homer kısrak sütü içme alışkanlıklarından söz eder. Bazen dünyadaki ilk tarihçi olarak tanımlanan MÔ beşinci yüzyılda yaşamış Yunanlı yazar Herodot birçok seyahati sıra1 16
Hayvan Çiftliği sında neredeyse kesin olarak lskitlerin ülkesine gitmiştir ve kıyafetlerini ayrıntılı olarak tarif eder: çizmelerin içine sokul­ muş takviyeli deri pantolon ve üstlerinde açık tunik. Kadınla­ rıyla ilgili olarak, "Bir düşman erkeği öldürmeden hiçbir lskit kadını evlenemez" der. Ayrıca kenevir kullandıklarından da bahseder, dokuma için elyafından ve kutsal bir tütsü olarak da dumanından yararlanırlarmış ki bunlar arkeolojik bulgu­ larla da destekleniyor. Belki de modem Kazakların lskitler­ den geldiklerini iddia etmelerine şaşmamak lazım. İskit filozof Anarcharsis, İsa' dan altı yüzyıl önce bilgeli­ ğiyle Atinalıları etkilemiş olmasına rağmen, bu göçebe kabi­ lenin ismi duyulduğunda verilen genel tepki dehşetti. Hero­ dot at kanından beslendiklerini iddia etti, onları vahşetin so­ mut örneği olarak görüyordu. Bu daha sonraki rivayetleri de besledi, bu yüzden Shakespeare'in Kral Lear'de, "barbar ls­ kit... açlığını doyurmak için neslini mahveder" diye yazması çok mantıklıydı. İskitler büyük ihtimalle atları evcilleştiren ilk insanlardan­ dı ve muhtemelen atlan okçular için binek olarak da ilk kez onlar kullanmıştı. En gösterişli kurganlarda genellikle, görü­ nüşe göre iki türe ait birçok at bulunur. En yaygın tür daha küçük, Yabu atlandır, görünen o ki sürü hayvanıdır ve çoğu kez birkaç tanesi birlikte gömülmüştür. Ancak Turanlı adın­ da daha büyük, çok değerli bir safkan da vardır. Bu atlar son derece değerlidir ve her zaman tek başlarına gömülürler. Ço­ ğu zaman çalışma hayatlarının sonunda ya boğulur ya da ka­ falarına tek bir vuruşla öldürülürler. Bu at üstünde doğmuş göçebeler yerleşik çiftçilere dehşet salmış olmalılardır. Modem deyişte dahi gaddarlık ve şiddet için kullanılan kelimeler, lskitlerden sonraki halklara; Hunlar ve Moğollara ("Tatar" da denir) geçen bu yaşam tarzıyla eş anlamlıdır. Ukrayna ve Rusya'daki Yahudi atalarım, Kazak117
Baş Belası icatlar lar köylerini yağmalayıp talan ederek dörtnala giderken kor­ kudan tir tir titrermiş ve muhtemelen eski İskitler daha da za­ limdi. Sevilmeyen bir patron veya kaynanaya günümüzde bi­ le "Cengiz" veya biraz "Tatar" denir. Yirminci yüzyıldaki iki dünya savaşı sırasında Britanyalılar Almanları "Hun" diye tanımlamışhr. Bu tarz bir kara mizah, toprak uzaktan dörtna­ la gelen atlıların gümbürtüsüyle sarsılırken ve atalarımız ufukta karanlık, kaynaşan bir kitleyi göz ucuyla gördüklerin­ de hissettikleri dehşeti yahşhrıruş olabilir. Atlılar yerdeki adamlardan daha uzundur, daha hızlı hareket eder, engeller­ den atlayabilirler ve atlarının toynakları korkunç ve caydın­ adır. Yerleşik halklar hem göçebe saldınlanna karşı savun­ masızdır hem de ürettikleri ürünler nedeniyle çekici bir he­ deftirler. MÔ 3300' den sonra bu savaşçı kabileler tekerlek teknolojisini geliştirdiklerinde yerleşik halkın savunmasızlığı daha da artacakh. Atların çektiği iki tekerlekli arabalar zorlu silahlardır. MÔ birinci binyılın ikinci yansında, bütün Orta Avrupa' da sürekli mevcut olan göçebe istilası tehdidine kar­ şı güçlendirilmiş, birbirlerine iyice yakın inşa edilmiş çiftçi köylerine dair kanıtlar buluyoruz. Göçebeler ve çiftçiler arasındaki bu çahşma Avrupa dille­ rinin kökenlerine kısmen bir açıklama getirebilir. Avrupa'run çeşitli dillerinde ortak olan dilbilgisi öğeleri ve benzer sesli kelimeler nedeniyle bilimciler Proto-Hint-Avrupa (PHA) ad­ lı bir orijinal dilin var olduğunu öne sürmüştür. Dilbilimciler çeşitli dillerdeki kelimeleri kıyaslayarak, aşağı yukarı 2.000 kök kelimeyi ayrışhrınışhr: bu listeye beklendiği gibi, "erkek kardeş" "gökyüzü" ve "anne" gibi yaygın kelimeler de dahil­ dir. Bilginler bu PHA'yı konuşanların nereden geldiklerine dair şiddetli görüş ayrılığına sahip olsalar da bu kelimelerin bazı yararlı fikirler verdiklerinden kesinlikle eminler. örne­ ğin birkaç dildeki "kar" kelimesindeki benzerlikler Proto118
Hayvan Çiftliği Hint-Avrupalıların epeyce soğuk bir yerden geldiklerini akla getiriyor. MÔ 2000 yılındaki insanların kullandıkları ama MÔ 4000 de olmayan madde isimlerine baktığımızda, PHA ' konuşanların ne zaman hareket halinde olduklarına dair bir fikir ediniyoruz. Örneğin "tekerlek" için kullanılan kelime­ lerdeki benzerlikler MÔ 3300 tarihinin onların zaman dili­ minde olduğu izlenimini uyandırıyor. Aynı şeyi "savaş ara­ balarında" bulamıyoruz, bu da bu ölümcül makineler MÔ 2000' de sahneye çıktığında onların olmadıklarını gösteriyor. İskitler ve onlara benzeyen halklar bu Proto-Hint-Avrupa dilini taşımış olabilirler. Eksiklikler dahil olanlar kadar önemlidir ve ilginçtir ki PHA tanm terminolojisi yönünden değil de, İskit atlılarının dillerinde gün boyunca olması gere­ ken tekerlek, balta, mil, koşum, mil göbeği gibi kelimeler yö­ nünden zengindir. Onların kültürlerinde tekerlek ve at oldu­ ğunu biliyoruz ki biz bu kelimeler sayesinde tekrar o yaşamı canlandırabildik; ancak "saban" ve "orak" kelimeleri olsa da tanımlanamamış bir tahıl türü için tek bir kelimeleri var. Çok az tanın yapmışlar ve bu da sözvarlıklarına yansımış. Oysa bu dili konuşanlar MÔ 4000 ve 2000 arasında hareket halin­ delerse, bu tamı tamına Avrupa'nın tarıma geçtiği zamandı. Bundan ne çıkarabiliriz? İskit kurganlan veya kültürlerinden kalan herhangi bir şey Macaristan'ın batısında bulunamadı. Tam tersine MÔ 3000' den sonra, Orta ve Batı Avrupa' da onların eserleriyle isimlendirilmiş bir kültür kaleydoskopu egemen oldu: Bar­ dak Halkı (Beaker People) ve İp İzli Kap Halkı (Corded Wa­ re People) gibi. Bu topluluklar step kültürünün belirli öğele­ rini yerleşik kültürün öğeleriyle karıştırdı. Tannı yaptılar �a at bindiler, metali işlediler ve birbirlerine savaş açtılar. Peki, göçebelerin yaşam tarzlarının bütün izleri kaybolduysa nasıl oldu da dilleri yok olmadı? 1 19
Baş Belası icatlar Doğal yaşam alanlarının sınırlarına ulaşan bu göçebeler uyum sağlamak zorunda kalmış olabilirler. Atlı güruhlar açık steplerde at koşturmuş ama Orta Avrupa'nın sık ormanlı böl­ gelerinde bir sorunla karşılaşmış olabilirler. Hatta bazılarının atından inip orada karşılaştıkları topluluklarla kaynaşmış ol­ ması mümkündür; kültürlerinin belli öğelerini aktarmış, on­ larınkinden bazı öğeler almış olabilirler. Ne var ki dilleri bü­ tün Batı Avrupa' da, İrlanda sahillerine bile yayılmıştır. Eğer evcilleştirilmiş at bize ortak bir dil ve kültür verdiy­ se, bize neticede çok daha ölümcül bir şey de verdi. Primat atalarımız ağaçlardan yere indiklerinde yırtıcılardan gelecek saldırılara karşı savunmasızdılar. Gel gör ki hiçbir zaman do­ ğayı ilk evcilleştirmeye başladığımız zamanki kadar savun­ masız olmadık. KÖTÜ HABERİ YAYMAK Bir Malakula Büyük Adamı' ru domuzlarına bakarken izle­ mek inanılmaz bir sevecenlik sahnesine seyirci olmaktır. Bri­ tanya'nın sınıf sistemi hala yerli yerinde olabilir ama Pasi­ fik'teki Vanuatu takımada devletinde bir ada olan Malaku­ la'run sınıf sistemi Britanya'dakinden binlerce yıl öncesine dayanır ve çok daha karmaşıktır.1 Erkekler için hayat nimang­ ki olarak bilinen sosyal kademelerden ibaret uzun bir merdi­ vendir. Erkekler ilerlemek ve her kademeyle ilişkili gizli top­ luluklara giriş hakkı kazanabilmek için, domuz alıp kesmeli ve uygun topluluktaki erkeklere bağışta bulunmalıdır. Bu ge­ lenek bu bölgedeki birçok adada vardır. Kurbanın değeri su­ nulan domuzun cinsine bağlı olarak artar. Bazı topluluklarda çift cinsiyetli domuz en değerli hediyedir. Fakat Malakula'da en yüksek kademedeki erkekler kollarının üzerine koydukla­ rı dairesel domuz d işleriyle gösteriş yaparlar. En değerlileri pazıların etrafına iki üç kez dolananlardır ve bunlar beyaz adamın parasıyla servet demektir. 120
Hayvan Çiftliği Bir erkeğin bu dişleri elde etmek için gösterdiği çabalar inanılmazdır. Kansı domuz yavrusunu emzirebilir. Daha sonra erkek özenli bir dişçilik sergiler, büyük dişlerin mü­ kemmel büyümesini sağlamak için üst köpekdişlerini çeker. Domuz asla kendi türündekilerle dövüşe girme riski altında olmamalıdır, bu yüzden hadım edilir. Aynca yiyecek peşin­ de koşarken değerli dişlerine de zarar verebilir, öyle ki elle la­ pa ve sebze verilerek beslenir ve sahibinin konutuna yakın bir yere bağlanır. Çift spiralli büyük dişin büyümesi için ge­ reken 10-12 yıl boyunca domuza ailenin bir üyesi gibi bakılır. Batılı misyonerler on dokuzuncu yüzyılın sonunda bu adalara geldiklerinde, insan ve domuz arasındaki bu yakın­ lıktan tiksinmişlerdi. Onlar için domuz pislik ve cehaletle eş anlamlıydı. Misyonerler Pasifik halkını geleneklerinden so­ ğutmak için, hayvanları evlerinden belli bir mesafede olmak üzere, köylerini bir ordu karargahı yerleşim planına göre ye­ niden inşa etmelerini emrettiler. Bunun üzerine adalılar sal­ gın hastalıklara yenik düşmeye başladılar. Dizanteri, kızamık ve grip adalıları kınp geçirdi, bazen nüfusun üçte biri hayatı­ nı kaybediyordu. Misyonerler cemaatlerini iyileştirmek için çok uğraştılar, ama bu yerWerin şüphelerini arbrmaktan baş­ ka bir işe yaramadı. Ölümcül bir büyünün kurbanları olduk­ larına inanan adalılar vahşileşti, istilacıları kovup öldürmeye başladı. Bu yabancıların hastalık getirdiklerini düşünmekte de haklıydılar. Ama bunlar büyü değil de dış dünyayla temas ve çiftçilik yoluyla gelmişti. Hastalık yayanlar da dahil bakteriler yaşamın en düşük formu olabilir ama türlerini yayma amacıyla üremede bizden daha iyidirler. Biz bu işi zevkli bir yöntemle hallederiz (veya tjip bebek yöntemini de sayarsanız iki şekilde) fakat bakteri ve diğer küçük, tehlikeli organizmalar bunu çok sayıda yön­ temle ve çok hızlı yaparlar. Çoğunlukla üremeleri eşeysizdir, 121
Baş Belası icatlar yani her bakteri olgunlaşhğında ikiye bölünür. Bu yöntem basit ve etkilidir ve yaşam döngüsü kısaysa işe yarar. Eşeysiz üreme kuşkusuz genetik çeşitliliği sağlamaz, çünkü iki eşten gelen genetik malzemenin karışımı söz konusu değildir. An­ cak üreme döngüsü kısa ve hızlıysa, genetik değişiklik veya çeşitlilik eninde sonunda tesadüfi mutasyonla vuku bulacak­ hr. Bağırsaklarımızda yaşayan ve bütün canlılar içinde (insan hariç) muhtemelen en çok incelenen Escherichia coli (kolibasi­ li) yirmi dakikada bir yeni bir nesil üretir. Çoğu zaman E. Co­ li tümüyle zararsızdır ama bazı türleri şiddetli besin zehirlen­ mesine, hatta ölümcül enfeksiyonlara yol açabilir. Bir türü ti­ foya sebep olan Salmonella daha yaygın olarak besin zehirlen­ mesinin bir çeşidine yol açar. Bazı enfekte olmuş kişilerin ba­ ğırsaklarında hiçbir probleme sebep olmadan durabilir ta ki bu kişi, belki de dışkıladıktan sonra elini yıkamayarak başka birine bulaşhnncaya kadar. Vibrio bakterisinin sebep olduğu kolera şiddetli sulu ishal krizlerini tetikler, hastalanan kişi et­ rafına çok miktarda tehlikeli bulaşıa sıvı saçar. Diğer hasta­ lık bulaşhna maddeler üçüncü bir kişi yani vektör tarafından taşınabilir. Ölümcül hıyaraklı vebanın sorumlusu yersinia pestis insan konaklarına kemirgenlerin, özellikle sıçanların tüylerindeki pireler yoluyla ulaşır. Sıtma paraziti ve uyku hastalığına yol açan tripanosom gibi diğer mikroorganizma­ lar tükürük bezlerinde ve böceklerin bağırsaklarında yaşar­ lar. ôte yandan nezle ve gribe yol açan virüsler aksırma ve öksürme nöbetlerini tetikler ve bunlar ince bir püskürük için­ de taze kurbanlarına doğru dışarıya saçılırlar. İnsanlar bakteri ve virüs enfeksiyonlarına karşı önemli tepkiler geliştirmişlerdir. Bunların en ilginçlerinden birisi vü­ cut ateşidir. Enfeksiyonlarla ilişkili ateşlenme evrimin sonu­ cu olabilir. Belki de bu bir failleri ısı vasıtasıyla yok etme ve 122
Hayvan Çiftliği ter yoluyla atma teşebbüsüdür. Michigan Üniversitesi'nden Matthew Kluger vücut ateşinin yalnızca memelilerde değil, kuş, sürüngen ve hatta balıklarda bile yararlı bir tepki oldu­ ğuna dikkat çekmiştir.2 Tropikal balık besleyen okuyucular, balıkların hastalandıklarında akvaryum ışığının veya başka bir ısı kaynağının yanına toplanma eğiliminde olduklarını kuşkusuz fark etmişlerdir. Eğer bu binlerce yıllık evrim sonu­ cu gelişmiş koruyucu bir mekanizmaysa, hastalan soğutarak rahatlatmaya yönelik modem yaklaşım amaca zararlı olabi­ lir. Başka bir önemli tepki de bağışıklık sistemimizle ilgilidir. Akyuvarlar istenmeyen mikroplara karşı koruyucu bir ordu gibi hareket eder ve onları yiyip sonra yok edebilirler. Mik­ roplar bu süreçten kaçarsa, ürettiğimiz antikorlarca etkisiz hale getirilebilirler. Ne var ki mikroplar "zekidir" ve çok hız­ lı bir şekilde üreyip mutasyona uğrayabildikleri için, antikor­ lanmızın müdahalesinden kaçmak için yapılarını değiştirebi­ lirler. Peki ya biz onlarla başa çıkmak için daha çok antikor, direnç geliştirirsek? O zaman bazı mikroorganizmalar onlara karşı koyacak antikoru olmayan konaklara yayılacaktır. Bu bir savaş ve öyle bir savaş ki biz insanların her zaman kaybet­ me ihtimali var. Bu .biz tarıma başladıktan bu yana var olan yaşam tarzıdır. Çiftçilik insan nüfusunda on ila yüz kat artışa neden oldu. Bu bizzat hastalıkların yayılma potansiyelini artırır zaten ama başka iki faktör de gayet önemlidir. Tarımla birlikte daha yer­ leşik bir yaşam tarzı gelir. Ava toplayıcılar kamplarını taşı­ dıklarında dışkılarını ya bırakır ya da yakarlar. Ancak tarım­ la uğraşanlar vücut atıklarının yakınında kalırlar, hatta bazen bunları yiyecekleri ürünleri gübrelemek için kullanırlar. Bu . organik tarıma yönelik bir eleştiri değildir ama belki de bu heves insanların atıkları söz konusu olmasa bile iddia edildi­ ği kadar sağlıklı olmayabilir. 123
Baş Belası icatlar Ahk sorunu nüfusun arhşıyla birlikte büyüyen bir sorun ve gitgide vahim bir hal alıyor. Bir sonraki büyük teknolojik ilerleme sayılan şehirleşmeyi göz önüne aldığımızda, Eriha gibi yerleşim yerlerinin sıkışık şartlarının bakteri ve potansi­ yel olarak ölümcül hastalık taşıyan hayvanlar için ideal üre­ me ortamları olduğu kolayca görülebilir. Şehir devletlerin ge­ lişmesinden sonra yolculuk ve nakliye şartları iyileşmiş, uzun mesafeler arasında ticaret kolaylaşmış ve hastalıkların yayılması için daha çok alan ortaya çıkmışhr. Roma büyük olasılıkla Afrika'yla olan ticareti ve imparatorluk bağlanhlan nedeniyle MS birinci yüzyılda çiçek hastalığına yenik düş­ müştür. Ortaçağ Avrupa'sında kara ölüm (veba) muhteme­ len Orta Asya menşeli pireli kürklerin içinde İpek Yolu'yla gelmiştir. Ne var ki tarım insan evrimindeki bu üzücü eğilimden de sorumludur. Bize en çok zarar veren mikropların birçoğu bi­ zim evcilleştirdiğimiz hayvanlardan gelir. Kızamık sığır ve­ basına yol açan virüsün yakın akrabasının işidir. Tüberkülo­ zun bir atası bruselloz (malta humması) mikroplu inek sütüy­ le yayılabilen bir mikroorganizmanın marifetidir. Boğmaca­ nın bir çeşidi köpekleri ve domuzları etkiler. Bulabildikleri tüm konakları öldürdükleri ya da antikorlar tarafından dur­ duruldukları için soylan tükenmek üzere olan bakteri ve vi­ rüsler türden türe geçme mekanizmaları geliştirmektedirler .. Örneğin tifo bakterisi Rickettsia önceden sıçanlar arasında üzerlerindeki pireler yoluyla yayılırdı. Nadiren sıçan pireleri insanlara da tifo bulaşhrabilirdi. Fakat bu etkili olmayan bir yayılma yoluydu. Ya evrim geçirme ya da yok olma olasılı­ ğıyla karşı karşıya kalan tifüs, insan vücudundaki bitlere sıç­ rayarak, sıkışık, kalabalık ve pis şartlarda uzun ve c ıgun bir kariyeri garantiledi. İşte bu nedenle tifo Nazi toplama kamp­ larında bu derece ölümcüldü. Ayrıca insan ve sıçanların ya- 124
Hayvan Çiftliği kın bir şekilde bir arada oldukları kalabalık şehirlerde de yaygın olarak görülmüştür. Bununla ilgili bazı şüpheler ol­ masına rağmen, MÔ 430 yılında Peloponez Savaşı sırasında Atina' da nüfusun üçte birini yok ettiği düşünülen salgının sorumlusu büyük ihtimalle tifoydu. Daha yakın zamanda insanlara yönelik bir tehdit "kuş gri­ binden" gelmiştir. Şimdiye dek kuş gribinin H5Nl türünden meydana gelen ölümler, yalnızca kümes hayvancılığıyla ya­ kından bağlanhlı insanlarda görülmüştür. H5Nl türü yakla­ şık 2003' de Asya' da kümes hayvanlarını kasıp kavurarak başlamış ve Avrupa'ya göçmen kuşlarla yayılmış gibi görün­ mektedir. Dünya Sağlık örgütü kuş gribi virüsünün bu türü­ nün 2008 itibariyle 385 kişiye bulaşhğını, yaklaşık 243 kişiyi öldürdüğünü bildirmiştir. Her ne kadar evcil kuşlarda ortaya çıkmış ve şimdiye kadar sadece onlarla direkt temasta olan kişilere bulaşmış olmasına rağmen, virüsün mutasyona uğra­ yabileceğinden korkuluyor. Eğer mutasyona uğrarsa ve bu hastalığın bulaştığı insanlar diğer insanlara bulaşbnrsa, ar­ dından kitlesel bir salgın baş gösterebilir. İngiltere' deki Tıp Dairesi Başkanı Liam Donaldson ilk başta İngiltere' de 50.000 kişinin ölebileceğini söyledi ama ısrarlı sorular karşısında ölü sayısının 750.000'e kadar çıkabileceğini kabul etti. Gerçek şu ki hiç kimse İngiltere' de böyle bir salgının nelere yol açabile­ ceği• j bilmiyor ve ben bunları yazdığım sırada, hükümetimiz halen gerçekten hazırlıklı değildi; bu hastalığın ülkedeki bü­ tün endüstri, eğitim, sosyal ve tıbbi hizmetlerde yol açabile­ ceği kitlesel yıkıma rağmen. Benzer meseleler kuşlara H5Nl bulaşması sonucu 300 milyon tavuğu öldürmek zorunda kal­ dıkları Asya' da göz ardı edilmemiştir. Yerli çiftçilerin geçim­ lerini kuş ü reticiliğinden sağladıkları ve tavukların, hayvan proteini almanın en ucuz yollarından biri olduğu Asya top- 125
Baş Belası icatlar lumlarında bu kendi içinde ekonomik bir felakettir. Örneğin tavuk, Çin'in bazı bölümlerinde gerçekten de ana besin mad­ desidir. Dünya Sağlık Örgütü' ne göre kuş gribi virüsünün yüzler­ ce türü var ama çok yakın bir zamana dek yalnızca HSNl, H7N3, H7N7 ve H9N2 adlarını taşıyan dört tanesinin insan­ lara bulaştığı biliniyor. HSNl, 2005'de Davos'ta yapılan eko­ nomik zirvede, iş dünyası liderlerinin başlıca kaygısıydı. Bu konferansta sunulan 22 sayfalık risk etüdünde bu enfeksiyo­ nun uluslararası terörizmden daha büyük bir tehdit olduğu­ nu öne sürüldü ve "Kuş gribi HSNl virüsü insandan insana geçecek şekilde mutasyona uğrarsa, küresel topluluk ve eko­ nomimizi eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma uğratabilir" uyarısında bulunuldu. Bazı uzmanlar ölü sayısının 191819' daki İspanyol gribi salgınınkinden daha fazla olabileceği ve bütün dünyada 40 ila 50 milyon insanı öldürebileceği tah­ mininde bulunuyorlar. Bu etkileri hafifletebilecek aşılar geliştiriliyor. Ancak vi­ rüsler "zeki" ve mutasyon riski de gerçek. Yakın zamanda, H9N2 adındaki yeni türün de ciddi bir tehdit teşkil edebile­ ceği gösterilmiştir. Daha çok kuşlarda görülen bu tür üzerin­ de yapılan testler insanlara bulaşabileceğini, insanlar arasın­ da da yayılabileceğini gösteriyor ve Hong Kong'ta birkaç ço­ cuğa bulaşmıştır. İnsanlarda yalnızca nispeten hafif bir hasta­ lığa yol açar gibi görünmesine rağmen, domuzlarda ve yaban gelinciklerinde de hastalığa neden olabilir. En büyük endişe kaynağı da hasta bir insana aynı anda iki türün de bulaşması ihtimali. Eğer bir insan veya hayvana aynı anda gribin iki tü­ rü de bulaşırsa, virüs DNA'sının "yeniden sınıflama" yapma ihtimali var ki bu türler arasındaki bulaşıcılığını artırabilir. Şimdiye dek bir yönden şanslıydık. Nezleye yol açan virüsün aksine, kuş gribinin havada damlacıklar içinde taşındığı gö126
Hayvan Çiftliği rülmedi. Yani aksırma ve burun çekmenin şu anda bir tehdit teşkil ettiği düşünülmüyor. Ancak hiç kimse ilerideki mutas­ yonların sonucunun neler olabileceğini bilmiyor; eğer damla­ larla yayılırsa sonuç hakikaten yıkıcı olabilir. Modern çiftçinin, hastalığın sürüleri arasında yayılmasına karşı yararlı bir çözümü vardır. Hayvanları düşük dozda an­ tibiyotikle beslemek virüsleri öldürmezken, bakteri enfeksi­ yonunu kontrol eder ve büyümeyi de artınr. Bu durum 1950'lerde Birleşik Devletler'de bir çiftlikte tesadüfen keşfe­ dildi. Tavuklar antibiyotik oreomisinin üretiminden kalan atık ürünlerle besleniyordu ve sonuç olarak bu tavuklar %50 daha fazla büyüdü. Bunun nedeni enfeksiyon olmaması veya ilaçların yemlerinden daha fazla besin maddesi massetmele­ rini sağlamış olması olabilir, mekanizma belli değildir ama çiftçiler ne olursa olsun bu katkı maddesinin tavukları büyüt­ tüğünü ve dolayısıyla daha fazla kar elde edebileceklerini fark etti. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yetersiz beslenen in­ sanları memnun etmeye çalışan hükümetler de karlara anla­ yış gösterdiler. 1953'de çok az bir direnişle, hayvan yemleri­ ne az miktarlarda penisilin ve tetrasilin ilave edilmesine izin veren Sağlığa Yararlı Maddeler Yasası İngiltere parlamento­ sunda kabul edildi. O sırada yalnızca tek bir ses karşı çıktı. Bu kişi Tayside North'dan Muhafazakar Parti vekili Albay Sir Alan Gomme Duncan'dı. "Merak ediyorum, biz hepimiz, domuzlan şiş­ manlatmak adına onlara penisilin verecek kadar delirdik mi?" diye parlamentoya soru yöneltti. "Neden onlara Tan­ n'nın istediği gibi iyi yiyecek vermiyoruz?" Albayın protes­ tosunu dikkate alan olmadı. Önceki bölümlerde tanının yol açtığı bazı problemleri ele aldık. Şimdi de, süpermarket, genetiği değiştirilmiş ürün ve yıl boyunca yetiştirilebilen çilek çağında, en büyük problem­ le karşı karşıya olabiliriz. 127
Baş Belası lcatlar ET MİTİ, DOMUZLARIN ZOR DURUMU VE YENi BiR GRiP Gelişmiş dünyada birçoğumuz ihtiyaamız olandan çok daha fazla et yeriz. Bunun nasıl ortaya çıktığı da enteresan bir ko­ nudur. 1932'de Afrika'daki Gold Coast'ta (şimdiki Gana) ilk kadın tabip subay Dr. Cicely Williams yöredeki çocuklarda görülen bir hastalığı rapor etti. Bu o yörede kwashiorkor adıyla bilinen bir hastalıktı: Hastaların cildi ve saçları kuru­ yor, saçları kızıllaşıyor ve karınları şişiyordu. Kan testleri ye­ tersiz beslendiklerini meydana çıkardı, oysa ailelerinin bü­ yük manyok kökü tarlaları vardı. Dr. Williams hastalığın ne­ deninin protein yetersizliği olduğunu öne sürdü ve bu fikir yalnızca bir varsayım olmasına rağmen, dünyanın dört bir yanına dağılmış olan ve günümüzdeki etkin iletişim sistem­ lerine sahip olmayan bir bilim camiası içinde çabucak hakikat olarak kabul gördü. 1953 itibariyle fikir öyle bir yerleşti ki o sıralar yeni kurul­ m:ış olan WHO politikalarını oluştururken, kwashiorkor dünyadaki en ciddi beslenme sorunu ve tek nedeni de prote­ in yetersizliği olarak kabul edildi. Bu düşünce biçimi gelişmiş ülkelerin gıda politikalarına da girdi, öyle ki et ve süt yönün­ den zengin bir beslenmenin, yetersiz beslenmenin çaresi ol­ du� kabul gören bir hikmet haline geldi. Ben öğrenciyken, şiş karınlı Afrikalı çocukların resimleri doğru beslenmedeki protein gereksiniminin bir örneği olarak kullanılırdı. Ancak 1970'lerde bilimciler yetersiz beslenmenin her tür besin mad­ desinin eksikliğinden kaynaklandığını ve insanlardaki prote­ in gereksiniminin tahıl ve baklagillerden elde edilebilecek ka­ dar az olduğunu öne sürmeye başladılar. O zamana dek olan olmuştu, birileri ihtiyaamız olduğu söylenen yiyecek mad­ delerini temin etmek ve kar elde etmek için yapacağını yap­ mıştı. Doğal yapılarında tümüyle yeterli protein kaynağı olan 128
Hayvan Çiftliği tahıllar, besi hayvanlanrun ihtiyaç duyduğu muazzam mik­ tarları temin etmek için artırılırken, et ve mandıra hayvanla­ n da çok miktarda üretildi. Günümüzde domuz yetiştirilen kafes çiftlikleri hakkında korkunç raporlar var. Birçok raporda, fabrika çiftliklerindeki bu hayvanların kendi dışkıları ve kusmuk.lan üzerinde ve hatta diğer domuzların ölüleriyle kuşahlmış olarak yaşamak zorunda kaldıklarından bahsediliyor.3 Bu aşın kalabalık. iyi havalandırılmayan ve pis ortamlarda hastalık aşın boyutlara ulaşmıştır. Yüksek seviyedeki nem ve gübre çukurlarından çıkan toksik gazlar nedeniyle solunum sorunları yaygın ola­ rak görülür: aslına bakarsanız, fabrika çiftliklerindeki do­ muzların %70'i kesimhaneye gönderilene kadar zatürree olu­ yorlar. Ortam o kadar pis ki ne zaman bakarsanız bakın, do­ muzların dörtte birinden fazlası uyuz hastası. Alan Gomrne Duncan gibi insanların karşı çıkmalarına rağmen, piyasanın önemi nedeniyle, sıkışık ortamlarda yetiştirilen domuzlan bu şartlarda canlı tutmak için aşın miktarda antibiyotik verili­ yor. Günümüzde insanlık hiç olmadığı kadar etoburdur, bu­ nun nedenleri arasında yoğun hayvan üretimi, dünyadaki düşük tahıl fiyatları, küresel dağıtım ağlan ve çok yakın bir zamanda gerçekleşen Çin'deki ekonomik büyüme vardır. 1%5'de Çinliler yılda kişi başına sadece 4 kg et yerken günü­ müzde ortalama bir Çinli vatandaş yılda 54 kg tüketiyor. Dünyadaki en saygın halk sağlığı örgütü olan, Georgia, Atlanta' daki Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi bu dehşet verici şartların, insan sağlığı açısından son derece riskli oldu­ ğunu tekrar tekrar vurgulamıştır. Aşın kalabalık. yoğun do­ muz yetiştiriciliği çiftlik çalışanlarında ve ailelerinde birçok ağır hastalık yanında, MRSA enfeksiyonlarına, ölümcül Ja­ pon beyin iltihabı salgınlarına, öldürücü Nipah virüsü nöbet­ lerine ve korkutucu SARS virüsüne yol açmıştır.' Columbia 129
Baş Belası icatlar Üniversitesi'nden Halk Sağlığı Hazırlık Direktörü Stephen Morse on dört yıl önce, açık ve net bir bilimsel makalede in­ sanlara yönelik virüs kaynaklı riskleri açıkladı.5 O zamandan bu yana gelişen domuz çiftlikleri yayılmaya devam · etmiştir ve her tür bulaşıcı hastalık için mükemmel kuluçka makine­ leri gibidirler. Zayıf düşmüş hayvanların güçlükle hareket edebilecekleri kadar sıkışık, nemli, sıcak kümeslerde, dışkılar her tarafa yayılmış haldeyken, hızla değişen yeni bakteri ve virüs türlerinin ortaya çıkması çok olası görünmektedir ve eninde sonunda bu türlerin bazılarının, domuzlara olduğu kadar insanlara da bulaşması kaçınılmazdır. "Domuz gribi­ nin" domuzlarda ortaya çıktığı kesin olmamasına rağmen, çiftlik domuzlarının en muhtemel kaynak olduğuna dair ge­ niş ölçüde kabul gören bir bilimsel görüş var. Yani yoğun po­ pülasyonlu fabrika çiftliklerindeki hayvanlar köylerin yanın­ da hijyenik olmayan şartlarda tutulduğunda, bir felaket po­ tansiyeli söz konusu: son domuz gribi salgının olası merkez üssü, Meksika' daki La Gloria' da yakin zamanda görüldüğü gibi. Fakat Meksika' daki domuz çiftliklerinde büyük çıkarları olan, dünyadaki en büyük domuz eti üreticisi Amerikan şir­ keti Smithfield Foods'un web sitesine bakacak olursanız, eti­ ne dolgun, platin saçlı, adının (galiba Güney aksanıyla öyle bir telaffuz ediyor ki İngilizcesini anlamak zor) Paula Deen olduğunu söyleyen bir kadının, "jambonu hala eski usul ya­ pıyoruz" dediği video klipleri karşınıza çıkıyor.6 Şöyle de­ vam ediyor hanım: "Öz Smithfield Jambonları Amerikalıların masalarını nesillerdir taçlandırıyor. Lezzetli oldukları kadar özgün, doyurucu oldukları kadar seçkinler. Güney konukse­ verliğinin tadı" ve bu zarif hanımdan bizi hayrete düşüren bir laf duyuyoruz: "Kraliçe Victoria Smithfield jambonunu o kadar·severdi ki saray halkına her hafta yarım düzine jambon 130
Hayvan Çiftliği gönderilirdi." Bu sözler, "Bu jambonlan yemek için asilzade olmanız gerekmiyor" lafının ipucu olsa gerek. Smithfield Gıda önemli görünüyor, çünkü "jambonu hala eski usul yapsın" yapmasın, bizim Hannover kraliyet hane­ danı eski sömürgesindeki bu kurumun gerçekten müşterisi olsun olmasın, belirtmiş olduğum gibi, Meksika' da çok kor­ kutucu bir domuz gribi salgını görüldü. Ülke nüfusunun ne­ redeyse üçte ikisi yakın zamanda grip benzeri semptomlarla birlikte, üst solunum yolu enfeksiyonu geçirdi. Ortakların­ dan biri Smithfield Gıda olan La Gloria tesisi Veracruz eyale­ tindedir. Bu tesiste her yıl 950.000 domuzun sıkışık ortamlar­ da yetiştirildiği söyleniyor. Şu ana kadar Meksika'da otuz­ dan fazla insanın öldüğü biliniyor, hastalık salgın boyutları­ na ulaşmaktadır; Birleşik Devletler, Yeni Zelanda, İspanya, Britanya, İsrail, Kanada, Almanya, Fransa, Güney Kore, Kos­ ta Rika, İrlanda, İtalya, İsviçre, Avusturya, Hong Kong, Dani­ marka ve Hollanda' da insanlara bulaşhğı (ve çok sayıda ölüm gerçekleştiği) haberleri geliyor. Bu aşamada enfeksi­ yonları neyin başlattığını veya grip virüsünün bu özel mutas­ yonunun gerçekte ne kadar yayıldığını kesin olarak bilmek zor. Bu yeni tür, HlNl gibi görünüyor ve bu virüsün görünü­ şe göre insandan in ma geçebiliyor olması endişe vericidir. Üstelik İtalya' dan gelen haberlere göre, bir şekilde aşı ve Ta­ miflu'ya dirençli olabilir. İngiltere hükümetinin, virüsü alt eden bir ilaç olan Tamiflu'dan büyük miktarlarda stokladığı göz önüne alınırsa, insan İngiliz basınının patojenin bu özel­ liğinden bahsetmemesinin sadece bir tesadüf olup olmadığı­ nı merak ediyor doğrusu. Dahası Tamiflu ve benzeri bir ilaç olan Relenza'yla yapılan tedavi birçok grip hastasının kendi­ sini çok daha hasta hissetmesine yol açmışhr ve etkisinin ne olduğu belli değildir. Özellikle de küçük çocuklarda; birkaç çocuk gripten ölmüştür. Oxford Üniversitesi'nden Cari He131
Baş Belası icatlar neghan ve Matthew Thompson bu ilaçların, çocuklar üzerin­ de etkili olduğuna dair çok az kanıt olduğunu gösteren veri­ leri yakın zamanda yayımlamışlardır.7 Bu yazarlar hüküme­ tin bu ilaçlan stoklamadan önce, ilaçların etkililiği ve yan et­ kileri hakkında daha fazla veri talep etmiş olması gerektiğini iddia ediyorlar. Hükümetin Tıp Dairesi Başkanı'run, ''bu [Ox­ ford] çalışma[sı]nın kapsamının sınırlı" olduğu yönündeki cevabı ise enteresandır.8 Eğer değerlendirmesi doğruysa, in­ san bir salgın öngörüldükten üç veya daha fazla yıl sonra, hükümetin daha geniş kapsamlı çalışmaları desteklemek için neden daha fazlasını yapmadığını merak ediyor. İtalya' dan yakın zamanda bildirilen türle bağlanhsı ne olursa olsun, kanıtlar Meksika' daki domuz çiftlikleriyle ilgi­ lenilmesi gerektiğine dikkat çekiyor. Domuz gribiyle ilgili bu haber dünya basınına ulaşmadan önce, yaklaşık üç aydır La Gloria'daki insanlar çok sayıda üst solunum yolu enfeksiyo­ nundan şikayet ediyorlardı. Oradaki domuz çiftliğinin etra­ fındaki pislik, sıvı gübre, sinek ve kokular hakkında devam eden şikayetlerin ışığı altında, Srnithfield'in başkanı Larry Pope'un cevabı biraz tartışmaya açık görünüyor. CNBC'de yapılan yakın tarihli bir mülakatta şöyle demiştir: "İnsanlar çiftliklerimizi ziyaret ettiklerinde, ben onlara sizin için endi­ şelenmiyorum, diyorum. Domuzlar için endişeleniyorum. Si­ zin domuzlan kirletmenizden endişeleniyorum. Domuzların sizi kirletmesinden değil." Sonra seyircilere güvence verme­ ye devam etmiştir: "Ve yine, o [virüs] etten geçmez."9 Virgi­ nia, Srnithfield'deki Luter ailesi yüzyılın başından beri jam­ bon tütsüleyip sahyor. Büyük Joseph W. Luter'in ilk işi yerel bir et paketleme tesisindeydi. Küçük oğlu Joseph W. Luter Ju­ nior babasının ayak izlerini takip ederek. et paketleme endüs­ trisinin her yönünü öğrendi. Bu işi kuran namuslu Güneyli aile şimdiki durumdan nasıl bir anlam çıkarırdı acaba? 132
Hayvan Çiftliği AŞIRI KATKI MADDESİ 2005'de bir gün savaş gazisi Tom Mason rutin bir kalça ame­ liyatı için Londra'nın kuzeyindeki bir hastaneye gitti. Ertesi gün durumu ağırlaştı. Şiddetli bir enfeksiyon vürudunu sar­ mıştı. Sonraki birkaç hafta yoğun bakım ve genel koğuş ara­ sında mekik dokudu; enfeksiyona tekrar tekrar yenik düştü, en sonunda da bitkin sistemi pes etti. Tom Mason'm gazeteci olan Angie adında bir kızı vardı. Babasının ölüm belgesinde ölüm nedeni olarak sadece zatür­ ree yazılı olduğunu görünce kafası karışan Angie özel bir otopsi yaptırdı. Elde edilen bulgular babasının kısa sürede gerçekleşen ölüm nedeninin metilin dirençli Staphylococcus aureus (MRSA) olduğunu gösterdi. İlk başta hastane belgeyi değiştirmeyi kabul etti, ama daha sonra fikir değiştirdiler ki bu fikir değişikliği, Angie Mason'm olay hakkında bir televiz­ yon belgeseli yapmakta olduğunu fark etmelerinden kaynak­ lanmış olabilir. Önceden yardımsever olan danışman kamera­ lar karşısında, John Humphrys'in yakaladığı korkudan dona kalmış tecrübesiz bir bakana benziyordu. Tom Mason'ın ger­ çek ölüm nedeni olan mikroplar neden ölüm belgesinde yer almıyordu? "Ben her şeyi bilemem," diye kekeledi. Bu öyle uydurma bir mazeretti ki eğer söz konusu meselede bir adam boş yere ölmemiş olsaydı neredeyse eğlenceli olabilirdi. Ben intöm doktorken bazı hastanelerin, genel bir ifade olarak ölüm nedenini "zatürree" olarak belirtmeleri nispeten sıradan bir uygulamaydı; enfeksiyona yol açmış olabilecek çeşitli hastane mikroplan, ölüm veya ölü yakma belgesinde hemen hemen hiç yer almazdı. Günümüzde bile, çok reklamı yapılan karşılaştırma listelerinde rekabet etmek zorunda olan hastaneler koğuşlarında MRSA'nın olası varlığından söz et­ meme hususunda güçlü bir dürtüye sahiptir. NHS'teki (Ulu133
Baş Belası lcatlar sal Sağlık Hizmetleri) hastane uygulamalarının yani, şu bir işe yaramayan karşılaştırma listelerinin yanı sıra işe alma ve hijyen prosedürlerinin genelde "hastane süper mikrobu" ola­ rak geçen bu ürkütücü enfeksiyonun yayılmasında ve direnç­ li olmasında önemli bir rolü olabilir. Sağlık Bakanlığı'run ge­ nelde yaptığı gibi sırf geçmişteki pis koğuşları suçlamak çö­ züm değildir. önemli bir sorun, ölümcül hastalann veya ka­ ha kateter ya da serum takılan hastaların en büyük risk altın­ da olmalarıdır, çünkü bakterilerin girip toplanmaları için uy­ gun yerler olan damarlarına ve vücutlarının diğer organları­ na tüpler takılıdır. En çok ağır hastayı tedavi eden hastanele­ rin kaçınılmaz olarak en fazla MRSA riskinin olduğu yerler olduğu çoğu kez unutuluyor: benim görüşümce karşılaştır­ ma listelerinin neredeyse tam bir saçmalık olmasının esas ne­ denlerinden biri budur. Ancak MRSA sorununun asıl nedeni, bence esasen yıllardır sığır, koyun ve kümes hayvanlarını dü­ şük dozlarda antibiyotikle bozan gıda endüstrisinde yatıyor. Antibiyotikler muazzam faydalar sağlamıştır; önceden ol­ sa ölebilecek çocukların hayatlarını kurtarmış ve tüberküloz gibi birçok ağır enfeksiyonun kontrolünü sağlamıştır. Ne var ki antibiyotiklerle ya da daha çok, mücadele etmeleri için ta­ sarlandıkları bakterilerle ilişkili problemler var. Evvela bak­ terilerin bazı türleri ve birçok virüs bu ilaçlarla kolayca alt edilemez. İkincisi, bakteri mutasyonu antibiyotik yönünden zengin birçok ortamda gelişen dirençli çeşitlere (MRSA gibi) olanak verir. Artık bakterilerin farklı türler içinde ve arasın­ da genetik bilgi alışverişinde bulunabildiklerini de biliyoruz. O yüzden antibiyotiklere bağışıklık kazanmakla kalmaz, bu özelliği sonraki nesillere de aktarabilirler. Bu da bakterileri sürekli olarak antibiyotiğe maruz bırak­ manın kötü bir strateji olduğu anlamına gelir, çünkü bu onla134
Hayvan Çiftliği ra direnç geliştirmek ve bu özelliği aktarabilmek için en fazla fırsah verir. Hayvan yeminin küçük miktarlarda antibiyotik­ le saflığının bozulduğu yoğun hayvanalıkta olan biten de budur. Sorun, hayvanların enfeksiyonlara olan doğal direnç­ lerinin düştüğü ve bu enfeksiyonların bir hayvandan diğeri­ ne yayılma olasılığının arthğı sıkışık şartlarda tutulmasıyla şiddetleniyor. Antibiyotiğe dirençli yeni süper mikropların doğması için bundan ala şartlar olamaz. Artık AB' de, insanlarda görülen hastalıklarda kullanılan antibiyotikleri tedavi amacı dışında hayvanlara vermek ya­ sakhr. Fakat her aşamasında İngiliz hükümeti tarafından en­ gellenmeye çalışılan bu mevzuat halen insan ilaçlarında kul­ lanılmayan antibiyotiklerin hayvan yemlerine kahlrnasına izin veriyor. Dahası kırsal kesimdeki geçim şartlarının zorlaş­ ması kuralların çiğnenme potansiyelinin artması demektir. Ziraata, eşit derecede darda olan büyük iş dünyası, veteriner ve çiftçiler egemen oldukça, insanların yasaklı ıraddeleri te­ darik etme ve kullanma olasılığı artıyor. lntemetin ilaçların yeni kaynağı haline gelmesiyle birlikte, bazı gıda üreticileri arlık yörelerindeki veterinerlerin vereceği reçetelere bel bağ­ lamak zorunda değiller. Ve elbette küresel ekonomi de insan­ ların ve ürünlerin daha büyük kolaylıkla dolandığı dünyanın bir veçhesidir yalnızca. Benzer kanunların olmadığı ülkeler­ den gelen uçakların her gün indiği ülkemizde hayvan yemin­ deki antibiyotiklere karşı kanun çıkarmanın değeri sınırlıdır. BALIK SEVER MİSİNİZ? Japon balığınızın akvaryumda asla sıkılmayacağı, çünkü ha­ fıza51 yalnızca sekiz saniye sürdüğü için dikkat süresinin çok kısa olduğu söylenir. Bu şehir efsanesi, jeodezik akvaryumda 5.000 deniz levreği yetiştiren, Massachusetts, Woods Ho135
Baş Belası icatlar le'daki bilimciler tarafından dikkate alınmadı. Burada ne za­ man balıklara yem verilse elektronik olarak hafif bir sinyal sesi çalınıyordu. Levrekler okyanusa salındıkları zaman sin­ yal sesini hatırlamaları ve ses çalındığında protein yönünden zengin yemek için üsse dönmeleri bekleniyordu. Pavlov yön­ temiyle eğitilen bu balıkların, doğal biçimde beslenmeleri için salınabilecekleri ve tamamen geliştiklerinde de dönmeye ikna edilerek, satılmak için yakalanabilecekleri düşünülüyor­ du. Ancak bu araştırma, çiftliklerde yetiştirilen balıkların ok­ yanusa salınmalarına karşı çıkan çevre örgütü Food and Wa­ ter Watch'in (Besin ve Su Takibi) açtığı dava nedeniyle kısa süre önce durduruldu. Davanın kazanılması pek olası değilmiş gibi görünebilir, ama bu dava bazı önemli meseleleri gözler önüne seriyor. Ci­ lalı Taş Devri'nde dünyanın birçok bölgesindeki birçok me­ meli türünün yok olmasının nedeni kontrolsüz avcılıktı. Şim­ di de en iyi protein kaynaklarımızdan biri olan balıkla alaka­ lı küresel bir sorunda payı var. Aşın avlanma bir zamanlar bol miktarda bulunan Atlantik morinası gibi balıkların artık nispeten azalmasının önemli bir nedenidir. Aşın avlanma bir felaketin habercisidir. 2000'de Nova Scotia, Dalhousie Üni­ versitesi' nden Profesör Jeffrey Hutchings dünyanın bazı böl­ gelerinde okyanuslardaki morina, pisi balığı, dil balığı ve kı­ lıç balığının avlanma yoluyla %90' a çıkan oranlarda yok edil­ diğine10 ve bu balıkların insanların sebep olduğu yıkımı tela­ fi edebilecek kadar hızlı üreyemediklerine dikkat çekti. Su ürünleri yetiştiriciliği bir çözüm olarak görülüyor. Çift­ likte balık yetiştirmek pek yeni bir fikir değildir: Ve ırmaklar murdar olacak, Mazor'un kanalları azalıp kuruyacak. Irmağın ve ırmak ağzının yanındaki çayır­ lar ve ırmağın yanına ekilmiş her şey solacak, sürükle136
Hayvan Çiftliği necek ve artık yenisi çıkmayacak. Balıkçılar dahi yas tutacak ve Irmağa ahlmış oltalar ağlayacak ve ağlarını atanların hepsi sefil olacak ... ve balıklar için kanal ve gölcükler yapanlar da öyle. Böyle der Yeşaya, aşağı yukarı 3.500 yıl önce Mizraim'de­ ki (Mısır) balık yetiştiriciliğinin kaderine ağıt. yakarak.11 İn­ sanlar tarih öncesinden bu yana, zengin bir protein kaynağı olan balığı gölcük ve barajla çevrilmiş ırmaklarda yetiştirmiş­ Çinliler çok eski zamanlardan bu yana göllerde sazan ba­ lığı yetiştirmişlerdir. Fakat ancak şimdi, okyanuslarımızın ço­ ğunda aşın avlandığımız için, dünyadaki balıklar ciddi bir yok olma riski alhndadır. tir. Bu yüzden balık çiftçiliğinde bir patlama yaşanması nere­ deyse kaçınılmaz olmuştur. 1960'ların sonlarından bu yana balık çiftçiliği hızla yayılmışhr, dünyada yenen bütün balık­ ların ve kabuklu deniz ürünlerinin yansı artık bu çiftlikler­ den gelmektedir. Dünyada yılda yaklaşık 52 milyon ton balık tüketilir ve balık çiftçiliği yılda aşağı yukarı 55 milyar sterlin­ lik değerli bir iştir. Dünya nüfusunun yaklaşık %8'i protein ihtiyaçları veya geçimleri için balıkçılığa bağımlıdır. Birleş­ miş Milletler Tarım ve Gıda örgütü (FAO) bunun yeterli ol­ madığını, artan dünya nüfusunun azalan yabani balıklan da­ ha fazla tüketmesini önlemek için deniz çiftliği ürünlerinin ikiye katlanması gerektiğini iddia ediyor. Fakat balık üretimi önemli çevre sorunlarına yol açıyor. Evvela çiftlik balıklarının beslenmesi gerekir. İster tatlı su gölcüklerinde ister okyanuslardaki kapatmalarda yetiştiril­ sinler, balıklar doymak bilmez hayvanlardır. Viyana'daki Al­ bertina Galerisi'nde Büyük Pieter Brueghel'in yaphğı, göre­ nin aklından çıkmayan bir çizim var. 1556 tarihli Die groflen Fische fressen die kleinen ("Büyük balık küçük balığı yutar") 137
Baş Belası icatlar adlı bu resim bu ünlü atasözünün bir yorumudur. Tablonun ortasında sahilde duran devasa bir balık vardır. Bu deniz ca­ navannın arkasında, merdiven üzerinde, kurbanına üç dişli mızrağı saplamak üzere olan küçük, miğferli bir figür yer al­ maktadır. Elinde kocaman bir bıçak olan başka biri ise büyük balığın karnını yanp, bir sürü deniz yarahğıru ortaya çıkar­ maktadır. Büyük balık sahile halen balık kusmaktadır. Bunla­ nn her biri de başka balıklan yiyip bitirmeye teşebbüs etmiş­ tir. Ön planda başka bir balıkçı oğlunun ders alması için, (Bir Flaman yazıhnın da vurguladığı gibi) güçlünün zayıfı içgü­ düsel ve sürekli olarak avladığı, anlamsız bir dünyada yaşa­ dığımızı gösteren bu acayip sahneye parmağını uzatmışhr. Deniz ürünleri yetiştiriciliği birçok balığın yamyam doğa­ sını istismar eder. Muazzam miktarlarda hamsi, mezgit, kum balığı ve sardalye çiftlikteki balıklan beslemek için avlanıyor. Masaya 1 kg'lık iyi bir somon gelmesi için 5 kg'lık yavru ba­ lık gerekebilir; hatta ton balığı gibi bazı yırha çiftlik balıklan daha fazla yem isteyebilir. Bu endüstriyi sürdürmek için ok­ yanuslardan yavru balıklan almak kesinlikle dünyanın balık rezervlerinin sürekli azalmasına çare değildir. Kril de risk al­ hndadır; bu küçük kabuklulardan yılda yaklaşık 200.000 ton çiftlik balıklarını beslemek için avlanıyor ki bu da birçok ba­ lina, bazı deniz memelileri ve birçok deniz kuşunun besin maddesinin 200.000 ton daha azalacağı anlamına gelir. Dola­ yısıyla balık üretiminin yalnızca yabani balıklann değil, kuş­ lar ile sahilde yaşayan memelilerin hayahnı da tehdit etmesi şaşırha değildir. Daha fazla etyemez balık yetiştirmek bir çözüm olabilir. Fakat tilapi, sazan ve kedi balığı gözde değildir, en azından kısmen somon, alabalık veya ton kadar lezzetli olmadıklan için. Deniz ürünleri yetiştiriciliği endüstrisi bazı etobur balık- 138
Hayvan Çiftliği ların yemini bitkilerden elde edilen proteinli yemlerle değiş­ tirmeye çalışıyor, ama bitkilerden elde edilen yağlar etobur­ ların yemlerine başarılı bir şekilde dahil edilememiştir. Çiftlik balıklan, etyemez olsun olmasın, çoğu kez son de­ rece kalabalık ortamlarda yetiştirilir. Çoğunlukla bir hektar­ lık alanda 62.00()'den fazla balık olabilir. Bu da uzunluğu yaklaşık bir metre olan her balığın, ortalama bir küvette bu­ lunan miktardan daha az suya sahip olması demektir. Hatta alabalıklar daha da sıkışık halde tutulurlar. Genellikle tatlı su kanallarında veya kara havuzlarında yetiştirilen alabalıklar bazen metre küp başına 60 kilogram balığın olduğu yerlerde tutulurlar ki bu da her biri otuz santimlik yirmi yedi alabalı­ ğın bir küvette bulunmasına eşittir. Bu şartlar alhnda yara­ lanma ve hastalıkların olması kaçınılmazdır. Çok sıkışık bir halde bulunan balıklar birbirlerine, ağlara ve kafeslere sürter ve sonuçta kanat, pul ve kuyrukları zarar görür. Bu hiç şüp­ he yok ki strese yol açar ama aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla balığı parazit ve enfeksiyonlara açık hale getirir. Bu enfeksiyonları kontrol alhna almak için antibiyotikler git­ gide daha fazla kullanılıyor ama bu durumda bile, çiftlik ba­ lıklarının %30'a kadarı vaktinden önce ölebiliyor. Dahası en­ feksiyon için kullanılan ilaçların, hpkı kara memelilerinin et için yetiştirilmesi yoluyla olduğu gibi yine çevreye girdiğine ve insanların besin maddelerindeki bu ilaç kalıntılarının in­ sanlardaki antibiyotik direncini etkilediğine dair bazı kanıt­ lar var. Aşın kalabalık ortama rağmen, tatlı su balık çiftlikleri mu­ azzam miktarda su kullanırlar. İngiltere'deki balık çiftlikleri, tere yetiştiricileri ve süs havuzlan hep birlikte, tüm endüstri­ yel ve zirai tesislerin kullandığı miktarda su kullanıyor; tabii, şehir suyu ve elektrik hariç. Bu suların çoğu temizlenip çekil­ dikleri nehirlere döndürülmesine rağmen, dünyanın bazı bö139
Baş Belası icatlar lümlerinde, örneğin Hindistan, Çin' in bazı bölümleri ve Afri­ ka' da, az bulunan suyun özellikle deniz ürünleri yetiştiricili­ ği için kullanılması ciddi bir sorundur. İyi kalite temiz suyun kıt olduğu Tayland'daki durumu örnek verebiliriz. Tay­ land'ın karides havuzlarının yaklaşık yansı önceden çeltik tarlasıydı. Günümüzde sutaşır ve yer alh su seviyeleri önem­ li ölçüde azalmış ve zaten ciddi boyutlarda olan su kıtlığı art­ mıştır. Tayland' daki karides havuzlan çevre için vahim bir risktir. Tayland'daki mangrov ormanlarının yaklaşık %20'si karides üretim endüstrisinin ürün sayısını arhrmak için yok edilmiş, sahil bölgelerini erozyon ve sellere daha yatkın hale getirmiştir, birçok yerde topraktaki tuz miktarı artmaktadır. Üstelik hem kara hem deniz türlerinin doğal habitatı, karides çiftliklerinin yanındaki sahil ve nehir sularına dökülen kirli su yüzünden ciddi risk alhndadır. Bu sulardaki balık dışkısı, bazı yenmemiş besinler ve diğer organik döküntü yoğunluğu fazladır ve bunlar oksijen azalmasına ve zararlı su yosunları­ nın aşın büyümesine meydan verirler. Her yıl aşağı yukarı 1,3 milyar metre küp atık madde Tayland'ın karides havuzla­ rından kıyı sularına boşalıyor. Açık deniz ve tuzlu su çiftçiliğiyle ilgili başka bir çevre ris­ ki daha var.12 Balıklar ağ veya kafes içine alındığında veya çok sıkışık olarak yetiştirildiklerinde, bit gibi parazitlerin isti­ lası ağır hastalıklara yol açabilir. Deniz biti balık derisinin içi­ ni yiyen küçük bir kabukludur. Derinin hasar görmesi demek balığın tuzlu sudan emilen tuza karşı kendini koruyamaması ve çeşitli enfeksiyonlara karşı savunmasız olması demektir. Dişi deniz biti ömrü boyunca bin ila binden fazla larva üretir, çoğu normal şartlar altında okyanuslarda sürüklenip ölür. Yalnızca birkaç tanesi bir balığa yaklaşıp tutunabilecek kadar sürüklenir. Ama bir balık çiftliğinin sınırlan içinde, larvanın balık konak bulmak için mükemmel bir şansı vardır. Netice140
Hayvan Çiftliği de daha fazla larva hayatta kalıp bit haline gelir ve bu bitler de suya daha fazla larva bırakır. Bu durum özellikle Atlantik somonu için sorun olmuştur, çünkü çiftliklerin yanındaki ya­ bani balıklar da enfekte olmuşlardır. British Columbia' daki Broughton Takımadalan'nda, yavru yabani somonlar denize yaptık.lan yolculuk sırasında, nehir ağı:zlanrun yanında bulu­ nan büyük balık çiftliklerinin "tehlikesini göze almak" zo­ rundadır. Bazı uzmanlar bu balık çiftliklerinin, bu ağır bit is­ tilalarından sorumlu olduklarını ve bu bitlerin büyük miktar­ da yabani somon kaybına yol açma ihtimali olduğunu iddia ediyorlar. Yabani somonların %90'ından fazlasının risk altın­ da olduğu iddia ediliyor, bu rakam tartışmalı olmasına rağ­ men. Başka bir problem de çiftlik balıklarının kafeslerinden ka­ çıp çevreye ve yabani balıkların sağlığına tehdit oluşturması. Hayvan sağlığı danışmanı olan Philip Lymbery 2000 yılında 411.000 somonun balık çiftliklerinden kaçtığını iddia ediyor.13 Yabani somon sayısındaki düşüşle bağlanblı bu "sızınb" öy­ lesine ciddileşti ki kaçan çiftlik somonlarının dünyanın bazı bölgelerinde yakalanan yabani somonlardan yedi kat daha fazla olduğu söyleniyor. Bir başka mesele de hayvanların aa çekmesidir. Sıkışık çiftliklerde yetiştirilen kuşların stresi iyi bilinir ama balıklar­ la muhtemelen daha yakından ilgilenmek gerekir. Belli şart­ lar albnda, çiftlik balıklan aa çekiyor görünmektedir. Philip Lymbery her yıl yaklaşık 70 milyon balığın İngiltere'deki çift­ liklerde üretilip öldürüldüğünü ve çiftlik balıklarının şu an­ da etçi civcivden sonra en büyük hayvan sektörü olduğuna işaret ediyor. Her sene öldürülen çiftlik balığı sayısı, öldürü­ len domuz, koyun, sığır ve hindi sayısının toplamından daha fazla. Lymbery yine de çiftlik balıklarına kanun koyucuları­ nın fazla ilgi göstermediğine dikkat çekiyor. Bazı yasal kesim 141
Baş Belası icatlar yöntemlerinin, dayanılmaz stresli ve uzun bir ölüm aasına sebep olduğunu iddia ediyor. Özellikle dikkatini çeken yön­ temler balığın havada veya buz üzerinde boğulması. Bu yön­ temlerin balıkta büyük bir acıya yol açabileceği ve karada ya­ şayan çiftlik hayvanlarında bunlara müsamaha gösterilmeye­ ceği iddia ediliyor. Hayvan sağlığı kurumlan balık toplandı­ ğında başlayan, kesim stresi hakkında da endişelerini dile ge­ tiriyorlar. Örneğin somon balığı, 20 metre derinliğinde olabi­ len kafeslerin yüzeyine çekilmeye hemen uyum sağlayamı­ yor ki basınç burada yüzeydekinden üç kat fazladır. Hava ke­ selerindeki aşın havayı yeterince hızlı boşaltamayan somon­ lar keskin bir stres yaşayabilirler. Herhangi bir hayvanın acı deneyimini değerlendirmek son derece güç olsa da balıklara nasıl davranıldığının daha yakından incelenmesi gerekiyor. Son olarak deniz ortamı iklim değişikliği yüzünden bü­ yük tehdit altındadır, bu tema ki teknolojinin sonuçları hak­ kındaki herhangi bir tartışmada her zaman arka planda kal­ mışhr. Küresel ısınmanın ve bununla ilişkili çevre değişiklik­ lerinin deniz ortamında büyük bir etkisi olduğuna ve balıkla­ nn doğal besin kaynaklarının, dünya okyanuslarını asitleşti­ ren atmosferdeki artan karbon monoksitten önemli ölçüde et­ kilendiğine dair güçlü kanıtlar vardır. İnsan faaliyetleri sonucu atmosfere salınan COı'nin yakla­ şık dörtte biri denizler tarafından emilir. En iyi tahminlere göre, 1750-2009 periyodunda COı'nin atmosferdeki yoğunlu­ ğu milyonda 280'den 387 parçaya çıkh ve okyanusların yü­ zey sulan gitgide daha asidik hale geldi ve pH değeri 8,2 iken 8,1 oldu. 14 Bu rakam asiditenin iki katına çıktığını gösterir. Bi­ zim düşüncemize göre, denizleri milyonlarca yılda olduğun­ dan daha da hızlı asitleştirmiştir. Eğer C02 yayılımı kontrol­ süz yükselmeye devam ederse, denizlerin pH değerinin 2100 itibariyle 7,6 ve 7,8 arasında olacağı tahmin ediliyor.15 142 Öyle
Hayvan Çiftliği görünüyor ki asitlenmenin etkilerini ilk görecek olanlar ku­ tup okyanuslarıdır ve bazı kabuklu deniz hayvanları da yıp­ ratıa etkilerini yaşayacaktır. Gelişen Dünya Bilimleri Akade­ misi'nin (İngiltere'deki Royal Society de dahil olmak üzere, aşağı yukarı yetmiş bilim akademisini temsil eden bir çatı ör­ güt) Haziran 2009' da yayınladığı bir bildiride, C02 emisyon­ ları tam olarak durdurulsa dahi, denizdeki pH değerlerinin sanayi devriminden önceki seviyelere dönmesinin binlerce yıl süreceği iddia ediliyor.16 Okyanusların asitleşmesi mercan resiflerinin ve resiflerin desteklediği vahşi yaşamın kaybına neden oluyor. C02 birik­ tikçe daha birçok deniz türü tehlikeye girecek. İngiltere' de 2007 yılında yaklaşık değeri 230 milyon sterlin olan büyük karides, deniztarağı, yengeç ve ıstakoz ticareti büyük ihtimal­ le bundan önemli ölçüde etkilenecek. Ve tehlikede olanlar yalnızca kalsiyum karbonatlı kabuklu hayvanlar (daha asitli bir ortamda zayıflayıp çözülecekler) olmayabilir. Balıkların asiditedeki değişikliklere nasıl tepki vereceğini veya yiyecek kaynaklarının önemli ölçüde tükenip tükenmeyeceklerini bil­ miyoruz, ama larva ve gelişim safhaları muhtemelen büyük risk altında. Bu tahmini özellikle güçleştiren mesele ise görü­ nüşe göre C02 birikmesinin dünya sıcaklığının arttığı bir za­ manda vuku bulmasıdır. Dünyadaki okyanuslar ısındıkça asiditedeki herhangi bir artışın zararlı etkileri çok daha şid­ detli olabilir. TEHLİKELİ BİR LEZZET 2003'de BBC' de yayınlanan Watchdog adlı program suç çete­ leri tarafından kontrol edildiğine inanılan yasadışı bir ticare­ t\ ortaya çı1<ardı. Ölümcül ürünlerini çoğunlukla Galler'in yoksul çiftlik bölgelerinden elde eden küçük organize grup­ lar bunları oldukça büyük Afrika nüfusu arasında gözde olan 143
Baş Belası icatlar güney Londra'ya gönderiyordu. Söz konusu olan ürün ilaç değil yiyecekti. "Smokie" denilen bu yiyecek postu veya derisi yüzülmeden yakılan koyun ve inek etidir. Bazı insanların , görüşüne göre bu işlem tadını arhnyor. Bazı Afrika ülkelerin­ de lezzetli bir yiyecek olarak görülen smokie, genellikle omu­ rilik ve beyinle birlikte satılıyor ki bu durum insan sağlığı açı­ sından, deli dana hastalığını taşıma riski nedeniyle hatın sa­ yılır riskler oluşturuyor. Deli dana hastalığı ilk olarak 1983 civarında görülmüş ola­ bilir ama o zamanlar hiç kimse bu hastalığa fazla önem ver­ memiştir. hk ciddi endişeler 1987' de bir inek titreme nöbetle­ ri geçirip öldüğünde baş gösterdi; bu inek kilo vermiş ve "sarhoş" gibi sendelediği görülmüştü. Çok geçmeden başka inekler de aynı şekilde öldü. İlk başta bunun, 1732'den beri bilinen bir koyun hastalığı olan skrapinin* sığırlarda görülen bir formu olduğu düşünüldü. Bu hastalığa skrapi denmesi­ nin nedeni bu hastalığa yakalanan koyun ve keçilerin tüyleri­ ni sanki çok şiddetli kaşıruyorlarmış gibi ağaçlara ve taşlara sürtmeleriydi. Deli dana hastalığına yakalanmış inekler gibi bu koyunlar da bir deri bir kemik kalır ve yalpalaya yalpala­ ya yürürler. Skrapi son derece bulaşıa bir hastalık ama sade­ ce koyun ve keçiler arasında bulaşıadır ve görünüşe göre in­ sanlara asla geçmez. Bu hastalık sürüleri çok hasta ettiğin­ den, standart uygulama sürüyü karantina altına aldıktan sonra hastalanan bütün koyunları öldürmektir. Araştırmalar deli dana hastalığının o zamana kadar bilin­ meyen bir patojen türünden kaynaklandığını su yüzüne çı­ kardı. Bu normal sinir sisteminde bulunan bir proteine çok benzeyen anormal bir proteindi ama fiziksel yapısı biraz farklıydı. Bu değişmiş yapı sinir hücrelerinin normal işlevle­ rini engelleyip beyinde bulunan aynı türden diğer normal Bu terim "sürtmek, sürtünmek" anlamına gelen İngilizce scrape sözcü* ğünden türetilmiştir. (Çev. n.) 144
Hayvan Çiftliği proteinleri benzer yapıya bürünmeleri için teşvik ediyor gibi­ dir: Neticede protein temasla yayılır. Bu proteinin ''bulaşıcı" olduğunun, yani hayvandan hayvana geçebildiğinin keşfe­ dilmesi, en hafif deyimiyle rahatsız ediciydi. Bu tip bir beyin hastalığına bir proteinin neden olabilece­ ğini idrak eden ilk kişi Hammersmith Hastanesi'nden, çok olağanüstü bir meslektaşım Dr. Tikvah Alper' di. Güney Afri­ kalı olan Dr. Alper 1930'da Berlin'e nükleer füzyon üzerine doktora yapmaya· gitti ama doktorasını hiç bitiremedi; Yahu­ di olan Alper Nazi Almanya'sından kaçabildiği ve sağ salim Johannesburg'a dönebildiği için şanslı sayılırdı. Alper savaş­ tan sonra radyasyonun biyolojik etkileri üzerinde çalışlı ama Güney Afrika' daki ırk ayrımına karşı çıkhğı için istenmeyen kişi haline geldi. Daha sonra yerleştiği Hammersmith'te Tıb­ bi Araşhrma Konseyi Radyopatoloji Birimi'nin başına geçti. Bu boyun eğmez kadın 1974'de emekli olmasına rağmen, bi­ limsel çalışmalarına devam etti ve skrapi ve deli dana hasta­ lıklarındaki bulaşıcı maddenin virüs veya bakteri olamayaca­ ğını, çünkü ONA veya RNA içermediğini iddia ve ispat etti. Teorisi bazı çevrelerde kuşkuyla, hatta alayla karşılandı. Bu durum San Francisco' daki California Üniversite­ si'nden Dr. Stanley Prusiner bulaşıcı maddenin gerçek yapı­ sıyla ilgili araşhrma yapana dek belgelenmedi. 11 Prusiner öz­ gül bir proteini tanımlaması sayesinde (prion) 1 997' de Nobel Tıp Ôdülü'nü kazandı. Prionların yalnızca koyunlardaki skrapinin değil insanlarda görülen Creutzfeldt-Jakob hastalı­ ğı (qD) ve 1950'lere dek Yeni Gine'deki boylarda görülen "kuru" hastalığı gibi ağır beyin rahatsızlıklarının da nedeni olduğu açıklığa kavuştu. Neyse ki prionlar etkilenen doku­ nun yenmesi hariç kolayca aktarılmaz. Gelgelelim prionlar birçok bakteriyi öldüren ısı gibi olağan önlemlerle yok da ol­ mazlar. Hal böyle olunca bulaşma ihtimali olan ameliyat ge­ reçlerini temizlerken veya sterilize ederken çok dikkat edil145
Baş Belası lcatlar melidir. Koyunlar skrapiyi tarlalarda kalan eteneyi yiyerek birbirlerine bulaştırırlar. Yeni Gine'deki Fore Boyu'nun insan beyni yemesi yerlilerin "gülen ölüm" dedikleri bir hastalığa sebep olurdu. Bu gitgide ilerleyen, ölümcül beyin ill�ti kur­ banlarının yürüme, konuşma ve hatta yemek yeme becerile­ rini yok ederdi. Öldükten sonra beyinleri incelendiğinde, be­ yin zarlarında kocaman delikler olduğu görüldü: süngere ve­ ya İsviçre peynirine benziyordu. Britanya'da 1980'lerde Britanya'run sığırlarında görülen bu prionların nedenine dair birçok teori ortaya ahldı. Teori­ lerden biri organofosfat böcek ilaçlarının hayvan yemini bir şekilde etkileyerek mutasyona yol açtığıydı. Bu teori tam ola­ rak reddedilmedi, ama çok daha olası bir neden enfekte sığır­ ların hayvansal ürünlerle beslenmeleriydi. Bir kez daha me­ sele çiftçiliğin kar odaklı bir iş olduğu olgusuna gelip dayanı­ yor. İnekleri yalnızca otla besleyerek ticari açıdan kar getire­ cek miktarlarda süt elde etmek hemen hemen imkansızdır, böyle olunca da sığırlar yüksek enerji veren tabletlerle de bes­ lenir. Bunlar genelde ketentohumu ve soya gibi yağlı tohum­ lardan elde edilir ancak 1980'lerde kesimevlerinden çıkan, zengin ve aynı zamanda çok ucuz bir yağ ve protein kaynağı olan atıkları dahil etmek olağan bir uygulama haline geldi. Başka türlü kullanılması mümkün olmayan hayvan parçala­ rının sığır yemine dönüştürülmesini çok az yönetmelik kon­ trol ediyordu. Geçmişe baktığımızda, doğal olarak otçul bir türü, kendi türü de dahil hayvan yemeye zorlamak, alarm zillerini çaldırmış olması gerekirken, hiç kimse bunun bir so­ runa meydan verebileceğinin farkına varmadı. 1989'da hükümet deli dana hastalığıyla ilgili bir araştırma yaptı ve bu hastalığın sığırlardan insanlara geçmesinin müm­ kün olmadığı sonucuna vardı. 1990'da İngiliz sığır etinin ta­ mamen güvenli olduğunu gösterme gayreti içindeki Tarım 146
Hayvan Çiftliği Bakanı John Selwyn Gummer, Parlamento meclislerinin dı­ şındaki College Green'de kızına hamburger yedirmeye çalı­ şarak kameralar karşısında şov yaptı. Bu küçük duyarlı kız yemeyi reddedince babasının saygınlığı da ağır bir darbe al­ dı. Altı yıl sonra deli dana hastalığından (BSE) olmasa da CJD'nin yeni bir varyant türünden ilk insan ölümlerinin ha­ berleri duyuldu. Mart 1996' da İngiltere Sağlık Bakanlığı BSE ve vCJD arasında "olası bir bağ" bulunduğunu kabul edince Avrupa Birliği derhal bütün İngiliz sığır etlerinin AB ülkele­ rine ithal edilmesini yasakladı (bu arada benzer sığır yemle­ rinin kullanıldığı diğer AB ülkelerinde benzer bir sorunun olabileceğini büsbütün yadsıdılar). İngiliz hükümeti isteme­ ye istemeye otuz aylıktan büyük bütün sığırların kesilmesini emretti: daha küçük olanların enfekte etle beslenmediğine hükmetti. Ancak daha sonra hastalığın anneden yavrularına geçebildiği meydana çıktı ve bu konuda yeniden bir değer­ lendirme yapılması gerekti. Ardından hükümet, kemiklerin ve özellikle omuriliğin en yüksek oranda sinir dokusu ve pri­ on içerdiği gerekçesiyle, bütün kemikli sığır etlerini yasakla­ dı. Bu yasa 1999' a kadar yürürlükte kaldı. Bu esnada insanlar vCJD'den ölüyorlardı: Edinburgh'daki denetleme birimi 1995'ten bu yana vuku bulan 161 ölüme ke­ sin olarak veya muhtemelen hastalığın neden olduğunu tah­ min ediyor. Korkulan salgın hiç gerçekleşmese de bu krizin ve inek kaçtıktan sonra ahır kapısını kapatmak için alınan önlem­ lerin, Britanya'ya maliyetinin en az 5 milyar sterlin olduğu tahmin ediliyor. İnsanların yedikleri yiyeceklere duydukları güveni kaybetmelerinin maliyetini ölçmek ise mümkün değil. SITMA KEÇİLERİ VE MUTATESLER WHO'nun verilerine göre, sıtma yılda 300-500 milyon insana bulaşarak 1 milyon insanın ölümüne neden oluyor. Bu ölüm- 147
Baş Belası icatlar lerin ezici bir çoğunluğu dünyanın en yoksul bölgelerinde ve bu bölgelerin de en yoksul insanlarında görülür ki bu insan­ ların genelde bu sivrisineklerle bulaşan hastalığın yanı sıra HIV ve yetersiz beslenmeyle de başı derttedir. Toplu aşılar ve sivrisinek ağlan yegane çözümdür ama bunların tedarik ma­ liyeti çok yüksektir. Alışılmamış bir kaynaktan da gelse yardım mümkün ola­ bilir. 200l'de ABD Ulusal Alerji ve Bulaşıa Hastalıklar Kuru­ mu'ndan Dr. Anthony Stowers ölümcül bir sıtma parazitinin bir genini, bir keçi embriyosuna başarıyla nakletti. Söz konu­ su gen, keçinin meme bezindeki hücreler tarafından harekete geçirilecek şekilde tasarlanmışbr, böylece bu keçilerin sütle­ rinde bol miktarda ucuz aşı üretilebilecektir. Bunun gerçek­ leşmesi biraz zaman alabilir, ama aşının farelerde üretilip maymunlara verildiği önceki deneyler tatmin edici sonuçlar vermiştir. Nisan 2006'da Avrupa naç Kurumu dünyada gen aktarıl­ mış bir hayvandan -bu vakada genetik yapısı değiştirilmiş bir keçi- yapılma ilk ilaca yeşil ışık yakb. ATryn pıhblaşma­ yı önleyici bir maddedir ve nadir görülen irsi bir hastalık olan antitrombin yetersizliğinden mustarip insanların ameliyatla­ rında kullanılmak üzere onaylanmıştır. Her otuz saniyede bir çocuğun ölümüne neden olduğu tahmin edilen sıtmanın ak­ sine, antitrombin yetersizliği 3.000-5 .000 kişide bir kişide gö­ rülür. İlk gen aktarılmış hayvan. bir hayvanın genini başka bir hayvanın embriyosuna aktararak 1 980'de meydana geti­ rildi. Yirmi dört yıl sonra, çok küçük bir azınlığı etkileyen bir hastalık için gen aktarılarak olarak üretilmiş ilk ilaç ortaya çıkb. Bunun ardından ATryn'e onay verilmesi "ilaç" endüs­ trisindekiler için bir dönüm noktasıdır, fakat aynca lisans yetkililerinin konuya yaklaşımlarındaki özen derecesini de gösterir. Bu arada gazetelerimiz dünyadaki biyoteknoloji la148
Hayvan Çiftliği boratuvarlanndan gelen dehşetli ama bir o kadar da büyüle­ yici haberlerle kaynıyor. Büyük dikiş ipeği yumakları üret­ mek için örümcek geni nakledilmiş keçiler. Birçok ölümcül hastalığa karşı insan antikorları üretebilecek inekler: botü­ lizm, şarbon, çiçek hastalığı. Ve elbette kötü şöhretli "balıkçi­ lek': yan çilek yan balık. Ne üzücüdür ki, bu son ürün aslında hiç var olmamıştır. 1991'de bir biyoteknoloji laboratuvarındaki araştırmaalar ge­ netiği değiştirilmiş bir domates geliştirdiler, bu domateste Arktik dilbalığının dondurucu sularda ısısını korumasını sağlayan genden vardı. Bu genin dondurucu iklimlerde d� matesin gelişmesini sağlayacağı umut ediliyordu, ama aslına bakarsanız deney başarısız oldu. Sayısız kaynak bu durumu dert etmedi, BBC dahil deneyin başarılı olduğundan söz etti­ ler ve bu deneyi, bitki ve hayvanların genetik yapılarının de­ ğiştirilmesine karşı çıkan savlarını desteklemek için kullandı­ lar. Aslında sözü geçen domatese hiç balık geni enjekte edil­ memişti, sadece söz konusu genin değiştirilmiş bir kopyası bitkisel hale getirilmişti. Üstelik hiç kimse, bildiğim kadarıy­ la, aynı şeyi çileklerle denememiş, hatta böyle bir niyetleri ol­ duklarını dahi dile getirmemişti. Belki de biyoteknoloji labo­ ratuvarındaki bilimciler deneylerinin gelecekte çilekler üze­ rinde uygulanmasına dair gayri resmi olarak tahminde bu­ lunmuş olabilirler. Aynca bu girişim, çilekleri donma tehlike­ sinden korumak için kullanılan genetiği değiştirilmiş bir bak­ teri olan Frostban araşbrmasıyla aşağı yukarı aynı zamanlara denk gelmiş olabilir. İçinde "genetik" ve "değiştirme" kelimeleri geçen herhan­ gi bir şey hep bir tehlike işareti gibi algılanmıştır. Ne var ki GDO'nun kaha olduğu kesindir. 2006'da yirmi iki ülkede yaklaşık 102 milyon hektara GDO'lu ürün ekildi. Bu ürürıle­ rin çoğurıluğu, bitki ve böcek ilacına dayanıklı soya fasulye149
Baş Belası icatlar si, mısır, pamuk ve kaba yoncaydı. Birleşik Devletler en bü­ yük üretici, onun ardından Arjantin ve Brezilya geliyor. Dün­ yada yetiştirilen soya fasulyelerinin neredeyse yarısının ge­ netiği değiştirilmiştir. Bir bitki veya hayvanın genetiğini değiştirmenin avantaj­ ları açıkça görülebilir. Bitkilerin böcek ve hastalıklara karşı iç­ ten daha dirençli olmasıyla, çiftçiler verimlerini artırabilir ve imkan dahilinde daha az toksik kimyasal uygulayabilirler. Genetik mühendisliğinin aynca bir organizmanın iklime olan duyarlılığı üzerinde de uygulanması da mümkündür, örne­ ğin sert koşullar altında yetişebilen bitkiler üretilebilir. Bitki­ ler belli bir bölgenin beslenmesinde eksik olan besin madde­ lerinden fazla miktarda elde etmek için de değiştirilebilirler. Bahsi geçen son GOO'lu ürüne verilebilecek iyi bir örnek altın pirinçtir: Fazladan A vitamini içermesi için pirincin ge­ netiği, özel bir nergis ve bakteri geniyle değiştirilmiştir. Bu pirinç bilhassa gelişmekte olan ülkelerdeki insanlar için ya­ rarlı olabilir, buralarda A vitamini eksikliği özellikle körlük olmak üzere birçok hastalığın nedenidir. Bu durum, insanla­ rın günde üç öğün pirinç haricinde çok az yemek yedikleri Hindistan ve Güneydoğu Asya'run bazı bölgelerinde bilhas­ sa geçerlidir. Fakat altın pirince karşı çıkanlar var. Söz konusu ürün ve ona benzeyen diğerleri ancak büyük, zengin Batılı şirketler tarafından üretilebilir. Şöyle bir kesin algı var: Genetiği de­ ğiştirilmiş ürünler, bu tarz besinlerin tehlikeleri ve "yeni" türleri savunmasız bir çevrede yaymanın riskleri çok az dik­ kate alınarak, yalnızca büyük iş dünyasının karlarını artır­ mak için üretiliyor. Bunun yanı sıra gelişmekte olan dünya­ nın geleceğinin, zengin Bab'ya bağımlılığa ve Bab'nın sömü­ rüsüne değil, kendi kaynaklarına dayanması gerektiğini sa­ vunanlar da var. Genetiği değiştirilmiş altın pirinç kısırdır, 150
Hayvan Çiftliği yani her yıl çiftçiler Batılı şirketlerden tohum sahn almak zo­ rundalar: Bu öyle bir süreç ki bazı insanlara göre yoksulların zenginlerin kölesi haline gelmesinin tipik bir örneği. Böceğe dayanıklı ürünlerin geliştirilmesiyle ilişkili açıkça­ sı sorunlar var. Gen aktarılmış mısırın kullanımıyla ilgili en­ dişeler dile getirilmiştir. Bu mısır kendi böceksavannı üreten genetiği değiştirilmiş bir ürün. Bu böceksavar madde bir ze­ hir ve bitkinin içinde oluşturulduğu için, böcekler normalde çiftçiler tarafından püskürtülen süreden daha uzun süre bu zehre maruz kalıyorlar. Sonuç olarak. böceğin zehre dirençli hale gelme potansiyeli var: bu hem ilaç püskürtmeyi hem de genetiği değiştirmeyi yararsız kılıyor ve hatta daha güçlü ve toksik bileşenlerin kullanılmasını zorunlu hale getiriyor. Bu tarz sorunlar, genetiği değiştirilmiş bitkilerin genleri yabani türlere girerse daha da kötüleşebilir: Çiftçiler, yayılmasını dizginlemeye yönelik tüm teşebbüslere bağışıklık kazanmış yeni bir çok zararlı ot nesliyle karşı karşıya kalabilir. Bununla alakalı bir mesele de, belirli amaçlar uğruna ge­ netiği değiştirilen bitkilerin genel tüketim için ayarlanan bit­ kilerle karışması veya melezlenmesi riskidir. 1990'larda bir biyoteknoloji şirketi içinde böcek ilacı Cry9C olan bir mısır üretti. Sadece hayvan yeminde kullanılmak üzere onay al­ mışb ama 1999 itibariyle bu ürünlerden bir kısmının. Ameri­ kan süpermarketlerinde sahlan insanlara yönelik ürünlerin içinde kullanıldığı keşfedildi. Söz konusu şirket yaklaşık 130.000 hektarlık bir araziden hasat edip piyasaya sürdüğü tüm mısırları geri almak zorunda kaldı. Bu çok büyük ihti­ malle basit bir insan hatasıydı; ancak hayvan tüketimine uy­ gun bazı mısırların bizim tükettiğimiz türlerle melezlenip melezlenmeyeceği belli değil. Ve gitgide küreselleşen bir eko­ nomide, yiyecek maddelerimizin içindekilerin hepsinin tek tek nereden geldiğinden asla emin olamayız. 151
Baş Belası lcatlar Günümüzde, bu tip itirazlar nedeniyle ve kapsamlı, sıkı deneyler yapılması gerektiğinden, AB içinde yalnızca üç tane GDO'lu ürün onaylanmıştır ve bunlardan hiçbiri ticari amaç­ lı olarak Britanya' da yetiştirilmiyor. Ülkemizdeki durum kıs­ men, basındaki sözde "Frankeşgıda" haberleriyle kamçılanan ve BSE ve şap hastalığıyla ilgili makul korkuların ardından halkta ortaya çıkan dirençten kaynaklanıyor. Halkın GDO'lu ürünlere karşı olması, benim görüşümce tümüyle anlaşılabi­ lir bir şey. Britanya'da GDO'lu ürün denemeleri planlandı­ ğında, halkın korkusunu gidermeye yönelik ciddi bir çaba gösterilmedi ve endüstri ile hükümet de kamuoyuna saygı­ sızca davranmaya hazırdılar. Bunun sonucunda aktivistler GDO'lu kolza ve patatesleri hedef aldığında birçok insan on­ ları takdir etti. GDO'lu ürün yetiştirilen deney tarlalarının tahrip edilmesi ve deneyler karşısında koparılan yaygara so­ nucu, 2003'de üç büyük biyoteknoloji şirketi çalışmalarını as­ kıya aldı, yine de dördüncü bir şirket yani BASF denemeleri­ ne 2007' de başladı. Aktivistlerin "mutates" denilen ürün hakkında görüşleri­ ni açıklamaya haklan var, fakat bilimciler halkın endişelerini anlama ve cevap verme hususunda daha hazırlıklı olmadık­ ları müddetçe, birçok iyi çalışmanın baltalanma ve sonunda engellenme riski de var. Bil �mcilerin hükümetleri "içgüdüsel tepkileri teşvik etmekle" suçlamaları yeterli değildir. Bunun yerine sağlıklı bir tartışmayı teşvik etmemiz gerekiyor ve iyi bir ilk adım da, GDO'lu ürünlerin yetiştirilmesi, yöre ekoloji­ sine zarar vermesi ve GDO'lu ürünlerin tüketilmesine ilişkin potansiyel riskler konusunda bazı ciddi endişeler olduğunu çok daha açıkça kabul etmek olacaktır. 1980'lerde, genetiği değiştirilmiş bir ek gıda olan triptofanı yiyen 37 kişi öldü ve yaklaşık 1.500 kişi sakat kaldı. Normalde doğal olarak oluşan bakterilerden üretilen triptofan bir toksin içeriyordu ki bu 152
Hayvan Çiftliği toksin EMS olarak bilinen bir hastalığa yol açıyordu. Acaba bu toksin genetik müdahale işleminin direkt sonucu olarak ortaya çıkmıştı? Belki de söz konusu şirket GDO'lu tripto­ fanı kullanarak masrafları kısmaya çalışırken filtreleme işle­ minde de ucuza kaçmıştır ve bazı saf olmayan maddelerin bu şekilde bakteriye girmesine meydan vermiştir. Ne yazık ki skandal açığa çıktığında imalatçılar genetiği değiştirilmiş mı bakteri türünün bütün stoklarını yok ettiği için, artık başka araştırma yapmak mümkün değildir. Kaçınılmaz olarak ve gayet makul bir biçimde, bazı insanlar bu hareketin bizzat anlamlı olduğunu düşünüyor. GOO'lu ürünlere dair İngiliz savı, Rowett Araştırma Ens­ titüsü'nden Dr. Arpad Pusztai' den ciddi anlamda etkilenmiş­ tir. Nisan 1998'de bu bilimci, GOO'lu patatesleri farelere ver­ diğini ve bu farelerin ağır bağırsak rahatsızlıkları yaşadıkla­ rını söyledi. Farelerin sindirim sistemlerinin yapısında ve fonksiyonunda, iç organlarının gelişiminde değişiklikler ve yaralanmalara karşı bağışıklık sistemlerinin tepkisinde bir yavaşlama olduğunu bildirdi. Bu gözlemleri göz önüne ala­ cak olursak, bu ürünleri insanlara vermenin "vicdansızlık" olacağını iddia etti. Bu bildiriden iki ay sonra, BSE ve şap kri­ zinden sonra halkın endişelerine zaten duyarlı olan yedi sü­ permarket zinciri raflarından GDO'lu ürünleri kaldırdı. Bu esnada Dr. Pusztai araştırmasının sonuçlarını araştırması ta­ mamlanmadan veya başka bilimciler tarafından incelenme­ den yayınladığı için Rowett Enstitüsü'nden atıldı. Daha son­ ra Royal Society araya girdi ve araştırmayı inceleyerek kusur­ lu olduğunu beyan etti. Bu arada Royal Society'yle sık sık da­ laşan Lancet Pusztai'nin çalışmasını yayınladı ama Royal So­ ciety'nin kısmi ve tamamlanmamış çalışması nedeniyle Pusz­ tai'ye itiraz etmesi konusunda Pusztai'nin bulgularını çok fazla savunamadı. 153
Baş Belası icatlar Bilimciler Dr. Pusztai vakası karşısında halen bölünmüş durumda ama bazılarımız bu çalışmanın incelenme ve yayı­ na kabul edilme şekli hususunda huzursuzluk hissediyoruz. GOO'lu ürünlerle ilgili daha kapsamlı meselelerin bazıları hakkında makul endişeler söz konusu. İtiraf ediyorum, Afri­ ka'nın şiddetli sıcağında sıkışık koşullarda banndınlması için genetiği değiştirilmiş tüysüz tavukları gördüğümde, ben de halkın büyük bir kesimiyle birlikte bir tepki hissediyorum. Ancak kesin olan bir şey var ki birkaç ekstrem vakaya içgü­ düsel olarak verilen tepkinin teknolojinin bütünü hakkındaki yargılarımızı çarpıtması gerekmiyor. Bilimcilerin çoğu uy­ gun şekilde yürütülen bilimsel deneylere aktivistlerin sürek­ li saldırmasından çok rahatsızlık duyuyorlar, çünkü test ede­ mezsek GDO'lu ürünlerin güvenliliğini veya tam tersini asla tespit edemeyeceğiz. Ve eğer içgüdüsel tepkinin her zaman kazanmasına müsaade edilirse neler kaybederiz? Yoksullu­ ğun ve kuraklığın hüküm sürdüğü bölgelerdeki insanları beslemek için kullanılan genetiği değiştirilmiş ürünleri mi? Binlerce insanın sıtmadan ölmesini önleyebilecek "ilaçlı" ke­ çileri mi? Bu teknolojinin başarısızlıkları ve sakıncaları kadar başarılarına da bakmalıyız. Her şeyden önemlisi, bu beceriyi geliştirdiğimiz için gurur duymalıyız. On milyonlarca yıl ön­ ce atalarımız hafiften ve çekine çekine kendi çevrelerini de­ ğiştirmeye başlamamış olsalardı, mürrıkün olmayacak bir şeydi bu. 154
Beşinci Bölüm DÖNÜP DOLAŞAN ACAYİP SÖZLER 1907'de Joseph Conrad'ın yazdığı gerilim romanı The Secret Agent (Gizli Ajan) Londra'nın güneyindeki güzel bir parkta kanlı bir şekilde sonlanan başarısız bir bombalama girişimini betimler. Fakat Conrad'ın dünyanın dört bir yanındaki oku­ yucularının çoğunun bilmediği şey ise, öyküsünün Lon­ dra' da on üç yıl önce gerçekten meydana gelen olaylan anlat­ tığıdır. Şubat 1894' de bir perşembe günü öğleden sonra, Green­ wich Kraliyet Rasathanesinden Bay Thackeray ve Hollis "geç saate kalmışlardı". Daha saat öğleden sonra 4.45' di, ancak o günlerdeki seyrek sokak aydınlatması ve görüşe engel olan sis göz önüne alındığında, kış aylarında birçok işçinin hava kararmadan eve gitmeleri olağan bir şeydi. Thackeray ve Hollis rasathanenin alt kattaki hesap odasındayken, "keskin ve net bir patlama, ardından havada giden gülle sesine ben­ zer bir ses" duydular. Pencerelere yöneldiklerinde rasathane­ nin kapıasının avluda koştuğunu gördüler. Kapıayı takip ederek rasathanenin kuzeyine doğru gidip tepeden bakabile­ cekleri bir noktaya eriştiler. Kapıa, park bekçisi ve birkaç öğ­ renci rasathanenin altındaki yolda görünüşe göre çömelmiş birine doğru koşarlarken onları izlediler. 155
Baş Belası icatlar Gruba katılan iki adamın ilk izlenimi adamın kendini vur­ duğu yönündeydi. Aslında adamın yaraları çok daha kor­ kunçtu. Sol eli yoktu, karın duvarında bir delik vardı; üzerin­ de yattığı yol kana bulanmış ve kemik parça ve kıymıkları 60 metre uzağına kadar dağılmıştı. Buna rağmen bilinci yerin­ deydi ve hala konuşabiliyordu. Yakınlardaki Denizci Hasta­ nesi'ne sedyeyle taşındıktan yarım saat sonra hayatını kay­ betti ve kimliğine ve yaralarının nedenine ilişkin hiçbir ifşada bulunmadı. Polis kısa sürede adamın adının Martial Bourdin olduğu­ nu, Fitzroy Caddesi'ndeki pansiyonundan kolunun altında bir koliyle ayrılıp, Greenwich' e kadar tramvayla geldiğini tespit etti. Görünüşe göre bu koli ansızın patlayan bir yangın cihazı içeriyordu. Bourdin'in üzerinde çok miktarda para vardı. Bu da niyetinin bombayı bir yere bırakıp ülkeden kaç­ mak olduğunu akla getiriyordu: muhtemelen memleketi Fransa'ya. Daha sonra�'i soruşturmalar, onun yabana anar­ şistler için bir toplanma yeri olan, Soho merkezli "Club Auto­ nomie'nin bir üyesi olduğunu meydana çıkardı. Ertesi ak­ şam, 17 Şubat' ta, Great Titchfield Caddesi'nin yanındaki ku­ lüp binasına gece yansından hemen sonra baskın yapıldı. Seksen kişi tutuklandı, bazı şüpheli şahıslar (gazeteler Fran­ sız ve Bohemyalı olduklarını yazdı) sorgulandı ve birkaçı da Avrupa'ya geri gönderildi, ama olayla ilgili hiç gözaltına alı­ nan olmadı. Bourdin'in cenazesi çok kalabalıktı, gelenlerin çoğu anarşist davaya sempati duyanlardı. Conrad öyküyü bir hayli abartmış olsa da bazı ilgi çekici sorular söz konusuydu. Bourdin neden rasathane gibi sapa, fazla insan bulunmayan bir hedefi, insanlara veya binalara belirgin bir zarar veremeyecek kadar küçük bir bombayla vurmayı seçmişti? "Belirgin" derken kastettiğim, olayın aa, can kaybı ve yıkıma yol açarak, basında yer almasını ve dola156
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler yısıyla teröristlerin korkunç mesajım olabilecek en geniş kit­ leye yaymasını sağlayacak kadar büyük olması. Bazıları Bo­ urdin'in kandırıldığı için bilmeden bomba taşıyor olabilece­ ğine veya bombayı bir yere bırakıp Fransa'ya kaçmayı plan­ ladığına inanıyor. Kayınbiraderinin bir polis muhbiri olduğu sanılıyordu ve birçok anarşist de bu olayın bir reklam oldu­ ğuna ve halka teröristlerin ne kadar güçsüz olduklarım, yet­ kililerin ne kadar süratle harekete geçtiklerini göstermek için düzenlendiğine inanıyordu. Hakikat ne olursa olsun, bu öykü insanların hem terörist­ leri hem de hükümetleri ayru icatla nasıl devirmeye niyet et­ tiklerini gösteriyor. Radyo, uydu televizyonu yayım, internet ve cep telefonu mesajından önce propaganda, gazete demek­ ti. Bu gazeteler, Joseph Conrad gibi romancıların yanı sıra, büyük ölçüde büyük okuryazar kitlesine de bel bağlaınışh. Bunların hiçbiri yaklaşık 5.000 yıl önce Iraklı saymanların yaptıkları küçük, zararsız icat olmasaydı mümkün olmaya­ caktı. Bu icat insanlık üzerinde teröristlerin dinamit ve baru­ tundan çok daha fazla yıkıma yol açmıştır. ESKİ DÜNYA YAZISININ ÖZET TARİHİ Muhtemelen hatalı biçimde matbaacılığın kurucusu olarak kabul edilen Johannes Gutenberg'in adı ilk olarak Strasbourg şehrindeki mahkeme kayıtlarında geçer. 1439'da Gutenberg ve üç adam; Hans Riffe, Andres Heilman ve Andres Dritz.e­ hen, gizemli bir endüstriyel işlemdeki haklar hususunda an­ laşmazlığa düşünce mahkemelik oldular. Gutenberg iş ortak­ larından bu açıkça belirtilmemiş işlemi öğretmek için büyük miktarda para almıştı. Bu sır olarak saklanacaktı ve eğer or­ taklardan biri ölecek olursa, Gutenberg fikirdeki ?payım" ge­ ri alma hakkım saklı tutuyordu. Dritzehen ölüp de Guten­ berg vefat etmiş adamın evinde bulunan bir aygıtın geri ve157
Baş Belası icatlar rilmesini isteyince işler karıştı. Aygıt asla bulunamadı ve bu­ güne kadar da bunun ne olduğu açıklığa kavuşmuş değildir. Ancak Gutenberg'in, ortaklarının parasının bir kısmını kur­ şun, başka çeşitli metaller ve bir üzüm cenderesine harcadığı­ nı biliyoruz. Gutenberg'i daha sonra üne kavuşturan icadın şekli ve içeriğini dikkate aldığımızda, gizemli aygıtın bir bas­ kı makinesi prototipi olması muhtemel görünüyor. Böylece Avrupa tarihinde baskı makinesi ilk olarak mal ve para anlaşmazlığıyla birlikte sahneye çıkıyor. Yazı ilk olarak kimin neye sahip olduğunu, kimin kime ne ödeyeceğini kay­ detme amacıyla vücut buldu. En eski formlarında yazı sizin şu anda okumakta olduğunuz satırlara, ortalama insanın ba­ lığa benzediği kadar benzerdi. Yazının atası iki farklı marka ya da fiş dizisi formunda ortaya çıktı. Bu küçük yuvarlak nes­ neler kilden yapılmaydı ve MÔ sekizinci ve dördüncü binyıl­ larda Yakın Doğu'da kullanılıyordu. İki farklı marka türü, malların takibini yapmak için geliştirilen iki farklı yazı türü­ ne evrildi. tık yazının en eski türü olan düz markalar tarım başladığı zamanlarda arkeolojik kayıtlara girer. Yakın Doğu'da bulu­ nan markaların yüzeyleri pürüzsüz, şekilleri basit. Kalıntıları arasında bulundukları küçük ölçekli toplumların yapısını göz önüne aldığımızda, insanlar bunlardan ürün ve sürüleri­ nin kaydını tutmada yararlanmış gibi görünüyor. Buna karşın üstlerinde çivi uçlu kalemle konmuş karma­ şık işaretler bulunan markalara (bunlara "karmaşık marka­ lar" da diyebiliriz) sadece Uruk gibi MÔ dördüncü binyılın ortalarında öne çıkan ilk Yakın Doğu şehir devletlerinin ka­ lıntılarında rastlanıyor. Birçok çeşidi bulunan bu markalar en çok tapınak binalarının yanında bulunuyor. Bir kral ile seçkin bir rahip sınıfının oturduğu bu tapınaklar karmaşık bir eko­ nomik sistemi denetlerdi; yiyecekler civardaki kırsaldan geti­ rilir, sonra adil bir biçimde halka dağıtılırdı. Dolayısıyla kral 158
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler ile rahipleri, hükümdar ile fahişe-rahibe formunda cisimleş­ miş bir tanrıça arasındaki kutsal bir çiftleşme eylemi de dahil olmak üzere belli ayinlerin yasalaşması yoluyla arazi verim­ liliğinin devamlılığını sağlıyordu. Mozaik döşeme ve ?muhtemelen insanlara adilane dağı­ tım yapmak için kullanılan- sürahiler ile standart kaselerin yanı sıra karmaşık markalar, en çok nefret edilen uygulama olan vergi toplamaya dayanan yeni bir toplum türüyle karşı karşıya olduğumuzu akla getiriyor. Bu dönemde aynca mü­ hürlerin ilk defa kullanıldıklarını görüyoruz. Bu mühürlerin bazıları üzerinde insanların acımasızca dövülüşünü anlatan betimlemeler yer alıyor: Bu büyük olasılıkla ilk vergi tahsil­ darlarının vergi toplama şekliydi. Böyle bir sistemin uygu­ lanması ve yürürlükte tutulması; gelişmiş kayıt tutma sistem­ leri, yasalara uymama durumunda alınacak önlemler ve ce­ zalarla birlikte nüfuzlu bir yönetim gerektirirdi. Bu iki çeşit marka benzer amaçlar için kullanılmalarına rağ­ men farklı biçimlerde saklanıyordu. Düz markalar, sayılmış veya değiş tokuş yapılmış olan şeylere ilişkin bilgileri sakla­ mak için mühürlü kil kılıflarda tutuluyordu. Markalar bazısı dikdörtgenler prizması bazısı da küre şeklinde olan kil kılıfla­ rın içine yerleştirilir ve bu kılıflar hemen mühürlenip fırına ve­ rilirdi. Kılıfın içinde ne olduğu konusunda daha sonra bir an­ laşmazlık çıkarsa, bir memur kılıfı kınp açabilir ve markaları kontrol edebilirdi. MÔ 1850 civarında yapılmış, Türkiye'den gelme tipik bir dörtgen kılıf British Museum' da sergileniyor. Gelgelelim epeyce bir miktar karmaşık markanın üzerinde bir delik bulunduğu gözlenmiştir. Bu durum ipe dizildikleri izle­ nimini uyandırıyor. Bunu neden yapmışlardı acaba? Arkeolog Denise Schrnandt-Besserat'a göre cevap, Latince kuneus yani çivi şeklinden gelen çiviyazısında (cuneiform) ya­ tıyor, bu yazı marka aşamasından hemen sonra ortaya çık­ mıştır.1 MÔ birinci ve üçüncü binyılın yazısında bulunan ko- 159
Baş Belası icatlar ni ve küre gibi basit şekiller eskiden basit markaları kullanan zirai yerleşim biçiminin ana ürünlerine atıfta bulunuyor. Farklı ebatlardaki koni ve küreler farklı tahıl ölçümleriyle il­ giliydi. Silindirler hayvanları simgeliyordu. Çiviyazısında karmaşık markaların izlerini görebiliriz. Küre ve paralelkenar gibi oyiılmuş daha girift semboller ?yapma" eşyaları; bira, yağ ve ekmek gibi işlenmiş besinlerle parfüm ve metal nesneler gibi imal edilmiş lüks maddeleri temsil ediyordu. Bunlar kırsaldan gelen ham ürünleri kulla­ narak şehirde yapılmış ama tapınak bölgesi içinde ve tapınak görevlilerinin denetimi albnda işlemlere tabi tutulmuştu. Markalardan yazıya sıçrama, fazla çalışan tapınak say­ manlannın bulduğu basit bir yöntem sayesinde oldu. Yaz­ manlar basit markaları içeren mühürlü kil kılıflara daha ko­ lay erişebilmek için, kılıflar ıslakken dış taraflarına markaları bastırıp izlerini çıkarmaya başladılar ve böylece içindekilerin dokunsal ve görsel bir taklidini yaptılar. Bir süre sonra kılıfın dışındaki şekil nasıl olsa içindeki asıl markalarla aynı bilgiyi iletiyor diye düşünerek. kılıf ile markaları bir kenara attılar ve sadece kil tabletleri kullanmaya başladılar. Bununla birlik­ te aynı taktik karmaşık markalarda işe yaramadı çürıkü yü­ zeylerindeki girift işaretler kil üzerinde okunaklı izler bırak­ mıyordu. Dolayısıyla karmaşık markaların üzerindeki bilgi­ ler kil kılıfların üstüne, markaları işaretlemek için de kullanı­ lan sazdan yapılma bir çubuk yardımıyla kaydediliyordu. Çiviyazısının Mô 3200 civarında Uruk'tan kalma, üstleri­ ne işaretler kazınmış aşağı yukarı 4.000 adet nesne de dahil olmak üzere en eski örneklerine bakarak Asurlular, Babilliler, Hititler ve Kenanlıların yazılarına geçen, oradan Fenike ve Etrüsk yazılarına ayrılan, daha sonra da modern zamanların daha tanıdık Yunanca ve Roman alfabelerine dönüşen bir çiz­ ginin izini sürmek mümkündür. Şimdi bilgisayarımın başın­ da oturmuş, yazının ·tarihini anlatmak için çiviyazısının çok 160
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler daha değişik bir formunu kullanıyorum. Bugün erken saat­ lerde, cep telefonumdan birisine geç kalacağımı bildiren bir mesaj attım ve sipariş ettiğim bir kitapla ilgili bilgisayarım­ dan bir e-posta gönderdim. Ben ve benim gibi milyarlarca ki­ şi her gün birinci bölümde ele alınan temel bir insan fonksi­ yonu olan dilin yardıması olarak yazıyı kullanıyoruz. Ve bu fonksiyon çok asal ve içgüdüsel olduğundan, yazının nasıl bir sıçrama olduğunu ve ortaya çıkmasına hangi karmaşık sürecin yol açtığını gözden kaçırmak kolaydır. Eski Uruk'ta kayıt tutanlar yazıyı günlük iletişim araa olarak kullanmazlardı. Çiviyazısı sadece hesap tutma için kullanılan kesin biçimde tanımlanmış bir araçtı. Kullandıkla­ rı ilk işaretler resimyazıya aitti. Yani işaretler ses değil, nesne ve nicelikleri temsil ediyordu. ?El" in işareti el çizimiydi, ?su" işareti de bir dizi dalgaaktı. Ancak kullanım değişip de bu semboller kile çivi uçlu kalemle oyulmaya başlayınca, bu işa­ retleri basitleştirmek ve soyutlamak gerekli hale geldi. Kavis­ ler düz çizgilere dönüştü, ince detaylar ortadan kalktı. Üç binyıl sonra çiviyazısı tanınabilen resimler dizisinden, bol miktarda oyma çizgi ve üçgene dönüştü. Yazı değişince kullanım şekli de değişti. Yakın Doğu'nun saymanları her kelime için bir sembol icat etmektense yakla­ şık 700 sembollük bir repertuardan sembolleri alıp birleştirdi­ ler. ?Yeme"nin simgesi ?ağız" ve ?yiyecek" simgelerinin bir birleşimiydi. Bu esneklik daha sonra ortaya çıkan, Sümer di­ linin karakteriyle yakından ilişkili gelişme için sahneyi hazır­ ladı. Farklı anlamlan olan ama aynı veya benzer şekilde telaf­ fuz edilen birçok eşsesliyle birlikte, esasen tek heceli kelime­ lerden ibaret olan dil yazının ses formunun ortaya çıkmasına yardıma oldu. Örneğin Sümer dilinde ?ok?a ?ti" deniyordu ki bu aynı zamanda ?yaşam" anlamına da geliyordu. hk ya­ zarlar iki sembol kullanmaktansa sadece ok işaretini kullanır, ?yaşam" anlamını göstermek istediklerinde ise fazladan bir 161
Baş Belası icatlar işaret ilave ederlerdi. Dolambaçsız gorunen bu yöntem önemli bir değişime de işaret ediyor: tık kez semboller bir nesne veya fikirden ziyade bir sesi göstermek için kullanılı­ yordu. Bizim dilimizden bir örnek de hem meyve hem de çift (pair) anlamına gelen armut (pear) kelimesi olabilir. Semboller orijinal referans noktalarından aynşhnlıp da bütünüyle seslerle ilişkilendirilir hale geldiklerinde, daha karmaşık, hatta soyut anlamları temsil etmek için birleştirile­ bilirler. Yine, dilimizi kullanarak verebileceğimiz bir örnek, belief (inanç) anlamını göstermek için bee (an) ve leaf (yaprak) sembollerinin birleştirilmesi olabilir: İki basit nesne isminin resimsel temsilleri ikisiyle de bağlanhlı olmayan soyut bir kavramı açıklamak için kullanılırdı. Bu da dolayısıyla ilk yazarların bilgilerini düzenleme şek­ line etki etti. Çiviyazısının ilk döneminde, bir yazı tabletinde­ ki alan bizzat bir anlamı ifade edecek biçimde bölünürdü. Bu fırınlanmış ve çoğu hala onları tutan yazmanlarının parmak izlerini taşıyan kil kayıtların üzerindeki belli konumlar, oku­ yuculara denetleyen görevlilerin isimlerini verirdi. Belli mal­ lar ya yalnızca sağa ya da sola yazılırdı, yani kelimelerin uzamsal konumu kelimelerin kendi kadar çok şey söylerdi. Şu var ki çiviyazısı daha karmaşıklaştıkça, tabletler bizzat ke­ limeler vasıtasıyla her şeyi iletmeye başladı. Sütunlara başlık eklendi, toplam ve alt toplamlar bu itibarla işaretlendi. Kısa ve özlü sözler kayda girdi, "Wullu onu aldı" ve "Nashwi'nin elinden gibi" . Uruk tabletlerinin yaklaşık 3 90'ı yazman kayıtlarıdır; ge­ ri kalanı da tabletleri oluşturmak ve korumak için eğitilen ye­ ni bir görevli sınıfının yazma egzersizleridir. Çoğunlukla yazmanlara kopyasını çıkarmaları için devasa, can sıkıcı mal ve yönetici unvan listeleri verilirdi ki, gene de biraz şansları varsa bazı özlü sözler, bir atasözü yazabilir veya kendi çalış- 162
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler ma günlerini betimleyebilirlerdi. Çok enteresan birkaç örnek­ te, stajyer yazmanın yalnızca eğri büğrii yazısını değil, öğret­ meninin hoşgöriiyle yaptığı düzeltmeleri de görebiliriz. Çiviyazısı gitgide daha karmaşık bilgileri iletebilir hale geldikçe, eğitimli yazmanlar babalarının konumuyla birlikte kendi imzalarını da tabletlerin altına eklemeye başladılar. Çoğunlukla, bunlar hali vakti yerinde saray çalışanlarıydı, bu da ?yazar sınıfın" imtiyazlı bir seçkin sınıf olduğu izlenimini uyandırıyor. İkinci binyıldan kalma bir tablette Sümer kralı Shulgi şöyle övüftür: ?Kimse benim gibi tablet yazamaz." Bu beceriye açıkça önem atfeden Kral Shulgi, yazmanların eğitil­ mesi için bir okul yaptırdı. Bütün Yakın Doğu'da ve Nil bo­ yunca benzerleri yapılmıştır. Bu makama Mısır'da özellikle çok saygı duyulurdu, orada yazmanlar zengin ve nüfuzlu memurlar ve bizzat yazı da kutsal hale geldi. Güneş tanrısı Ra'nın habercisi ve yazman­ ların himayecisi Thoth aynı zamanda düzeni korur, gezegen hareketlerinin kaydını tutar ve Hüküm Günü'nde ruhları tar­ tardı. Tevekkeli değil, MÔ ikinci binyılda Mısırlı bir memur oğlunu yazı okuluna bırakırken şu mesajı veriyor: ?Kafanı yazıya vermelisin. [Yazmarunkiyle] mukayese edilebilecek bir makam tanımıyorum. Kitaplarını annenden bile daha faz­ la sevmeni sağlayacağım.? BİR YUNAN HEDİYESİ: KLASİK DÜNYADA YAZI Akdeniz bölgesindeki en eski yazı örnekleri Girit adasında, Knossos'taki Kral Minos'un sarayında bulunmuştur. Minos ve benzer statüdeki diğer krallar gösterişli saraylarda oturan, belirgin bir uygarlığın sembolik hükümdarlanydı. Yine bu saraylarla ilişkili en eski yazı, resimyazıdır: yeşim taşı, ame­ tist ve altın da dahil olmak üzere, çok çeşitli sert yüzeylere kazınmış, adam kafası veya balta gibi basit resimler. Bu re­ simlerin kil parçalan üzerine mühürlerle çıkarılmış izleri de 163
Baş Belası icatlar bulundu, bunlar eşya veya hesaplar üzerinde bir çeşit imza atmış olabilecekleri izlenimini uyandırıyor. İlk dönemlerdeki Minos yazısı Mısır hiyeroglifine benzer, bu da bazı insanların Nil Vadisi'nden Akdeniz'e direkt bir miras çizgisi olduğunu öne sürmesine yol açmışhr. Aslına ba­ karsanız, Yunanlılar sanki yazıyı oldukça yakın bir komşu­ dan miras almış gibidir ki, bu daha sonra ele alacağımız bir konu. Fakat varsayılan bu bağlanh yazının öyküsünde ilginç bir ikincil meseleyi meydana çıkarır. Görünüşe göre dünyada yazının, herhangi bir dış etki olmadan kendiliğinden ortaya çıkhğı üç yer vardır: MÔ üçüncü binyılın ortalarında Yakın Doğu, ikinci binyılda Çin ve MS üçüncü yüzyılda Orta Ame­ rika. Çeşitli başka toplumlar da kendilerine özgü konuşma, fikir ve nicelik kaydetme yöntemleri geliştirdiler ama bunlar­ da etki meselesi çok net değildir. Örneğin Mısırlıların estetik açıdan mükemmel hiyeroglifi ile Sümerlerin basit, seyrek sembolleri arasında dünya kadar fark var gibidir. Ancak iki toplum irtibat halindeydi. Mısırlıların karmaşık resimyazısı işaretleri yanında, buna koşut olarak sesleri iletme vasıtaları da vardı. Dolayısıyla öyle görünüyor ki Sümerlerden yakla­ şık üç yüzyıl sonra hüküm süren Mısırlılar onlardan yazma fikrini miras aldı, alfabelerini değil. Buna karşın, Latium'un merkezi İtalya bölgesi okuryazar komşusu Etrüsk medeniye­ tinin kültür yörüngesine girdiğinde, Etrüsk alfabesini alıp kendi dilinin özgül gereksinimlerine uyarladı. Sümer ve Yu­ nan yazı sistemleri arasında, ileride göreceğimiz gibi, bir sü­ reklilik mevcuttur. Bu bağlanh bazen fikirlerde, bazen de işa­ retlerde görülür. Berkeley'deki California Üniversitesi'nden Klasik Dil ve Edebiyat Profesörü Ronald S. Stroud'ın dikkat çektiği gibi, ilk dönemlerdeki Minosluların yumuşak kil üzerine mühür yü­ zükleriyle resimler yapmaktan, aynı ilkelere dayalı bir alfabe- 164
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler ye doğru ilerlemeleri doğal bir adımdı.2 Resimyazılı mühür taşlardan birazcık daha ileride bir devire ait, kil tabletler üze­ rine dik çizgiler halinde yazılmış bir yazı buluruz; bu yazıyı yirminci yüzyılın başında toprak altından çıkaran arkeolog Sir Arthur Evans buna "Lineer A" adını vermiştir. Yazı birta­ kım aşamalardan geçmiştir: En eski örneklerde resimyazılar halen mevcuttur, ama stilize ve basitleştirilmiş halde ve sayı­ ların hakim olması sadece muhasebe ve defter tutma amacıy­ la kullanıldıkları izlenimini uyandırıyor. Sonralan Lineer A daha da evrildi, orijinal işaretlerinin yalnızca yaklaşık üçte bi­ ri kaldı, sayısal sistemi gelişti ve sürekli soldan sağa yazılma­ ya başlandı. Çeşitli işaretlerin göreli sıklığından bellidir ki Lineer A bir dilin seslerini temsil ediyordu. Maalesef henüz bunun hangi dil olduğunu bilmiyoruz. Hint-Avrupalıların sonraki istila dalgalarının silip süpürdüğü, adanın eşsiz yerli dilini temsil ettiği ileri sürülmüştür. Klasik arkeolog Gareth Alun Evans bunun, günümüzde Türkiye'nin bulunduğu bölgede konu­ şulan bir Hint-Avrupa dili olan Luvinin bir çeşidi olabileceği­ ne inanıyordu .3 Anlamı çözülen işaretlerden biri -KU-RO, "bütün" anlamındaydı- üzerinde çok tartışmalar yaşandı. Bu kelime Sami dilindeki kök kl'ye (İbranicede "kol" olarak te­ laffuz edilir) yakın olabilir ki bu da "bütün" kelimesinin an­ lamlarını kapsar. Başka bir olasılık da Hint-Avrupa kök keli­ mesi, "bir merkezin etrafında dönmek" veya "ikamet etmek" (dwell) anlamına gelen kwel'den gelmiş olabileceğidir. Günü­ müz itibariyle, yazının çok az bir kısmı çözülebilmiştir ki bu da bizi çok enteresan bir tartışmadan ötesine götürmüyor. Şu ana kadar bulunan Lineer A yazılarının çoğu görünüşe göre nesne, eşya ve personel listeleridir ve bunların hepsi de Minos saraylarının muazzam yönetim yapısıyla ilişkilidir. Sadece 200 kadar örnek var, fakat yirmi farklı Girit bölgesine 165
Baş Belası icatlar ve diğer adalar ile Yunanistan anakarasındaki birkaç yerleşi­ me yayılmış olması, yaklaşık 200 yıllık bir dönemde oldukça yaygın bir şekilde kullaıuldığını akla getiriyor (MÔ 1650'den 1450 civarına kadar). Knossos'ta Evans'ın kazıdan çıkardığı resimyazı ve Line­ er A parçalan yanında, başka bir yazıda kaydedilmiş 4.000 kil tablet vardı. Evans buna Lineer B adını verdi. Bu yazıda keli­ meleri birbirinden ayırmak için kısa dikey çizgiler kullanılı­ yordu ve aynca metinde sözü geçen, örneğin tekerlek, vazo, adam gibi belli mal ve insanları göstermek için sözyazılar vardı. Lineer B aynca Yunanistan'ın bazı bölgelerinde de bu­ lundu ve bulunan nesneler seçkin bir bilimci olan Michael Ventris'in yazının anlamını çözmek için yaphğı çalışmalarda yardımcı oldu. 1952'deki tezinde Lineer B'nin eski Yunanca­ nın arkaik bir formu olduğunu öne sürdü ki eski Yunanca da aynı kelime sonu sistemini kullanıyordu. Ventris ne yazık ki çok genç bir yaşta, görüşlerinin yayım­ lanmasından yalnızca iki yıl sonra öldü ama fikirlerinin mu­ azzam bir etkisi oldu. Lineer B'nin çözülmesi sayesinde kla­ sik arkeologlar Knossos'un ele geçirildiğini ileri sürebildiler. Kendi dillerinde kayıt tutmak için Lineer A'yı kullanan okur­ yazar saray görevlileri, Yunan istilacılar anakaradan gelip kendi kurallarını dayattıklannda da işlerine devam ettiler. Bu tuhaf yenilikten etkilenen yeni efendiler kendi dilleri için de benzer bir sistem talep ettiler ve sonuçta ortaya çıkan Lineer B oldu. Okuyucular "alfabe" kelimesini kullanmaktan kaçındığı­ mı fark etmişlerdir. Lineer A ve B alfabe değil, hece yazımı­ dır: sesli ve sessiz harf birleşimlerini betimlemek için kullanı­ lan bir dizi işaret. Lineer A'nın bir taş pota üzerine yazılmış, deşifre edilmiş bir örneği şu şekildedir: 166
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler atai- *301 waja osuqare jasasa rame unaka nasi ipina ma siru te Ne anlama geldiği hususunda en ufak bir fikrim bile yok ve bildiğim kadarıyla, hiç kimsenin yok. Ancak bu yazının, malların ve insanların saraya geçişine ve civardaki kırsala da­ ğıbmına ilişkin kayıt tutmaktan başka bir şey için kullanıldı­ ğına dair bir kanıt yok. Ne krallara ait mektuplar ne kanun­ lar ne de şiirler. El yazılarının analiz edilmesi sonucu, hepsi de saray içinde yönetim işlerinde çalışan yaklaşık 105 farklı kişi tarumlanmışhr. Daha da tuhafı ise, belli bir zamanda hepsinin kaybolmasıdır. MÔ 1380'de Knossos'un yok edil­ mesi ve 180 yıl sonra anakarada Knossos ile bağlanhlı bir sa­ rayın yanmasıyla birlikte, Yunan yazısı dört yüzyıl boyunca ortadan kayboldu. Homeros'un destanları sözlü şiirler halin­ deydi ve bizler llyada ve Odysseia'nın 27.000 mısrası içinde, yelkenli yapımı ve yellenme gibi çok farklı konular hakkında aydınlaba bilgiler alırken, yazma konusundan yalnızca çok az, muğlak bir şekilde bahsediliyor. Homeros'un veya MÔ sekizinci ve yedinci yüzyıllarda yaşamış eserleri bugün bize Homeros adı altında ulaşan şairlerin aynnhlı bir anlahyı ak­ tarma amaayla yazı bilgisine sahip olduğunu gösteren bir şey yok ve Yunanlılar MÔ sekizinci yüzyıl ortasında tekrar yazmaya başladıklarında, Knossos'un kadim hece yazısına hiç benzemeyen bir alfabe kullandılar. Peki, bizim alfabemizin atası olan bu yeni alfabe nereden geldi? En güçlü tez, bildiğimiz Yunan harflerinin, günümüz­ de Lübnan ve Suriye'nin bulunduğu topraklarda, Filistin'in kuzeyinde yer alan Fenike uygarlığı araalığıyla geldiğidir. Birincisi, Yunan alfabetik yazısının en eski örnekleri Fenike yazısına benzer ki, bu yazı en eski Sümer yazılarından gelir. Harflerin sırası da benzerdir. Yunanlılar yeni alfabelerinin harflerine isim alırken, Sami diline ait "aleph, bet, gimmel"i 167
Baş Belası icatlar "alpha, beta, gamına" olarak değiştirdiler. Ve Fenikeliler ile Yahudiler gibi sağdan sola doğru yazdılar. Arada irtibat olduğuna dair azımsanmayacak miktarda kanıt vardır. MÔ dokuzuncu yüzyıl ortalarında Fenike kolo­ nisi Sur Yunan egemenliğine girmekte, Malta, Sardunya, İs­ panya ve Sicilya kadar uzak bölgelerde ticari ve kolonyal et­ kisini göstermekteydi. Aynı şekilde Akdeniz bölgesi etrafın­ da yoğun olarak ticaret yapan ve seyahat eden Yunanlılar da Fenikelilerle irtibata girmişlerdi. Herodot onların Yunanis­ tan'daki yerleşimlerinden bahseder ve arkeolojik kanıtlar da Girit, Rodos ve Kıbrıs adaları üzerinde Fenikeli tüccar ve sa­ natkarların varlığına işaret eder. "Yeni" Yunan yazısının en eski örneklerinden biri, "şarap, kadın ve şarkı"ya methiyeler düzen bir medeniyete uygun olarak, bir amfora üstündeki bir yazıttan gelir. MÔ yaklaşık 740'a tarihlenen bu kabın üstünde, en iyi dansçı kimse onun 1 bu şarap sürahisini kazanacağını gösteren tek bir satır var. Aynı döneme ait bir içki kupası Ischia Adası'nda bir mezar­ da bulundu, üzerinde şu mesaj vardı: "Ben Nestor'un içki ku­ pasıyım. Her kim bu kupadan içerse, güzel taçlı Afrodit'in ar­ zusu onu çabucak ele geçirecek." Bu metinler bol miktarda ilginç malzeme içeriyor. Örne­ ğin Yunanlılar Fenike alfabesini uyarladıkları gibi kendi uyarlamalarını da ilave ettiler. Sami alfabesinde Yunan alfa­ besinde olmayan beş sessiz vardı, ama hiç sesli harf yoktu. Yunanlılar alfabeyi değiştirdiklerinde, kullanışsız sessiz harf­ leri sesli harflerine ustaca uyarladılar ve bunlar Yunanca va­ sıtasıyla Etrüsk diline, oradan Latinceye, oradan da bizim gü­ nümüzde kullandığımız Roma alfabesine girdi. Yazıyı malların takibini yapmak için kullanan Sümerlerin ve Minosluların aksine, Yunanlılar bu yeni beceriyi daha önemsiz amaçlara adamış gibiydiler. Yunan medeniyetinin 168
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler bu ilk dönemine ait anlaşma veya rapor bulamıyoruz, aynı şekilde ne yasa ne ferman ne de muhteşem mektuplar var. En eski metinler özel: yazılı nesnenin yaratıcısı veya sahibinden beyanatlar, içki, dans ve aşk kutlamaları. Yazı genelde nesne­ lerin tasarımının bir parçasıdır, Korint'te çıkarılan küçük şa­ rap kasesi gibi; üzerindeki boyalı harfler, dansçılar ile bir flüt­ çünün etrafında dolanıyor ve dansçılardan birinin adının Pyrrhias olması dışında bir mesaj iletmiyor. Bir nesne üzeri­ ne yazı kazınması, çok değer verilen, yabancı bir icadın kul­ lanımında maharet sergileyerek bir etki bırakmanın yolu gibi görünüyor. Yunanlıların yazıyı benimsemelerinin, Avrupa üzerinde derin ve kaba sonuçlan oldu; esasen bu durum Naples'in ya­ kınındaki İtalyan yarımadası Cumae'de küçük bir Yunan ko­ lonisinin kurulmasının sonucunda gerçekleşti. Yunan alfabe­ si formundaki yazının icadı buradan komşu Etrüsklere, ora­ dan da kuzeydeki Latium uygarlığına geçti. Etrüskler varlık­ lı ve kültürlü bir toplumdu, Yunanlılardan esin aldıkları maddi kültürlerinin civardaki bölgeler üzerinde çok derin bir etkisi oldu. MÔ yedinci yüzyıldan kalma, Latium'un kalbinin attığı yer olan Praeneste ve Tibur'daki mezarlarda bulunan bol miktardaki eşya, nüfuzlu bir yönetici elit sınıfını gösteri­ yor, bunlar ya Etrüsklerdi ya da en azından onların kültürüy­ le yoğun biçimde yoğrulmuş insanlardı. Bu yüzyıl boyunca civardaki merkezlerin -bu merkezlerin en önemlisi Roma da­ hil olmak üzere- Etrüsk medeniyetiyle temas ettiğine dair sa­ yıları gitgide artan kanıtlar ortaya çıkıyor. Roma' daki etki çok fazlaydı, sadece maddi nesnelerde değil, evlerin ve kamu binalarının mimarisinde ve Roma Forum'u gibi kamu alanla­ rının düzenlenmesinde bariz biçimde görülebilir. Ancak en önemli Etrüsk ihraç malı yazıydı. Praeneste ka­ zı sahasında, MÔ yaklaşık 650 tarihli, ağzının hemen altında 169
Baş Belası icatlar vetusia yazılı gümüş bir kupa bulundu. Vetus bir kişinin adıy­ dı, -ia da iyeliği gösteriyor; başka bir deyişle bu "Vetus'un malı" anlamına geliyor. Benzer yazılan olan kupalar Roma ve Roma' dan güneye doğru aşağı yukarı 65 km uzaktaki Sat­ ricum' da bulundu, üzerlerinde "Laris Velchaina tarafından [verildi / yapıldı]" ve "Roma'ya ait veya Roma'dan" gibi yazı­ lar vardı. Bu ilk dönem yazılarının amacı saymanlık değil böbürlen­ mekti. Görünüşe göre varlıklı aileler yazıyı itibarlanru ve sa­ hip olduklarının değerini artırmak için kullanıyordu. Bazı Et­ rüsk yazıtları gösteriyor ki hediye alıp vermek seçkin sınıf içinde önemli bir Adetti, belki de dünyadaki diğer toplumlar­ da olduğu gibi, uzun süreli ilişkileri sağlamanın bir yoluydu. Massachusetts Üniversitesi'nden Klasik Eser Profesörü Rex Wallace bunun bizzat alfabenin iletildiği araç olabileceğini öne sürüyor.4 Muhtemelen varlıklı Latin aileler Etrüsk kom' şularından yazılı hediyeler aldılar ve onların alfabelerini kopyalamaya başladılar. En eski Latin yazılan MÔ yedinci yüz­ yılın son on yılından kalmadır ve işe yarar hediyeler olan şa­ rap kaplan üzerine yazılmışbr. tlkinde iç açıcı bir yazı, salve­ tod Tita yani "Tita afiyette olsun" vardır. İkincisinde şöyle ya­ zılıdır: "Ben Tita Vendia'nın küllerinin saklandığı kabım. Be­ ni Mamar yaph." Wallace ikisinde de alıcının kadın olduğu­ na, içkinin damattan geline mutlaka giden bir düğün hediye­ si olabileceğine dikkat çekiyor. Şu anda bu yazının çoğunlukla tanınan, direkt bir çeşidiy­ le yazıyor olmam iki faktöre bağlı. İlki Etrüsk medeniyetin­ den Latium'a miras kalan sistemin esnekliğidir. Sistem, gör­ müş olduğumuz gibi, kadim Sümer çiviyazısını Kenanlılann, Fenikelilerin ve son olarak da eski Yunan ve Romalıların ya­ zısına bağlayan süreklilik çizgisinden geçişinde, birkaç mu- 170
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler tasyona uğramışhr. Nihai ürün uyarlanabilme özelliği fazla olan bir sistemdi; çok çeşitli dil grupları ve özellikle Hint-Av­ rupa mirasını paylaşanlar açısından çok uygundu, sadece fik­ ren değil temel formunda da. Bu yazı "hece yazı"dan ziyade "alfabe" olması dolayısıyla, daha kapsamlı ve daha küçük parçalara ayrılabilen olası sesleri iletir. Dünya dilleri bu ses birimleriyle meydana getirilen karakteristik heceler yönün­ den muazzam farklılık göstermesine rağmen B, d, g, l ve ben­ zerleri basit ses birimleridir, çok sayıda dilde ortakhrlar. Bir hece yazı belli bir dille ilişkilendirilmelidir. Japonların kana yazısında olduğu gıbi başka bir dile uygulandığında ise en baştan icat edilmelidir. ôte yandan alfabe kolayca uyarlana­ bilir. Roma harfleri, Almanların ü'sü, Çeklerin c'si gibi özgül sesleri aktaracak şekilde uyarlanabilir. ] sesini iletmek için c sembolünü kullanan Türkçede olduğu gibi, belli bir dilde işe yaramayan işaretler başka bir amaca hizmet edebilir. Latin al­ fabesi temel yirmi alh harfiyle, hızla kullanılabilecek kadar kısa olduğu gibi, muazzam çeşitte sese malzeme sağlayacak kadar da uzundu. İkincisi Roma'run dış politika modelidir. Roma ne zaman toprak fethetse, ayru yöntemi izlemiştir. Şehirlere el koyulur, topraklar Roma vatandaşlarına dağıtılırdı. Latince konuşan ve yazan çok sayıda Roma vatandaşı bütün ele geçirilen şe­ hirlerde yönetime getirilirdi. Yerli vatandaşlar yeni yasayı, onunla birlikte yeni iletişim aracını da kabul etmek zorun­ daydılar. Umbria gibi bazı yerlerde yazılı Latincenin gelişiy­ le birlikte, yazıya sahip olmayan dil zayıflayıp yok oldu. Campania gibi diğer yerlerde, Oscan dilini konuşanlar dille­ rini Latin alfabesinde yazmaya başladılar. Bu da bizzat alfa­ benin ne kadar yararlı bir yenilik olduğunu gösterir. Oscan dilini konuşan, sömürgeleştirilmiş, köleleştirilmiş ve hakla- 171
Baş Belası icatlar nndan mahrum edilmiş halk kendilerini fethedenlerin kültü­ rünü benimsemeyecek kadar güçlü güdülere sahipti, ancak alfabe öylesine yayıldı ki yadsımak mümkün olmadı. ÇÖMLEKLER VE KEHANET: DOCUDA YAZI Ch'ueh chia üzerindeki çatlaklara bakarak kehanette bulundu. Fu Hao'nun doğumu iyi olacak. Kral çatlakları .okuyarak şöyle dedi: "Eğer çocuk bir ting gününde doğarsa iyi olacak. Eğer bir keng gününde doğarsa son derece uğurlu ola­ cak." Otuz birinci günde, bir chia-yinde doğum yaptı. Bu iyi değildi. Bir kız doğurdu. Shang hanedanının bir yazmanı bu satırları bir kemik üs­ tüne yaklaşık 3.500 yıl önce kazımış. Hayvanların kürek ke­ mikleri ile deniz kaplumbağası kabuklarından yapılmış bu ve buna benzer yaklaşık 150.000 parça, Doğu' daki bilinen en eski yazı örnekleridir ve bir çeşit kehanet formunda yazılmış gibidirler. Kemik aşın ısıya tabi tutulunca, örneğin ateş üze­ rinde tutulduğunda yüzeyinde bir çatlak deseni oluşur ve k!­ hinler bunlara dayanarak geleceği önceden görebildiklerini iddia ederler. Bu Asya'nın birçok bölgesinde bulunan eski uygarlıklara ait bir uygulamadır ve hatta Bering Boğazı ya­ nındaki Kuzey Amerika Kızılderililerinde bile görülebilir, an­ cak Çinliler mevzuyu ve kehanetlerinin sonuçlarını kemikle­ re kazımakta çok ustaydılar. Berkeley'deki California Üniversitesi'nden Tarih Profesö­ rü David Keightley modem Çinlilerin çoğunun bu kehanet yazılarını kafa karıştırıcı bulduğuna dikkat çekiyor.' Ancak 172
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler bu eski karakterlerle, müzelerimizdeki ortaçağa ait Latince elyazmalan arasında bir paralellik var. İlk bakışta düzgün, stilize, akıcı Latince yazı bizim yazımızdan oldukça farklı görünür, sanki biraz daha kötüdür, sonra a, e ve g harflerini fark ederek bütün kelimeleri tanınz ve bizim el yazımızın çok da farklı olmadığının farkına vannz. "Parlak" kelimesi için kullanılan modem Çin sembolü, pencere sembolüyle yan yana olan güneş veya ay sembolünden ibarettir. "İyi" kelimesinin sembolü, çocuk sembolünün yanındaki kadın sembolünden oluşmuştur. "Çokluk" ise güneş altında bulu­ nan üç adamla anlatılır. Üç örnekte de, modem formla 1 .500 yıl önce kehanet kemiklerine kazılan şekil arasında devasa bir fark yoktur. Kemik ısıtmak gelecekteki davranış biçiminizi belirleme­ nin gelişigüzel bir yolu gibi görünse de, Shang hanedanı eliti bu işi hatırı sayılır bir bürokrasiyle yönetti. Görünüşe göre yazmanlar, yazıların kesin tarihlerinin belirtilmesinden de belli olduğu gibi, çatlaklarına numara verdikleri kemikleri saklayıp, belli aralarda başka kehanetlerde bulunmak için or­ taya çıkarıyorlardı. Öyle görünüyor ki bazı kemikler belli ko­ nularda araştırma yapmak için saklanıyordu; örneğin av sa­ hasında başarı olasılığı veya Çin takvimindeki on günlük sü­ relerin kısmet durumları gibi. Yukarıdaki kehanette, yazman, kralının bir kahin olarak ününü korumada dikkatliydi, nüfu­ zunun sürekliliği bu maharetirle bağlıydı. Burada adı Ch'ueh olarak geçen hükümdar eğer bebek bir "keng" veya "ting" gününde doğarsa iyi bir (yani erkek) doğum vaadinde bulu­ nur, ama "cllia" doğumu hakkında hiçbir şey söylemez. Yaz­ man bir kızın doğduğu günün türüne -bir chia-yin- vurgu yaparak, tamı tamına haklı olmasa da, kralın yanılmadığına açıklık getirir. 173
Baş Belası icatlar Çin yazısının en eski örneklerinin anlamını çözmek zor­ dur. Yakın Doğu'nun yazmanları gibi ilk Doğu yazarları da dillerindeki sesleri bir sembol repertuanna dönüştürmek için, "resimli bilmece ilkesi" denilen bir ilke kullandılar. Ço­ ğu kez Çin yazısının kavramsal olduğu söylenir, yani her sembolü bir fikir aktarır, örneğin kayan bir araba işaretinin "ileride kaygan yol" anlamına gelmesi veya taç sembolünün kraliyeti ima etmesi gibi. Fakat Çin yazısı en iyi "logografik" olarak tanımlanabilir, yani her sembol bütün bir kelimeyi temsil eder. Kuşkusuz bu, tek bir sembolün tek bir ses aktar­ dığı bizim alfabemizden farklıdır. Ama iki sistemin ortak bir noktası vardır: İkisinde de semboller konuşma dilinin sesleri­ ni gösterir. İki durumda da bu sistem resimli bilmece ilkesi vasıtasıyla evrilmiştir. "Pair" (çift) anlamını göstermek için bir "pear" (armut) resmi kullanma olasılığından bahsetmiştim. Bu hem kadim Sümer' de hem de kadim Çin'de kullanılan bir ilkeydi. Çince "gelmek" demek olan lai kelimesi bir bitki resmiyle temsil ediliyordu, çünkü tahıl yetiştirme ibaresinin telaffuzuyla ay­ nıydı. Yakın Doğu yazmanları okuyucularına hangi kelime­ den bahsettiklerini göstermek için işaretler ilave ederken, maalesef Çin' dekiler daha esrarengizdi ve başka işaret koy­ muyorlardı. Kazan sembolü Shang hanedanına ait birtakım kehanet kemiği yazılarında ortaya çıkar, ama bunun bir "ka­ zan" mı, "kehanette bulunmak" mı yoksa "düzenlemek" mi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu kelimelerin hepsi­ nin de telaffuzu benzerdir. Çinli yazmanlar Sümerli meslektaşlarının aksine hiçbir za­ man, bizim bir sonraki manhklı adım olarak gördüğümüz, sembollerin bütün kelimeler yerine sesleri göstermesi adımı­ nı atmadılar. Fakat Profesör Keightley'nin de dikkat çektiği gibi, Çin kültürünü bir şekilde, yazılarını bizim gelişmiş yazı 174
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler formuyla eşit kılacak sıçramayı yapacak beceriye sahip değil­ miş gibi görmek önyargılı bir bakış açısıdır. Çin yazısını ve bu yazının neden ayakta kaldığını anlamak için, bu kültürün geleneğe olan büyük saygısını ve böyle karmaşık bir sistemin hAkimiyetine geçmişten bu yana bağlanmış olan itibarı takdir etmek gereklidir. Buna benzer bir şey muhtemelen Mısır'da da oldu, hiyeroglif burada zamanla daha güzelleşip karma­ şıklaştı. Yazmak basitleştirilmedi çünkü böyle yapsalardı bu beceriyi ve yazmanın imtiyazlarını daha geniş kitlelere açmış olacaklardı; seçkin sınıfın ise bunu yapmaya hiç niyeti yoktu. KARA PİSKOPOS Dünya kötülerin kötüsü piskopos Diego de Landa'ya çok şey borçludur. Bir Fransisken keşişi olan de Landa, Orta Ameri­ ka' daki Mayalılan Katolik yapması için gönderilmişti. Maya­ lıların puta tapma alışkanlıkları karşısında dehşete düşen de Landa, işini korkunç bir gaddarlıkla yapmaya koyuldu; sü­ rekli tarifi imkansız işkenceler yaptı. 12 Temmuz 1562'de bir­ takım Maya elyazmalannı ve yaklaşık 5.000 putu yaktı. Daha sonra kendi yaptıklarından bahsederken de Landa gayet ra­ hat şöyle demiştir: "Çok sayıda kitap bulduk... batıl inanç ve şeytanın yalanlarından başka hiçbir şey içermediklerinden, hepsini yaktık ki bu onları [Mayalıları] şaşılacak derecede üz­ dü ve başlarına daha fazla dert açtı." De Landa'run engizisyonunun haşinliği ve vahşeti hayli gaddar çağdaşlarını bile şok etmişti. İspanyol kralının daha önceki bir buyruğu yerli halk.lan engizisyondan muaf tutu­ yordu. Ama ruh kurtarma gayretkeşliği içindeki de Landa, dini otoritelerin meşrulaştırılmış sadizmine eşlik eden yasal bürokrasinin çoğu kısmını es geçmişti. Dinden çıkmış biri olarak görülen de Landa yasa dışı bir engizisyon yürüttüğü 175
Baş Belası icatlar suçlamalarına karşılık cevap vermesi için lspanya'ya geri çağrıldı. Aynca yanıltıa kanıt sunmaktan da suçlanıyordu, çünkü sözüm ona insan kurban eden bir Maya tarikatının kurbanlarından birinin hayatta ve sağlıklı olduğu ortaya çık­ mıştı. Buna rağmen de Landa aklandı ve ardından il. Philip tarafından Yucatan piskoposu olarak atandı. De Landa'nın yöntemleri çok kötüydü ama bilmeyerek de olsa sonraki nesillere, 1562' de yazdığı Relaci6n de las cosas de Yucatdn adlı büyük hediyesini bıraktı. De Landa Maya kültü­ rünün kökünü büsbütün kurutmanın yollarını araştırırken, bu kültürü anlama hususunda biraz yol kat etti; mitoloji, ayin ve yazı sistemlerinin kilit yönlerini araştırıp not etti. Bazı şeyleri yanlış anlamış olmasına rağmen, de Landa'nm notları Maya yazısını deşifre etmede birinci derece bir araç olarak hizmet gördü. Bu noktada bazı Nazilerin davranışlarıyla aralarında bir benzerlik olması çok ilginç: yok etmeye girişmeden önce Yahudi kültürü ve geleneklerini, hatta dilini anlama niyeti. Maya hiyeroglifleri hakikaten dikkat çekici. Canlı, blok şe­ killi oymalannda bir modernlik tadı var, neredeyse mizahi ve karikatüre benziyor, aynı zamanda kadim, hayat dolu ve kar­ maşık bir uygarlığın kanıtlan bunlar. Yazı uzmanları bunla­ rın deşifre etmekte zorlanıyor. Bir kafes üzerine sıralanmış girift karelerden meydana geldikleri için, her birinin bir keli­ meye karşılık geldiğini düşünülebilir; Çincede olduğu gibi. Aslına bakarsanız, her küçük kare en çok beş tane farklı, ke­ sişen sembol içerebilir ve kareler dik bir çizgiden çok çift sü­ tunlar halinde okunmalıdır. Bu karışık semboll�rin çoğu Maya takvimiyle alakalıdır ki bu takvim kesi.şen birkaç devreyi kapsıyor, bazıları astrono­ mik hareketleri izlerken bazıları da görünüşe göre soyut za­ man aralıklarını takip ediyordu. Bölgedeki diğer toplumlar 176
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler gibi Mayaların da jaab denilen 365 günlük bir güneş takvimi ve bunun yanı sıra tzolkin denilen 260 günlük bir ayin devre­ leri vardı. /aab yirmi günlük on sekiz "ay"a bölünmüştü, ay­ nca sonunda wayeb denilen beş "talihsiz" gün vardı. Aynca bu iki sistem Takvim Devri denilen 52 yıllık tek bir devreyle ve 5.000 yıllık zaman devirlerini kapsayan daha uzun bir dö­ nemle birleştirilmişti. Bu biraz k.afa kanştına olabilir (gerçi muhtemelen Paskalyanın önümüzdeki yıl ne zaman kutlana­ cağını bulmaya çalışmaktan daha zor değildir), gene de Ma­ yaların takvime olan takınhsı, taş levhalarda abideleştirilmiş olayların tam tarihini saptamamızı sağlamışhr. Taş anıtların üstündeki yazıtlar hükümdarların doğwn ta­ rihleri, evlilikleri, tahta geçmeleri ve zaferleri hakkında bilgi veriyordu. Bu Maya yazısının propaganda amaçlı kullanım­ larından biriydi. Elit sınıfın üst makamlar için rekabet ettiği hiyerarşik bir toplumda, yazı hükümdarın askeri gücünü sağlıyor ve yan mitsel atalarırun soyundan geldiğini gösteri­ yordu. Takvim işaretlerine ilaveten, Mayaların kapsamlı bir hece yazılan ve bütün haldeki kelimeleri temsil eden bazı logog­ ramlan vardı. Öyle görünüyor ki yazmanlar kelime veya ibareleri kullanmak istedikleri şekle göre seçip alıyorlardı. Bu faktörler yazıya, deşifre edilmesi zor olmak gibi kötü bir ün kazandırmışhr. Bugüne dek, en eski örnekler kadim bir Maya şehrinin eskiden yerleşim yeri olan San Bartolo bölge­ sinden gelmiştir. Metnin MÔ 300 tarihli en eski parçasının anlamı tam olarak aydınlablamadı ve üstünde bir tarih yok, ama çözülebilenler Chan Muan adında bir hükümdarın tah­ ta çıkmasına abfta bulunulduğu izlenimini uyandırıyor. Bir adamın vücudunun alt kısmını ve uyluklannı temsil eden semboller daha sonraki bir Maya yazısında tahta çıkmayı göstermek için kullarulmışb, bu yüzden bu metin Chan Mu- 177
Baş Belası icatlar an'ın bilinmeyen bir krallığın tahtına çıkmasını anlatıyor olabilir. Biz bunları de Landa sayesinde öğrendik, ki onun amaa bütün Maya yazısının kökünü kurutmaktı. Mayaların Hıris­ tiyanlık öğretisinden yoksun olmaları dışında tıpkı bizim gi­ bi olduklarını gösterme gayreti içindeki de Landa Maya muhbirlerinden yazılarını anlamasına yardım etmelerini iste­ di. Onların Avrupalılarınki gibi bir alfabetik sistemleri oldu­ ğunu farz eden de Landa a, b, c ve diğer harfleri nasıl yazdık­ larını sordu. Kendi yazma sistemlerine şartlanmış olan ve bunları hece olarak düşünen Mayalılar bu harfleri "ah", "beh", "seh" vb. şeklinde işitti ve de Landa'ya bunlara karşı­ lık gelen oymaları verdi. Yöntemi hatalı olmasına rağmen de Landa Maya hece yazısının küçük ama önemli bir bölümünü kaydetti ki bu sonraki bilginler için paha biçilmez bir şeydi. BASKI MAKİNELERİ, OKUYUCULAR VE ASİLER Baskı makinesinin sözüm ona mucidi Johannes Gutenberg'in adı hiçbir zaman ihtilaftan uzak kalmadı. Gutenberg Stras­ burg' da yaşadığı problemlerin ardından, tahtadan bir baskı makinesi yapmayı başardı ve bu makine sayesinde 1440'da Katolik Kilisesi'yle af kağıtlarını basma anlaşması yaptı. Ce­ hennem cezasından kaçmak isteyen günahkarların aldığı bu kağıt parçalarının satışı Protestan Reformu'nun tetikleyicisi oldu ve Gutenberg de bu harekette azımsanmayacak bir rol oynadı. Gutenberg'in öyküsünün bu bölümü 1450'de, Johann Fust'un finansman desteğiyle İncil'i Mainz kasabasında bas­ tığında başladı. Beş yıl sonra Gutenberg'in bastığı iki ciltlik bir İncil satışa sunulmuştu, fiyatı bir yazmanın aşağı yukari üç yıllık kazanana eşitti. Bu fiyat aşırı görünebilir, ancak bir keşişin yirmi yılda suretini çıkardığı el yazması bir İncil çok daha pahalıya mal olurdu. 178
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler İncil projesinin Ur potansiyeli vardı herhalde, çünkü İncil piyasaya çıkar çıkmaz Johann Fust Gutenberg'i dava etti, bas­ kı aletlerini ve basımı bitmek üzere olan İncilleri aldı. Ardın­ dan Gutenberg'in eski asistanı Peter Schoffer'le ortak olarak daha çok İncil ve matbaacının markasını ve damgasını taşı­ yan ilk kitap olan yüksek kaliteli Mainz Psalter'i bastı. Guten­ berg de boş durmadı, varlıklı bir avukat ve politikacı olan Conrad Humery' den daha fazla mali destek alarak el yazısı­ nı andıran gösterişli, bitişik harf karakterine sahip kitaplar bastı. 1465' de Mainz' ın seçmen prensi Gutenberg'e dini bir makam verdi ki bu da iyi bir gelir demekti. Reform yanlıları dini makamların satılmasına şiddetle saldırınca, Guten­ berg'in adı bir kez daha Reform'un arka planıyla kesişti. Bir velinimetten diğerine koşan, iş ortaklarıyla sürekli kav­ ga eden Gutenberg ne tarihte nasıl bir rol oynayacağını ne de icadının nasıl bir etkisi olacağını bilemezdi. 1500 itibariyle, 250 Avrupa kasabası ve şehrinde baskı makinesi vardı ve top­ lamda yaklaşık 27.000 nüsha basılmıştı. Daha 20-30 yıl önce­ sine kadar bilginler topu topu yirmi beş elyazması olan bir manastır kütüphanesine gitmek için aylarca seyahat ederdi; artık kitap sayısı tahmini 13 milyondu. Yazılı materyalin bu gelgit dalgası etkisini incelemeden önce, Gutenberg'ten önce ortaya atılan bir iddiaya bakmak il­ ginç olabilir. Hollanda'nın Haarlem şehri sakinleri, 1575'te Hadrianus Junius adında birisi tarafından yazılmış Batavia isimli kitabı referans göstererek, o gün bu gündür atalarının baskı makinesini icat ettiklerini iddia ediyor. Junius bu kitap­ ta Haarlem' de Laurens Koster adında bir ev sahibinin Guten­ berg' ten 128 yıl önce baskı makinesini icat ettiğini iddia edi­ yor. Söylendiğine göre bu adam kayın ağaanın kabuğuna oyulma harfleri mürekkeple kaplıyor ve sonra k.iğıda bası­ yormuş. İlk başta bunu torunlarını eğlendirmek için yapan 179
Baş Belası lcatlar Koster daha sonra bu basit yazı karakterini kurşun ve kalaya uyarlayıp kitap basmaya başlamış. Koster'in Avrupa'run her yerinden ziyaretçileri olmuş, hepsinin iyi niyetli olduğu söy­ lenemezmiş. Bunlardan biri de yanına çırak aldığı Johann Fust'muş, Fust daha sonra malzemeleri çalıp kaçmış ve Ma­ inz' de kendi matbaasını kurmuş. Ancak Hadrianus Junius, "Johann Fust" kimliğini, ruhunu şeytana satan yan efsanevi Avrupalı figür "Doktor Faust" ile bir noktada bağlar ki bu da bu öykünün halk arasında dolaşan bir söylenti olduğu hissi­ ni verir. Baskı makinesinin asıl kökenleri Çin' deydi. MS 175' de bir Çin imparatoru Konfüçyüs'ün alh klasik metninin taş üstüne oyulmasını emretti. Bu çok önemli metinlere sahip olmaya can atan bilginler oyulmuş plakaların üstüne kağıt yayarak "ovaladılar" ve daha sonraki imparatorlar başka metinler oy­ durduklarında, hahn sayılır bir kütüphane oluşmaya başladı. Kore ve Japonya'da, sekizinci yüzyılda, baskıalar tahta baskı kalıplan kullanarak oluşturulmuş dini metinlerin kopyaları­ nı dağıtmaya başladılar. Bu kalıplarda basılacak sayfanın be­ yaz bölgeleri bir tahta parçasından bin bir zahmetle kesilirdi, ta ki düz yüzeyin kalan parçalan oluşturulacak görüntünün tersini gösterene kadar. Bu zahmetli ve çok uzun süren işlem sayesinde, kutsal Budist yazılarının ve Çin kraliyet ilişkileri­ nin "Standart Tarihleri"nin çok sayıda nüshası elde edildi. "Elmas Sutra"run o kadar çok nüshası basıldı ki Japonya' da hfila birçok ailede bir tane bulunur. Bi Sheng adında bir Çinli kilden yaphğı, ilk taşınabilir ya­ zı karakterini icat etti. Keşfi hiç rağbet görmedi çünkü Çin ka­ rakterleri sayıca çok fazla ve karmaşıkhr ve kil harfler tekrar tekrar yapılan baskıya dayanamazlar. Aynca, Budist ve Kon­ füçyüs metinleri bütün Doğu' da rağbet görmesine rağmen, deneyimsiz matbaaarun yahnmına karşılık yeterli derecede 180
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler kAr etmesini garantileyebilecek İncil gibi tek bir standart me­ tin yoktu. Bununla birlikte bu fikir Koreli matbaaaları etkile­ miş gibiydi; 1 380' de bronzdan, dayanıklı, taşınabilir bir ma­ kine yapmakla kalmadılar, işleme yardıma olması için ulusal bir alfabe de -hangul- geliştirmeye koyuldular. Bütün bunlar 1443'te, tam da Gutenberg Katolik Kilisesi için af kağıtlarını basarken meydana geldi. Biraz çapraz döllenme meydana gelmiş olması mümkündür: Eğer hıyarcıklı veba Doğu'dan İpek Yolu boyunca Avrupa şehirlerine gelebilmişse, taşınabi­ lir karakterle baskı kavramı da pekala gelmiş olabilir. Gutenberg kiliseyle anlaşma yaptıktan yarım yüzyıl son­ ra, üretilen çok sayıda af kağıdı yeni bir fırtınanın merkezin­ deydi. Ekim 1517'de Martin Luther adlı bir keşiş, Wittenberg Katedrali'nin kapısına, kilisenin ayıplanacak türden uygula­ maları hakkında doksan beş tezi yani savı hışımla çiviledi. Onun bu hareketi modem çağın en büyük kültürel devrimle­ rinden birini ateşledi: Protestan Reformu. Ortaçağ itibariyle bir kilise veya katedral kapısına bildiri çivilemek protesto et­ menin veya bir tartışma başlatmanın kabul gören bir yoluy­ du. Bu halk arasında okuryazarlık seviyesinin nispeten yük­ sek olmasına dayanan bir muhalefet şekliydi. Okuma yazma­ ya bağlıydı; ayrıca okuma yazmayı teşvik ediyordu. Luther'in dini kurumların yozlaşma ve servetlerine karşı yaptığı protesto sola fide ve scriptura sola kavramlarına odak­ lanıyordu. Selamete ermek için, diyordu Luther, bir insanın sadece inanca ihtiyaa var, bizzat imparatorluk gibi çalışan bir kiliseden satın alınan aflara veya sahte kutsal emanetlere değil. Luther rahipliğin gereksiz olduğunu iddia etti, çünkü komünyon töreninin veya kutsal yazıların sihirli bir yanı yoktu. Eğer basılabilen, ucuz İncil, başka dini okuma mater­ yalleri ve bunları sindirebilecek bir okuryazar halk gitgide çoğalmasa, bu görüşün öne sürülebilmesi asla mümkün ol181
Baş Belası icatlar mazdı. Bu görüş kiliseyi devletten, bireyi cemaatten ayırarak Avrupa kültürünü ebediyen değiştirdi. Okuryazarlık elbette bu devrimdeki tek faktör değildi; ama kilisenin içinde olduğu kadar ötesinde de var olan kök­ leri ve yansımalarıyla birlikte, öne çıkan bir faktördü. Avru­ pa' da ortaya çıkan çok sayıda iştahlı yeni okuyucu filizlenen şehir ekonomisinin bir yan ürünüydü. Aşağı yukan bir gece­ lik içki filemi veya süpürge sapı fiyatına seyyar sahalardan küçük dini metinler ve şövalye romanları alabiliyordu. Bu durum gelişen gemi yapımı ve gemicilik teknikleriyle ateş­ lendi, yeni kıtalar ticarete açıldı. Çok sayıda basılı kitap ve ki­ tapçığın nakledilebilmesi için gelişmiş bir yol ağı gerekiyor­ du ve gerçekten de kitaplar yolların yapımında bir rol oyna­ mışbr. En eski en çok satanlar arasında 1553 tarihli bir Avru­ pa yer haritası vardı ve o çağın en zengin ailelerinden biri bü­ tün Avrupa' da mal ve dolayısıyla fikir taşıyan Tassis ailesiy­ di ve "taksi" kelimesi de onlardan gelmiştir. Yazı Rönesans Avrupa' sında meydana gelen değişimlerin arkasındaki itici güçtü. Monarşinin yapısı değişti: Krallar ve imparatorlar sürekli topraklarında dolaşmak yerine yazışma­ larla yöneterek. yerlerinden daha az ayrıldılar. İspanya Kralı II. Philip ömrünün çoğunu Madrid' deki sarayında geçirdi, bu selefi V. Charles'ınkinden çok farklı bir mevcudiyetti ve ona aşağılayıcı "KAğıt Kralı" lak.abıru kazandırdı. Aynı şey feodal aristokrasi arasında da tesis oldu: Nadiren görünen ve arbk yönettikleri halktan uzaklaşan Avrupa soyluları, basım ve okuryazarlığın sonucu olarak artık kolayca dağıtılabilen pro­ testo ve yergilere karşı gitgide daha savunm asız hale geldi. Dilekçeler protesto etmenin yeni bir yolu oldu: Dikkate değer örnekler arasında, 10.00()' den fazla kişinin imzaladığı, 1640'larda İngiltere İç Savaşı'nın ana nedenlerinden biri olan "Kök ile Dal" dilekçesi vardı. Bir buçuk yüzyıl sonra, yeni ye182
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler ni gelişen basını medyasırun monarşiye saldırması ve onları susturmak için yapılan sert girişimler Fransız Devrimi'ni ateşledi. Kitapların statükoyu tehdit etmesinin tek nedeni, bireyle­ rin yeni fikirleri benimsemesini sağlaması değil, aynı zaman­ da bu fikirleri muhafaza da etmesiydi. Bir eleştiri veya isyan edimi artık bunları görmüş olanların hafızalarıyla sınırlı de­ ğildi; çok uzaklara iletilebilir, tetkik ve analiz edilebilir ve üzerinde kafa yorulabilirdi. Okuryazarlık, 2009' da ölen an­ tropolog Jack Goody'ye göre, Avrupa dinamizminin merke­ zindeydi. Goody'nin iddiasına göre, okuryazar olmayan kül­ türlerde güç, hafızası güçlü olan yaşlılara giderdi.6 Yazılı söz­ lerin olmaması, süreklilik ve ezberden söylemeye önem ve­ ren toplumlar yarattı. Ancak kitaplar, okuyabilen kişilere bir şeyleri kendileri adına yargılama becerisini kazandırır. Bilgi birikiminin herhangi bir kişinin kontrolü dışında gerçekleş­ mesini ve bu bilginin daimi, eleştirel incelemesinin yapılabil­ mesini sağlarlar. Eğer tarihi başka insanların yaphklan hata­ ların uzun bir listesi olarak görürsek, tarihin zaman zaman değişikliği tetiklediği, çünkü yazının sonraki nesillere olayla­ n inceleme, tekrar tekrar oynatma ve yeni yöntemler bulma dirayetini verdiği açıkbr. Gelgelelim Goody'nin tezi birçok okuryazar olmayan top­ lumun dinamizmini göz ardı eder ve okuryazar olan bazı toplumların esnekliğini abarhr. Osmanlı İmparatorluğu ba­ şarısını ele geçirdiği yerlerden topladığı okuryazar yönetici sınıfına borçluydu. Fakat Osmanlı padişahı Il. Sultan Selim 1515'de baskı makinesini ilk duyduğunda, bu işe girişenlere ölüm cezası verileceğini buyurdu ve 1726'ya kadar din dışı eserlerin basımına izin verilmedi. Günümüzde çok az toplum kitap yasaklayabilecek kadar sert ve çağ dışı olabilir: Suudi Arabistan gibi. Buna rağmen İslam dini, Arap uygarlığı ve 183
Baş Belası icatlar yazı birbirine çok yakındır. Bu esnada on dokuzuncu yüzyıl sonları ve yirminci yüzyıl başlarındaki eylem coşkusu içinde, Güney Pasifik'teki cahil insanlar kend i toplumlarını son de­ rece güçlü bir şekilde yeniden organize ederek sömürgeciliğe direndi. Örneğin Fiji ve Yeni Gine' de "kargo kültleri'* adı ve­ rilen hareketin içindeki yeni liderler ve kahinler yaşlıların otoritesine baş kaldırdı, geleneksel ayinleri yasaklayıp yeni adetler geliştirdiler. Bunların hepsi de kitapların ufku geniş­ leten etkisi olmadan gerçekleşti. NEFRET EDİLEN KİTAPLAR, KUTSAL KİTAPLAR Her nesilde yazıyı tehlikeli bir teknoloji olarak gören insanlar olmuştur. Gerçekte zaman zaman, pek de nadir olmamak üzere kitaplar yasaklanmalarına veya yok edilmelerine ge­ rekçe gösterilecek kadar tehlikeli görülmüşlerdir. Piskopos de Landa'nın başını çektiği seferberlik tekil bir örnek değildir ve kültürel mirasları bu şekilde yasaklananlar da yalnızca Mayalar değildi. Yazı büyük ihtimalle Sümer medeniyetinde başladı ve yine Sümerler muhtemelen ilk kitap yakma olayı­ na tanık oldular. MÖ yaklaşık 4100 ve 3300 arasında Kaideli­ ler arasında şiddetli çahşmalar yaşanmıştır ve kadim Uruk şehri içindeki ve etrafındaki bölgelerde bulunmuş, askerlerin kasten yaktıkları tabletlere dair bol miktarda arkeolojik kanıt mevcuttur. MÖ 2004 civarında, Ur'u yok eden Amor kralı İş­ bi-Erra için yazılan ilahide, Kader Tabletlerinin sahibi Mezo­ potamya Kralı Enlil'in emirleri iletilir: "Fethedilecek ülke ve yıkılacak şehir ... kültürlerinin yok edilmesinin kaderlerinde olduğunu tespit etmişti." "Kültürlerinin yok edilmesi" muh­ temelen yazılı tabletlerinin yok edilmesini gerektiriyordu, * Bu tarikahn takipçileri kurtuluşun Batılıların getirdiği zenginlik (kargo) sayesinde gerçekleşeceğine inanıyordu. (Çev. n.) 184
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler çünkü Sümer arkeologlarının tek bulabildikleri tarihin çeşitli safhalarından kalma toz halindeki veya yanmış tabletlerdi. Bazı tabletlerin tuğla veya kaldırımlar için çakıl dolgusu yap­ mak üzere geri dönüştürüldüklerine dair bazı kanıtlar var. Bazı arkeologlar Sümer medeniyetinde zamanla 100.000 ka­ dar kitabın bu şekilde yakılmış olabileceğini düşünüyor. Çin' de bilinen en eski yazı yasaklama teşebbüsü, ilk Çin Seddi'ni yaphrmak ve Terakota Ordusu'nu kurmakla ünlü zorba hükümdar Çin Şi Huang' a (MÔ 259-210) aittir. Esra­ rengiz ve tuhaf bir şahsiyet olan Huang ilk Çin imparatoru olarak kabul edilir. Kral Zhaoxiang'ın oğlu olduğunu iddia etmiştir ama annesinin hamileliği bir yıldan uzun sürdüğü için Huang'ın soyu bir parça şüphelidir. Huang muhalefeti bashrmak için zalimce önlemler alarak Çin'i birleştirdi. Kon­ füçyüsçülüğü yasakladı, bu dine mensup 460 kişiyi diri diri gömdürdü ve bütün kitapları (hp, çiftçilik ve kehanetle ilgili olanlar hariç) yaktırdı. Yahudiler kitaplarını yakmak isteyen insanlardan çok çek­ mişlerdir. En eski devirlerden bu yana Yahudiler okuryazar­ lığa çok değer vermiştir. Okuı;rıa yazma kutsal yazılarda, ("Çocuklarınıza öğreteceksiniz ... " Yasanın Tekrarı 1 1 :19) esas yükümlülük olarak nasihat edildi ve dini bir gereklilik olma­ sı dışında, entelektüel olarak özgürleştirici ve demokratikleş­ tirici bir etki olarak da görüldü. Bütün Yahudi erkeklerinin kendileri için bir Tevrat tomarı yazmaları beklenir. Aslında Tevrat'ı yorumlamak onu bire bir kopyalamaktan daha onurlu bir alışkanlık olarak görülür. Neticede deneyimli bir yazmanın dahi, Tevrat'ın tek bir kopyasını çıkarması bir yıl sürer. Böyle bir beklentinin olması okuryazarlığa çok önem verildiğini gösterir. Öğrenmeye böylesine önem verilmesi baskıcı yönetimleri tehdit eden eşitlik tutkusuna yol açar. ôy185
Baş Belası icatlar le ki MÔ 168'de Selevkos imparatoru IV. Antiochus bütün İb­ ranice kitapların parçalanmasını ve Kudüs'te yakılmasını emredince Makkabi isyanına neden oldu. insan lçgüdüsü7 adlı kitabımda bahsettiğim gibi, Hadrianus yönetimi alhndaki Romalılar Haham Chaninah ben Teradyon'u vücuduna Tev­ rat toman sararak yakb. İlk Hıristiyanlar da benzer zulümlere maruz kaldılar; bu nedenle daha sonralan ortaçağda Torquemada gibi Hıristi­ yanlann Yahudi kitaplarını yok etmiş olması utanılacak bir durumdur. Dördüncü yüzyılın hemen başında, İmparator Diocletianus Roma lmparatorluğu'nun tümünde Hıristiyan­ lığı ortadan kaldırmak istediğinden bütün Hıristiyan kitapla­ rını yakbrdı. Ne tuhaftır ki, sadece yirmi yıl sonra, 325' deki Nicaea (İznik) Konseyi'nin ardından, Hıristiyanlar, Baba Tann'nın İsa' dan önce var olduğunu öne süren Arius'la ala­ kalı bütün kitapları yok ettiler. Belki de en büyük ve yeri doldurulması mümkün olmayan eser kayıpları İskenderiye' deki kitapların ardı ardına yakıl­ masıyla vuku buldu. Bu büyük kütüphane klasik yazının ana deposu ve etkin bir üniversite kampüsüydü. Oradaki kitaplar günümüze kadar gelseydi şu anda elimizde paha biçilmez bir akademik değer olacakb çünkü içlerinde çok fazla kadim bil­ gi mevcuttu. Bu kitaplar yok edildiği için, klasik edebiyata özellikle Yunan edebiyahna dair sınırlı bilgimiz var. Bu kü­ tüphanenin yürüyüş yolu, okuma odalan, ders ve seminer odalan ve yemekhanesi vardı. Yaklaşık olarak 100 bilgin ora­ da hem çalışıp hem yaşıyordu ve hatta bazıları ders verme, tercüme ve kopyaiama çalışmaları için ücret alıyordu. Kitap­ lar genelde papirüs tomarlarına yazılmış ve raflara sıkışbnl­ mışb ve bir grup yazmanın görevi de kitapları sınıflandır­ makb. Burası dünyanın ilk araştırma enstitülerinden biriydi, 186
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler fizik. astronomi, matematik ve felsefe hakkınd a referans ki­ tapları vardı. Raflardan birinin yukarısındaki duvarda "ru­ hun tedavi yeri" yazılıydı.8 İskenderiye' deki ana kütüphane Ptolemy yönetimi tarafından finanse ediliyor ve dünyadaki bilgiler burada toplanıyordu. Akdeniz' in ucunda büyük bir li­ manda bulunduğundan, Doğu ve Bab' dan gelen birçok kita­ ba kolayca erişebilecek bir yerdeydi. Buradaki kütüphanecile­ rin depolarında arşivlemek amaayla, gemilerden indirilen ki­ taplara el koymak için inandına nedenler bulduk.lan söylenir. Kütüphanenin peş peşe çıkarılan yangınlarla neden yok edildiği tam olarak belli değildir. Bir olasılık kundakçılıktır; kütüphaneye yapılan ilk saldın MÔ 48' de Jül Sezar ile XIII . Ptolemy arasındaki savaş sırasında gerçekleşmiştir ve Pto­ lemy ailesinin kütüphaneyi büyütmek için epeyce elyazması­ na el koyduğu göz önüne alınacak olursa, saldırının önceden planlanmış olması olasıdır. Romalı yazar Seneca, ister kazara ister kasıtlı olsun, Mısır tahtını ele geçirmek için yapılan sa­ vaş sırasında orada 40.000 kitabın yakıldığını bildirir. Bu fe­ laket bu kütüphanelerin en büyüğüne 350 yıl boyunca yapı­ lan birçok saldırının ilkidir, ta ki burası tümüyle yok olana kadar. İskenderiye karlunsuz bir yer haline geldi. Son kor­ kunç olay Hypatia'run öldürülmesiydi. Hypatia tarihte bilim­ sel deneyler yaphğı için öldürülen ilk kadın olarak yer alır. Filozof Theon'un kızı olan Hypatia olağanüstü zekiydi; astro­ nomi ve matematik dersi veriyor, babası gibi seçkin bir mate­ matikçi olarak kabul ediliyor, aynca astronomik gözlemler yapıyordu. Sıvıların yoğunluğunu ölçmekte kullanılan hid­ rometreyi icat etmiş olduğu söylenir. Hıristiyan tarihçi Sene­ ca Scholasticus onunla ilgili şöyle der: "Zihin terbiyesi sonu­ cu edindiği ılımlı ve rahat tavırları dolayısıyla, sık sık alenen hakimlerin huzurunda görülürdü. Bir erkek meclisine gir- 187
Baş Belası icatlar mekten dolayı mahcup olmazdı. Çünkü bütün erkekler fev­ kalade vakar ve fazileti dolayısıyla ona ziyadesiyle hayranlık duyardı." Ne yazık ki "bütün erkekler" ibaresi biraz abartı­ lıydı. Cesareti ve çok cüretkar davranışları (Heyecanlı bir ta­ libini caydırmak amacıyla, cinsel arzunun güzel bir şey olma­ dığını göstermek için adet kanma bulanmış bezlerini göster­ diği söylenir) Hıristiyanları çok öfkelendirdi. En sonunda ke­ şişler onu sokaktan kaçırıp kiremitlerle dövdü, dilini kesip gözlerini oydu. Öldükten sonra cesedini bir tepeye sürükle­ yip, parçalara ayırarak yakhlar. Eserlerinin çoğu da yok edil­ di. Charles William Mitchell'in 1885'de yaptığı şaşırha dere­ cede seksi bir tablosu, Tyne Nehri yukarısındaki Newcast­ le' daki Laing Galerisi'nde asılıdır. Bütün Yahudi filozoflar arasında en büyüklerden biri 1204'te ölen haham, öğretmen ve doktor Moses Maimoni­ des'ti. İncil, Yahudi aşai rabbani ve Talmud hakkında kusur­ suz belgeler yayımlayan üretken bir yazardı. Çoğu kez İbra­ niceden ziyade bilginliğin ana dili olan Arapça yazdı. En tar­ tışmalı kitaplarından biri Moreh Nebuchim yani Aklı Karışmış­ ların Rehberi idi. Bu kitap oldukça ağırdır ve zaman zaman neredeyse şifreli bir dilde yazılmış gibidir; eser geleneksel Yahudi düşüncesinin bir eleştirisi olduğu için, yazar tehlike­ li bir düşünür olarak görülme korkusuyla böyle yapmış ola­ bilir. Kitapta Maimonides bilimsel yöntemin değerini vurgu­ lar ve doktor olarak, deneyle doğrulanmış her şeye Yahudi yasalarının izin verdiğini dile getirir. 1233'te haham meslek­ taşlarının bu kitabı, dine karşı geldiği gerekçesiyle Montpel­ lier'de halkın gözü önünde yakmış olması sarsıa bir olaydır. Yazın tarihi böyle olaylarla doludur. Üçüncü halife Os­ man Kuran'm doğruluğu tarhşmalı olan nüshalarının yok edilmesini emretti. Abelard Soissons' da kendi kitaplarını 188
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler yakmak zorunda kaldı. On üçüncü yüzyılda Languedoc'ta Albigens Haçlı Seferi sırasında Katarların bütün metinleri yok edildi. John Wycliffe'in kitapları Prag' da Prag piskoposu tarafından yakıldı. 1497' de Savonarola Boccaccio'nun Deca­ meron'unu yaktı. 1526'da Londra piskoposu Cuthbert Tuns­ tall Yeni Ahit'in Tyndale versiyonunu yaktırdı ve 1640 ve 1650'lerde İngiltere İç Savaşı sırasında ve sonrasında parla­ menter güçler tarafından sayısız kitap yakıldı. Ptolemy' den yaptığı Geographia tercümesi dine karşı gelmek olarak görül­ düğü için, Kalvinist Cenevre şehrinde yakılan Servetus, Ha­ ham Chaninah ben Teradyon'un kaderini hatırlatır: "Beline kalın bir demet el yazması ve kalın bir kitap bağlanmıştı." Ki­ tap yok etmenin öğretici olmayan tarihi daha yakın zaman­ larda da devam eder: Rusya' daki Çar yönetimi, Birinci Dün­ ya Savaşı'nda Leuven'i işgal eden Almanlar, Stalin rejimi, Naziler, İran devleti, Senatör McCarthy, ABD Yiyecek ve llaç İdaresi, Şeytan Ayetleri'ne karşı çıkan Müslüman muhalifler, Kuzey Amerika' daki köktenci Hıristiyanlar, Azerbaycan' da­ ki Gürcü birlikleri, Falong Gong'u uygulayan Çin devleti, Birleşik Devletler'de Harry Potter'i protesto eden kiliseler... Hepsi de basılı sözleri yok etmeye çalışmıştır. Özellikle üzücü olan ve halen hafızalarda yaşayan ise, Yu­ goslavya 1990'ların başlarında yapılan savaşlarda bölündü­ ğünde Sırpların gösterdiği nefretti. Tito'nun demir yumruğu altında farklı kültürler makul bir uyum içinde bir arada yaşa­ mayı öğrenmişlerdi. Ancak Tito'nun ölümünden sonra, dev­ letler konfederasyonu çökmeye başladı ve etnik çatışma su yüzüne çıktı; ilk olarak Sırplar ve Hırvatlar, sonra da Sırplar­ la Bosnalılar arasında. 4.000 yıl önce Sümer medeniyetinde yaşananlar tekrarlandı, Sırplar kültürel bir yok etme seferber­ liğine girişti.9 Hırvatistan'da Vinkovci ve Pakrac'taki kütüp­ haneler 10().()()()'e yakın ve Osijek Üniversitesi aşağı yukarı 189
Baş Belası icatlar 30.000 kitap kaybetti. Vukovar 500 yıllık bütün nadide elyaz­ malannı kaybetti ve halk kütüphanesindeki 76.000 kitap yok edildi. Kasti, aamasız yıkım aynı şehirdeki Tarih Kütüphane­ si ve Fransisken manashnndaki kütüphanede de devam etti. Dehşet dizisi burada sona ermiyor. Dalmaçya' da tahmini 200.000 kitap talan edildi ve Kiril alfabesiyle yazılmamış bü­ tün kitaplar, birçok eski elyazmasıyla birlikte yakıldı. Zadar kütüphanelerin kasıtlı olarak bombalanmasıyla 60.000 kitap kaybetti ve Dubrovnik de birçok kitabın yanı sıra 200.000 bi­ limsel kitabı kaybetti. Bosna'nın başkenti Saraybosna' daki yı­ kım çok daha feciydi, bir şehir ki tarihte fevkalade kütüpha­ neleriyle zengindi. Büyük olasılık.la 250.000 kitap, elyazması ve süreli yayın yakıldı; Sırplar yangın mermileriyle kasten kütüphaneleri hedef alıp, yanındaki diğer binalara dokun­ madılar. Tabii ki özellikle Müslümanlar çok zarar gördüler. Bir Yahudi olarak, daha geçen yıl Mayıs 2008'de İsrail'de­ ki Or Yehuda şehrinde bir avuç "Ortodoks" Yahudi öğrenci­ nin, yüzlerce Yeni Ahit'i yakmasını kayda düşmek zorunda olduğum için özellikle utanıyorum. Ancak İsrail yasalarına göre herhangi bir dini metnin yok edilmesinin aslında yasak olduğunu söyleyebilirim. İnsan bu korkunç olayın önlenme­ si için yetkililer daha fazla bir şeyler yapabilir miydi diye me­ rak ediyor doğrusu. Bu kitap yakma olaylarının hepsi olmasa da çoğu dini inançlarla körükleniyor. "Kutsal emir" veya "ilahi yazılar" kavramı dünya dinlerine yayılıyor. Ortodoks Yahudiler Mu­ sa Peygamber'in beş kitabı Tevrat'ı Tann'nın bizzat yazdığı­ na ve on emrin tabletlere ilahi parmakla kazındığına inanır­ lar. Bu nedenle Sina Dağı'ndan inen Musa Peygamber' in, İs­ rail Oğullarını Alhn Buzağı putu etrafında dans ederken gör­ düğünde, üstünde kutsal yazı olan ilk tabletleri kırması özel­ likle sarsıa görünüyor. 190
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler Tevrat'ın kopyasını çıkarmak öylesine kutsal bir iştir ki bir yazman senelerce bunun eğitimini almalı ve yazarken azami özen göstermelidir. Hafız�sından yararlanması yasaktır, ku­ rallarla belirlenmiş süsleri kopya etmelidir. Harf ve sütun aralıkları geleneklere göre düzenlenmiştir. Özel olarak hazır­ lanmış parşömen üzerine, kalıcı mürekkebe batırılmış tüy ka­ lemle asıl yazma edimine geçmeden önce yazman, saf olma­ lıdır. Çoğu yazman çalışmaya başlamadan önce geleneksel mikveh banyosunu yapar. Eğer parşömenin üzerindeki yazı tamamlandıktan sonra bir harfin okunaksız olduğu görülür­ se, sekiz yaşındaki bir çocuktan söz konusu kelimeyi okuma­ sı istenir: Yahudilerin küçük yaşta okuma yazma öğrenmeye verdikleri önemin bir kanıtıdır bu. Bu test parşömenin kulla­ nıma uygun olup olmadığını belirleyecektir. Eğer tomarın hasarının giderilmesi mümkün değilse, kutsal toprağa gö­ mülmelidir. Her harf kutsaldır: Chaninah ben Teradyon par­ şömenle birlikte yakıldığında, Talmud'da harflerin cennete uçtuğu yazılıdır. Müslümanlar da Kuran'ı çok benzer bir şekilde görür. Ku­ ran vahiy yoluyla indirilmiştir, bu yüzden hiçbir şekilde de­ ğiştirilemez. Yazıldığı dil olan Arapça kutsal dilin en saf for­ mu olarak görülür. Kuran kitaplarının çok büyük saygıyla ele alınmasına dair katı kurallar vardır. Kuran yere bırakılamaz veya tozla temas edemez; üstüne başka bir kitap konamaz. Sonuç olarak Kuran genelde güvenlik ve temizlik amaçlı ola­ rak üst rafta tutulur. Okunması sırasında okuyucunun ne za­ man ve nerede nefes alabileceğine, hangi hecelere vurgu ya­ pabileceğine, okuyucunun nerede durabileceğine ve bir ce­ maat mensubunun ne zaman secdeye varabileceğine dair ku­ rallar vardır. Kuran okunurken insanlar konuşmamalı, ye­ mek yememeli, sigara içmemeli ve dikkat dağıtıcı sesler çı­ karmamalıdır. 191
Baş Belası icatlar ECİTİMİN SAKINCALARI Bazı tarihçiler 1874'de Berne Anlaşması'yla oluşturulan Uni­ versal Postal Union'ı, Gutenberg ve Luther'le başlayan akı­ mın zirvesi olarak görme eğilimindedirler. Anlaşma etkiliydi; sabit fiyatlı posta hizmetinin oluşumunu sağlamış, Sibir­ ya' dan İspanya'ya milyonlarca vatandaşı yazılı sözlerle bir­ leştirmişti. Bunun elektrikli telgraf ve buhar gücüyle çalışan döner baskı makinesiyle aynı çağda gerçekleşmesi tesadüf değildir, bu buluşların ikisi de kitap ve gazetelerle sağlanan yazılı iletişimin hız ve miktarında devrim yaratmıştır. Ayru zamanda, Avrupa devletleri büyük oranda ilkokul seviyesin­ deki eğitim vasıtasıyla, vatandaşlarının okuryazar olmasına önayak oldu. Ancak birçok devlet cesur kanunlar çıkarmasına rağmen, bunlar ille de hemen eyleme dönüşmedi. İspanya hükümeti 1897' de bir değerlendirme yaptığında, okul çağındaki aşağı yukarı 2,5 milyon çocuğun okula gitmediğini keşfetti ve bu rakam 1930' da bile 1,5 milyondu. İngiliz hükümeti 1823' de devlet okullarına mali destek sağlamaya ve eğitimin kalitesi­ ni de 1846' da denetlemeye başladı. Yirmi dört yıl sonra ilköğ­ retim hakkını herkese açık yaptı, 1880' de ilköğretimi zorunlu kıldı ve 1 886' da da serbest olduğunu ilan etti. Fransa ve Bel­ çika gibi ülkeler eğitime az yatının yapblar, eğitime kıyasla yasa ve düzene beş ila on bir kat fazla harcama yapblar. Devletler nihayet kitleleri okuryazar yapma amacının ar­ kasına birleşik güçlerini koyduklarında, halkın gönlünü ka­ zanmak için uğraşmaları gerekti. 1870'lerdeki araştırmalar çocukların ev işlerine yardıma olmaları istendiği için okuma yazma öğrenmediklerini gösterdi. 1874'de Bologna'da müfet­ tişler moral bozucu haberler verdiler; birçok öğrenci okula gi­ demiyordu çünkü uygun ayakkabıları yoktu veya en yakın okul evlerinden çok uzaktı. Devletin belirlediği müfredat ge192
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler nelde "yararsız" bilgilerle doluydu ki bu da birçok anne ba­ bayı kızdırıyordu. Yılın en yoğun zamanında çocuk işgücü­ nün kaybına gösterilen tepki nedeniyle devletler zirai takvi­ me uyacak şekilde okul zamanını değiştirmek zorunda kaldı­ lar, halen yararlandığımız uzun yaz tatilini verdiler. İnsanla­ n okuma yazmanın yararlarına inandırabilmek için müfredat kolaylaşhnldı ve okuma yazma öğretme yöntemi, öğrencile­ rin birbiriyle bağlanhsız heceler yerine, ilk baştan kelimeleri öğrenebileceği şekilde değiştirildi. Okuryazarlığın yararlan sürekli olarak vurgulandı. Ay­ dınlanma filozo�an ve tarihçileri kitap okumayı, yalnızca de­ mokrasi ve sosyal gelişme için değil, servet için de bir sıçra­ ma tahtası olarak betimledi. Aslında halkın eğitim fikrini ya­ vaş benimsemesi eğitimin zaten varlıklı olan insanların key­ fini sürdüğü bir lüks olarak görüldüğü izlenimini uyandırı­ yor. Şehirlerdeki okuryazar insan sayısı gitgide arhyor olabi­ lirdi, ancak çok azının, hatta yirminci yüzyıla kadar bile, işle­ rini yapmaları için okuryazar olmaları gerekiyordu; tabii eğer basım, yayıncılık ve mesaj taşıma işlerinin içinde değil­ lerse. Üstelik şehre gelmelerinin nedeni, ufuklannın kitaplar sayesinde genişlemiş olması veya başka insanların şehir ni­ metleri hakkında yazmış olması değil, işe ihtiyaçları olmasıy­ dı. Okuryazarlıklarırun onlara bu araşhrmada birkaç yaran oldu. Değerli bir bilgi kaynağı olan kilise kayıtlan gösteriyor ki on dokuzuncu yüzyılın sonunda birçok okuryaz�r adam babasıyla aynı işi yapıyordu. Britanya' da 1869 ve 1875 arasın­ da kilise müdavimlerinin alhda biri aslında okuma yazma bilmeyen babalarından daha az ücret alıyorlardı. Ne var ki okuryazarlık ve yayıncılık statükoyu altüst etti ve Protestan devriminin kitap ve kitapçıklarla kamçılanması­ nın ardından, Katolik saltanatından yeni kurtulmuş Avrupa devletlerinin dini otoriteleri de kendi geleneksel değerleri ne193
Baş Belası icatlar deniyle muhalefet üzerinde hemen sert önlemler aldılar. Ce­ nevre' de bütün elyazmalannın onay için bir komiteye sunul­ ması gerekiyordu. Matbaaalar daha kışkırtıa eserler yapabil­ mek için dini metinlerin yazı karakterlerini mahsus kopyala­ dılar, böylece sansürcülerin tetkiklerinden kaçmayı umuyor­ lardı. Otoritelere saldırılar genelde takma ad altında yapılı­ yordu ve o sıralar uydurma bir şehir olan "Freetown" da veya Vatikan'da dahi bulunduğu iddia edilen, tespit edilmesi zor gruplarca yayımlanıyordu. Tartışmalı materyal zaman zaman iskambil destesi şeklinde de yayınlanırdı. Okuma, yazma ve başkaldırı arasındaki bu ilişki on doku­ zuncu yüzyılın ikinci yansında zirve yaptı; iletişim ve basım tekniklerindeki gelişmeler gazete endüstrisini besleyip, ilk "medya kodamanlarını", sadece bilgi satışıyla zengin olan in­ sanları yarattı. Aynı anda, o dönemde zenginliğin artmasıyla muhalefet de arttı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yansında, anarşist gruplar Fransız aktivist Pierre Brousse'un verdiği isimle "kahramanlık propagandasına" kapıldı. İspanya baş­ bakanı, Avusturya imparatoriçesi ve İtalya kralı, Avrupalıla­ ra güçlü bir mesaj vermeye çalışan anarşistler tarafından öl­ dürüldü. Gelişigüzel şiddet eylemleri, örneğin, 1892' de Pa­ ris'te Gare St. Lazare'da ve 1893'te Barselona'daki Teatro Li­ ceo'da patlayan bombalar bir panik iklimi yaratmak için ta­ sarlanmıştı. Ancak tüm bu olaylardaki toplam can kaybı sadece yirmi altıydı. Şiddet içeren daha fazla olay olmasına rağmen, can kaybı artmadı. Conrad' ın gizli ajanı gibi bombaa ve suikast­ çıların amacaı, attıkları bombanın etkilediği insanların sayı­ sından çok daha fazla insanın bu olaylan bilmesini, tartışma­ sını ve endişelenmesini sağlamaktı. Şiddet içeren mesajlarını gazetelerin bildirmesini istiyorlardı. Aynı şey, bir yüzyılı bi­ raz aşkın bir süre sonra, teröristler Dünya Ticaret Merke194
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler zi'nin ikiz kulelerine jet uçaklarını yönelttiklerinde de söz ko­ nusuydu. Bu olayda çok sayıda can kaybı oldu, ama asıl etki yazılı sözlerden direkt evrilmiş teknolojiler olan uydu ve in­ temetle dünya çapında hızla yayıldı. Eğer günümüzde daha korku dolu, daha az hoşgörülü, özgürlüklerin kısıtlandığı bir dünyada yaşıyorsak, yazıyı icat etmemizin bu durumda açık­ ça payı vardır. GÜNLÜK HABER: fOLİTİKA VE UYGULAMALI FAHİŞELİK Gazete olarak kabul edebileceğimiz ilk yayınlar, Venedik'te yaklaşık 1560' da yayımlanan elle yazılmış haber yapraklarıy­ dı. Nedense bu romanti � ama gizemli, ışık ve karanlıkla dop­ dolu, entrika ve dedikodu merkezi şehrin, modem gazetecili­ ğin doğduğu yer olması uygun görünüyor. Haber bültenleri ta Roma dönemlerine dek gitse de, genelde gazetti veya avisi denilen Venedik bültenleri gerçek anlamıyla gazeteydi. Daha önceki yayınların aksine, düzenli bir takvime göre aynı isim alhnda yapılırlar, nüshaları gazeteciler yazardı. Çoğu kez ül­ kenin diğer bölgelerindeki savaşların ve politik olayların, ba­ zen de ticari meselelerin haberlerini verirlerdi. Matbaaalığın yayılmasıyla birlikte, gazeteler Avrupa'nın birçok bölgesinde popüler oldu; özellik.le Basel, Frankfurt, Amsterdam ve Viya­ na' da. İngiltere' de basılı ilk gazete 1621'de yayımlandı ve ilk düzenli süreli yayınımız Weekly News 1622'den 1641'e kadar sürekli yayınlandı. İngiliz gazete yaymaları kıta Avrupa'sın­ dakilere göre daha yenilikçiydi, başlıklarıyla okuyucuyu çe­ kiyor ve bazen de gazetelerini gravürlerle süslüyorlardı. En önemlisi reklam basarak gelirlerini artırıyorlardı ve patronlar da genelde kadın gazetecileri zaman zaman işe alacak kadar özgür düşünceliydiler. İngiliz gazeteleri kız ve erkek çocuk195
Baş Belası icatlar lara sokaklarda gazetelerini satmaları karşılığında para vere­ rek dağılımı desteklemede de öncü olmuştur. Basının hükümetin istikrarını bozabileceği, dolayısıyla sansürü n olağan olduğuna dair, en azından yönetici elit ara­ sında, y.ı vgın bir kanı vardı. Birçok Avrupa ülkesi bir ruhsat sistemi kullanarak haber yayınını düzenliyordu. Haber bas­ mak isteyen bir matbaaa devletten ruhsat almalıydı ve eğer bir basımevi huzur bozucu kabul edilen bir haber yayınlarsa kapahlabilirdi. İngiltere İç Savaşı sırasında kraliyet ve parla­ mento orduları ülkede kol gezerken, halk haberleri çok me­ rak ediyordu ve böylece gazeteler gitgide önemli hale geldi. Birtakım insanlar, bunların arasında öne çıkan şair John Mil­ ton özgür basını desteklemek için etkili ve güzel yazılar yaz­ dı. Gazete basımına parlamenterler hoşgörüyle bakıyordu ve 1649' dan sonra savaş kazanıldığında, iç politikanın ele alın­ ması, Parlamentocular'ı desteklemesi şartıyla, tümüyle ya­ saklanmamıştı. Gelgelelim cumhuriyet kurulduğunda, baş yönetici Oliver Cromwell iktidarının baltalanmamasını ga­ rantilemeye kararlıydı ve genelde basına engel oldu, sadece birkaç tane ruhsatlı gazetenin basılmasına izin verdi. Monar­ şinin yeniden kurulmasından sonra dahi, basının hükümeti açıktan açığa eleştirmesine müsaade edilmiyordu. On seki­ zinci yüzyıl başlarında parlamento görüşmeleri gizli olarak kabul ediliyor ve görüşmelerin haberini yapmak genelde İç Tüzük tarafından yasaklanıyordu. 10 Görüşmelere dair bazı sı­ nırlı haberler ara sıra yayınlanıyordu ama yalnızca parlamen­ to tatili sırasında; parlamento tutanaklarını yayınlama yasa­ ğındaki bazı boşluklardan yararlanan bu haberler görünüşe göre yetkililer tarafından görmezden geliniyordu. Ancak 1738'de bu yasal boşluk Avam Kamarası'nın aldığı bir karar­ la kapahldı ve parlamento gazeteciliğine son verildi. 1747'de Lordlar Kamarası İskoçya' daki Jacobite davasına ikiyüzlü bir 196
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler destek vermiş olan Lord Lovat'ın ihanet davasına ilişkin izin­ siz yayınlanan haberler üzerine harekete geçti.11 İki yayıncı tutuklandı ve Lordlar Kamarası'na karşı işledikleri suçun tekrarlanmaması koşuluyla serbest bırakıldılar. Şubat 1760'da Avam Kamarası'nın sözcüsü dört gazetenin, "Bu Meclisin Tutanakları, Yasaya itaatsizlik ve bu Meclisin İmti­ yazlarını İhlal haberleri" yaphğından şikayet etti. Yayıncılar Meclis mahkemesine davet edildiler. İmtiyaz ihlali en hafif deyimle oldukça hafif görünüyor; Landon Chronicle'in yazı­ sında sadece sözcünün meclis adına Amiral Hawke' a, deniz kuvvetlerindeki hizmetlerinden ötürü resmi bir teşekkür ko­ nuşması yaptığından ve Hawke'ın yanıtından bahsediliyor­ du. Yayıncılar mahkemeye çıktı, suçlarını itiraf edip suçlu bulundular; sözcüden sadece kınama cezası aldıkları için şanslıydılar. 12 En sonunda yayıncıları, parlamento tutanaklarının haber yapılmasına ambargo uygulanmasına karşı çıkmaya iten ne­ den ise gazeteler arasındaki ticari rekabet oldu. Bütün bunlar bize şu anda çok garip geliyor, çünkü günü­ müzde çoğu gazete okuyucusu parlamento tutanaklarımızı o kadar sıkıcı bulur ki böyle bir şey çoğunlukla ciddiyetten uzak, sulu veya hatalı (bazen iicü birden) şekilde haber yapı­ lır. Londra daima İngiliz gazete yayıncılığının merkeziydi. 1782 itibariyle, 18 gazete başkentte ve 61 gazete de İngiliz adalarında yayınlanıyordu. Daha sonraki büyüme ise olağan üstüydü. 1 809 itibariyle 217 İngiliz gazetesi vardı, yaklaşık 63'ü Londra'da yayınlanıyordu ve 1840'a gelindiğinde, dam­ ga vergisi dönüşlerine göre, ulusal 493 gazetenin en az 109'u Londra' da yayınlanıyordu. 13 Gazete tirajı da aynı derecede et­ kileyiciydi. 1 840'da 4 milyondan fazla gazete Yorkshire böl­ gesinde ve 3 milyondan fazla da Lancashire' de okunuyordu. 197
Baş Belası icatlar Edinburgh' da 1,7 milyon gazete satılıyordu ve belki de en dikkate değer olanı, şehrin büyüklüğünü göz önüne alacak olursak 380.000 nüfuslu Dublin'de 3 milyondan fazla satılma­ sıydı. Basılı haber giderek etkili bir araç haline geliyordu, salt Britanya' da değil bütün dünyada. O zaman itibariyle en bü­ yük gazete endüstrisi Birleşik Devletler'deydi. İlk gazetenin basıldığı eyalet muhtemelen 1704'de Massachusetts'ti; 1840 itibariyle ülkede her yıl tahmini 100 milyon gazete basılıyor­ du. Bir gazete patronu başka iş dallarındaki patronlardan farklı bir konuma sahiptir, insanların zihinleri üzerinde bariz bir gücü vardır. Vavilov'un öyküsü bizim standartlarımıza göre aşın görünebilir, ama insanların düşüncelerini yönlen­ dirmeye çalışan sadece Stalinci totaliter rejimler değildir. Öz­ gür ülkeler özgür basına sahip olmakla iftihar ettikleri için, bir demokrasideki bir gazete patronu insanların sadece ne düşünmeleri gerektiğini değil ne hakkında düşünmeleri ge­ rektiğine de karar verebileceğini farz eder. Ve ülke liberalleş­ tikçe vatandaşların zihinleri üzerindeki bu gücü kontrol et­ mek zorlaşır. Bunun ilk örneklerinden birisi, gazete imparatorluğunu, o günün politik kararlarını kontrol etmede ve hatta nispeten is­ tikrarlı bir hükümeti düşürmede kullanan Alfred Harm­ sworth vakasıydı. Harmsworth okulda pek öyle ahım şahım bir öğrenci sayılmazdı, gelecek vaat eden tek hüneri okul der­ gisini yayına hazırlamaktı. Okulu bıraktı, üniversiteye gitme­ di, gazetecilikte çeşitli küçük işlere girişti, 1888' de kardeşi Harold'la birlikte, Answers to Correspondents adında popüler bir dergi çıkarmaya başladı. Editörler gönderilen her soruya postayla cevap verileceği ve ilgi çekici cevapların dergide ya­ yınlanacağı vaadinde bulundular. Dört yıl içinde haftada bir milyondan fazla satmaya başlamışlardı. Bunu Comic Cuts ve kadın dergisi Forget-Me-Nots izledi. Ancak Alfred'in asıl pat198
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler laması 1894'te neredeyse iflas etmiş olan Evening News'i çok ucuza almasıyla gerçekleşti; bu onun doğru dürüst ilk gaze­ tesiydi. "Bir Chelsea Cinayeti Daha" veya "Değirmen Taşıyla Öldürülmüş" gibi başlıklar alhnda dikkat çekici veya heye­ canlı öyküler sunuluyordu. Birkaç ay içinde satışlar 400.000'e ulaştı ve iki yıl sonra da bu rakam ikiye katlandı. Harmsworth'un bir sonraki zaferi, tanesi sadece yanm pe­ niye sahlan Daily Mail' di. Daily Mail ön sayfaya haber koyma­ yan sıkıa gazetelerden daha okunabilir, basit ve kısa bir şey­ ler isteyen yeni bir kitlenin ihtiyacını karşılayan Britanya' da­ ki ilk gazeteydi. Manşeti ilk kez o uyguladı, spor ve insan öy­ külerini özellikle öne çıkardı. Dönemin başbakanı Lord Salis­ bury Robert Cecil gazeteyi küçümseyerek, "ofis yazmanları için ofis yazmanlannca" yazıldığını söyledi. Bu sözler Harm­ sworth' a pek dokunmadı, o parsayı ve daha fazlasını topla­ mışh: Gazetesi 500.000 sahyor, nüfuzu anıyordu. Vatansever bir duruş aldı (muhtemelen buna samimiyetle inanıyordu), halka gazetenin, "İngiliz lmparatorluğu'nun güç, egemenlik ve büyüklüğünün" savunucusu olduğunu söyledi. Nihayet büyük boy gazete sayfasının boyutunu değiştirerek Britan­ ya'nın ilk tabloid gazetesini çıkardı. Bunu 1 903'te kadın oku­ yucuları hedefleyen Daily Mirror takip etti. İlk başta bu bü­ yük bir ticari haşan değildi çünkü evvela kadınlar erkeklerin satın alma gücüne sahip değildi. Ancak yönetici editörü ga­ zeteyi hem kadınlar hem de erkekler için resimli bir gazeteye dönüştürdüğünde sahşlar yedi kahna çıktı. Harmsworth daima yeni yöntemler anyordu. Şöhretli in­ sanların merak edildiğini biliyordu ve kraliyet ailesini anla­ tan öykülerin çok sathğıru anlayan ilk patron o oldu. Kendi­ sine yakışmayacağı gerekçesiyle şövalyeliği reddeden Harm­ sworth 1904'te baronet payesini kabul etti. Bir yıl sonra baron olarak Lordlar Kamarası'na girdi, en sonunda da Northcliffe 199
Baş Belası icatlar Vikontu oldu. Çiçeği bumunda asilzade nüfuzunu durmak­ sızın artırdı, Sunday Observer'ı ve nihayet en kıymetli gazete olan The Times'ı aldı. Harmsworth teknolojiyle yakından ilgileniyordu, mühen­ disliğe, otomobillere ve uçaklara çok meraklıydı. Otomobille­ re öylesine düşkündü ki bu yeni nakliye aracının kötü reklamı olmasın diye gazetelerinde trafik kazası haberlerinin yayın­ lanmasına izin vermiyordu. Uçak tarihinin ilk başlarında, ya­ bana hava taşıtlarının Britanya adasına tehdit teşkil ettiği ka­ naatine vardı ve daha 1909'da Londra'ya bomba atılması ola­ sılığına karşılık savunma yapılması için kampanya başlattı. Daha 1897' de Almanların niyetinden şüpheleniyordu, ama bu konuda dönemin hükümetinden destek alamadı. Alman­ ya' nın artan gücüyle ilgili endişelerini dobra dobra dile getir­ mesi ve 1900'de Mail'deki baş makalesinde, lngiltere'nin Al­ manya'yla gireceği savaşı kaybedeceğini söylemesi savaş çı­ ğırtkanlığı yapmakla suçlanmasına yol açtı. Savaş 1914'de pat­ lak verdiğinde, rakip gazetelerden biri olan Star, "Lord North­ cliffe'in, neredeyse Kayzer kadar, savaş çıkarmak için elinden gelen her şeyi yaptığını" yazdı. Harmsworth lngiltere'nin sa­ vaş konusundaki yetersizliğine dair kışkırtıa yazılar yazmaya devam etti ve Savaş Bakanı Lord Kitchener hakkında yıkıcı eleştiriler yazdı. Kitchener bir milli kahraman olduğu için, Mail' in satışları önemli ölçüde düştü ve Northcliffe birçok çev­ rede yerildi; Londra Borsası'nın 1.500 çalışanı gazeteleri her­ kesin önünde yakmak için el birliği ettiler. Haklı çıktığı Geli­ bolu Savaşı eleştirisinde de aynı ölçüde dobraydı: " Kırk bin asker ya öldü ya kayboldu ya da boğuldu; hazinenin üç yüz milyonu heba oldu." Britanya'nın asıl yapması gerekenin Fransa' daki savaşa odaklanmak olduğunu ileri sürdü. İki yıl savaştıktan sonra denizde ölen Kitchener' den sonra Harm­ sworth, Başbakan Herbert Asquith'i devirmeye yoğunlaştı. 200
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler Asquith büyük ölçüde bu medya baskısı sonucu Aralık 1916'da istifa edince, halefi Lloyd George Northcliffe'e hükü­ met çatısı içinde yer vermenin akıllıca olacağını düşündü ve ona kabine bakanlığı teklif etti. Northcliffe reddetti; nüfuzunu ve hükümeti eleştirme özgürlüğünü korumayı tercih etti. Lloyd George Northcliffe' den apaçık nefret ediyordu; par­ lamentodaki özel sekreterine yazdığı son derece gizli bir mektupta bu basın kodamanını, "ülkedeki en düzenbaz ve ahlaksız insanlardan biri" diye tanımlamıştı. 1918'de Daily Express'in sahibi başka bir nüfuzlu basın kodamanı olan Lord Beaverbrook Northcliffe'e yaltaklanınca Northcliffe kabineye katılmayı kabul etti ve Propaganda Bakanı oldu. Northcliffe Alman yönetimini karalamada hünerini öyle bir sergiledi ki Alman gemileri mevzilenerek Thanet Adası'ndaki evini bom­ baladılar. Ne yazık ki bu saldırıda Northcliffe'in bahçıvanı­ nın karısı ve kızı öldü. Savaş kazanıldığında dahi Northcliffe Lloyd George'u desteklemeyi reddetti ve 1922'deki ölümüne dek politikacılar üzerindeki hatırı sayılır kudretini kullanma­ ya devam etti. 1 923'te başbakan olan Stanley Baldwin gazete patronlarını, "fahişelerin çağlar boyunca sefasını sürdüğü ay­ rıcalığa sahip olmakla, sorumluluk sahibi olmadan güç sahi­ bi olmakla" suçladığında aklından Northcliffe geçiyor olabi­ lirdi. . Yirmin yüzyılın başında Northcliffe, Beaverbrook ve Amerika' da Randolph William Hearst ve yakın zamanda Ro­ bert Maxwell, Rupert Murdoch, Silvio Berlusconi ve Conrad Black gibi basın baronları kendi toplumlarındaki politik are­ nada büyük nüfuz kullanmış olabilirler. Peki, totaliter bir re­ jimde basın ne kadar önemlidir? Ocak 1933'te Alman kabinesinde yalnızca üç Nazi vardı, buna rağmen Hitler üç ayda yasal yollarla ve Alman halkının desteğiyle politik gücünü pekiştirdi. Açıkçası insanlar bu aşa201
mada Nazilere karşı isyan bayrağını çekmekten ya çok kor­ kuyor ya da kendilerine sunulanların değerine inanıyor ola­ bilirlerdi. Nazi propagandasının, özellikle basın yoluyla önemli bir rol oynadığına hiç şüphe yok. Ancak Nasyonal Sosyalist rejimin gücünü pekiştirmesinde gazetelerin hangi noktaya kadar etkili olduğu hala tartışmaya açıktır. Naziler hakkında yazan tarihçi Sir lan Kershaw "rejimin en büyük önceliği düşünce yönetimine verdiğine" dikkat çe­ kiyor.14 Halk Aydınlanması ve Propaganda Bakanı Goeb­ bels'in (bu makam ona basın, yayın, radyo, sinema ve sanahn tam kontrolünü vermiştir) "Almanya' daki akıl ve ruhun ha­ rekete geçirilmesi" olarak tanımladığı hedefin başanlrnasıyla ilgili Naziler çok az pazar araştırması yaptılar ve propagan­ dalarının beklenen etkiyi verip vermediğini analiz edecek, Gestapo dışında bir organizasyon tarafından yürütülen pek az sayıda kamuoyu yoklaması gerçekleştirdiler. Bu amaçla Goebbels Hitler'in imajını Alrnanya'run kurtarıcısı bir Mesih gibi oluşturan "toplam propaganda" tekniğini kullandı. Top­ lam propaganda hükümetin, salt basını değil kültürü de kon­ trol etmesi anlamına geliyordu. Goebbels insanların çeşitlilik olmadan sürekli aynı mesajı almaktan usanacaklanru bilecek kadar zekiydi. Bu nedenle gazete haberlerinin kontrolünü us­ taca yapıyordu: Haber yapma şekli değiştirilmemişti, ama ar­ tık bütün gazeteler faşizmi destekliyordu. İster gazetecilik is­ ter edebiyat alanında olsun, herhangi bir yazılı eser üreten, dağıtan, yayınlayan, yayımlayan veya satan bir insan Goeb­ bels' in bakanlığının koyduğu tüm kurallara uymak zorun­ daydı. Kuşkusuz bütün Yahudi gazeteleri yasaklanmıştı. Ruhsat olmadan hiçbir yazar, yayıncı veya üretici iş alamı­ yordu. Bütün Nazi karşıtı yayınların bertaraf edilmesiyle bir­ likte, halk vatandaşların genel görüşünün Nazi yandaşlığı ol­ duğunu düşünmüş olmalıdır. Halkın çizgiyi aşmayı doğru 202
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler bulmaması ve uyum sağlamamaktan korkması Nazi Alman­ ' ya sında iktidarın pekişmesine katkıda bulundu. Kent Üniversitesi'nde Modern Tarih Profesörü olan David Wekh propagandanın, Nasyonal Sosyalistler muhalefettey­ ken destek sağlamalarında ve iktidara geçtiklerinde de gücü ellerinde tutmalarında önemli bir rol oynadığını kabul edi­ yor. Ancak aynı zamanda propagandanın tek başına, Nazi Partisi'ni ve ideolojisini on iki yıl boyunca iktidarda tutama­ yacağını da iddia ediyor.15 Şu anda, Nazi politikalarının ve propagandasının o zamanlar Alman halkının büyük bölümü­ nün özlemlerini yansıttığını gösteren hatırı sayılır miktarda kanıt var. Propaganda, diyor Welch, kamuoyunu dönüştür­ mek kadar doğrulamakla da alakalıdır ve etkili olması isteni­ yorsa, halihazırda kısmen dönüşmüş olanlara telkinde bu­ lunmalıdır. Yani eğer Profesör Welch'in analizi doğruysa, basına en çok kafayı takanlar politikaalardır. Gazetelerin en çok politi­ kaaların düşünce ve davranış şekillerini etkilemesi muhte­ meldir; oy verenler üzerindeki etkileri daha az olabilir. Ve ke­ sinlikle, en azından Britanya' da, halk üzerindeki etkilerinin şüpheli olduğuna dair bazı kanıtlar var.16 1992' de genel seçim kampanyasının son günlerinde, bek­ lentiler büyük ölçüde İşçi Partisi'nin kazanacağı yönündeydi. John Major'ın başbakanlığında Britanya ekonomik yönden gerilemişti ve neredeyse bütün uzmanlar aynı sonuca var­ mışlardı: Eğer İşçi Partisi tek başına kazanamazsa, en azın­ dan koalisyon hükümeti kurulacaktı. 1 Nisan' da, seçimden tam sekiz gün önce, kamuoyu yoklamaları İşçi Partisi'nin epeyce önde olduğunu gösteriyordu. Bu, seçim gününe ka­ dar biraz düşse de, Neil Kinnock'ın başkanlığındaki İşçi Par­ tisi kazanacağından emindi. Seçim günü sabahında Rupert Murdoch'ın Sun gazetesinde ön sayfada Neil Kinnock'ın, bir 203
Baş Belası icatlar ampul içindeki kafasının fotoğrafı yer aldı. Sayfanın neredey­ se geri kalanını kaplayan manşette şöyle yazıyordu: "Eğer Kinnock bugün kazanırsa, ülkeden son çıkacak olan kişi lüt­ fen ışıklan kapatsın." Üçüncü sayfada, normalde şehvetli şeyler için ayrılan yerin üzerinde ise başlık şu şekildeydi: "Kinnock başa gelirse üçüncü sayfa böyle olur!" ve kilolu bir kadının fotoğrafı basılmıştı. Seçimlere muazzam bir katılım oldu (%77) ve işçi Partisi oylarında küçük bir artış elde etti: bırakın kazanmayı koalisyon hükümeti kurmasına yetecek kadar bile değil. Ardından Sun'ın ünlü seçim sonuçlan anali­ zinin başlığı şöyleydi: "Kazanan Sun'ın zekası oldu." Rupert Murdoch' ın kampanyasının 1992 seçim sonuçları­ nı ciddi olarak etkilediği şüphelidir. Ancak hiç şüphe yok ki Sun' ın başlıkları, 1997 genel seçimleri için İşçi Partisi' nin kampanyası planlanırken İşçi Partisi'nin beyin takımını bü­ yük çapta etkiledi. İşçi Partisi oylarını artırmak amacıyla ba­ sına yaranmak için muazzam bir çaba gösterdi. Parti imajı hususunda çok endişeliydi, hatta 1994-1995'te ismini "Yeni İşçi Partisi" olarak değiştirecek kadar. Aynca parti mensup­ larının basınla konuşurken "parti hizasında" olmalarını sağ­ lamak için belli bir plana göre hareket edildi. Çekici bir yü­ zün basına sunumunu planlamasına yardımcı olması ve par­ tinin basında daha olumlu yer alması için, 1994'te Tony Blair Alastair Campbell' e basın ve iletişim işlerine bakmasını teklif 1 etti. Campbell, daha önceden Neil Kinnock' ın yakın bir danışmanıydı ve Robert Maxwell'le de birlikte çalışmıştı. Mir­ ror' da çalışmış, Today'in politika editörlüğünü yapmıştı. Mart 1997'de, iktidarındaki Muhafazakar Parti başkanı Başbakan John Major 1 Mayıs' ta genel seçim yapılacağını du­ yurdu. Basında olumlu bir şekilde yer almasın!n, kamuoyu yoklamalarındaki görünüşte umutsuz durumunu düzeltebi­ leceğini umuyordu. Ancak duyurudan hemen sonra Blair ve 204
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler Campbell'in S u n ın editör kadrosu üzerindeki özenli çalışma­ ' ları ve Rupert Murdoch'ın desteğini kazanmaya çalışmaları meyvesini verdi. Daha önceleri hep Muhafazakar Parti'nin gazetesi olduğu düşünülen Sun İşçi Partisi'ni desteklediğini duyurdu. Sun 'ın ilanı İşçi Partisi'nin elde ettiği birkaç basın deste­ ğinden yalnızca biriydi. çok desteklemişti, Star 1992'de Muhafazakar Parti'yi lndependent tarafsızdı. Artık ikisi de İşçi Partisi'ni desteklediklerini açıklamışlardı. 1997 seçimleri yak­ laşırken, Muhafazakarları destekleyenin iki katından fazla in­ sanın İşçi Partisi'ni destekleyen gazeteleri okuduğu hesap­ lanmışhr. Bütün bunların İşçi Partisi'nin muazzam zaferinin asıl nedeni olup olmadığı tartışmaya açıkhr. Ben muhteme­ len olmadığını düşünüyorum. Ancak Alastair Campbell'i ve haber yönlendirme uzmanlarını çok güçlü bir pozisyona ge­ tirmiş ve ileriki yıllarda İşçi Partisi hükümetinin, basınla olan iletişim yönetimi Downing Street' te olabilecek her yerde ba­ sın kadrosuyla sıkı sıkıya yürütülmüştü. Ben ne zaman ki suskunluğumu bozup Ocak 2000'de NHS'e çok az kaynak verildiğine dair yaygın kaygılar yüzünden basına röportaj verdim, Lordlar Kamarası'ndan zılgıh yiyince, kamçının yan­ lış tarafında yer aldığımı anladım. Alastair Campbell'in tele­ fonda bana çok kötü dayılanması genel tablo içinde önemsiz görünebilir, ama onun bu düşmanca davranışı politikaalan­ mızın ve yandaşlarının basının "doğru mesajı" almasını sağ­ lamak için neler yapabileceklerinin bir ipucuydu. Bizimkiler gibi liberal demokrasilerde nüfuzlu basın ko­ damanlarının insanlara ne düşüneceklerini dayatmada başa­ rılı olduk.lan ne kadar doğrudur? Halk gazeteleri okuduktan sonra politik meseleler hakkındaki fikirlerini değiştiriyor mu? Genel olarak konuşmak gerekirse, 1 997'ye kadar İrıgilte­ re'nin partizan basını birkaç istisna dışında her zaman Muha205
Baş Belası icatlar fazakar Parti'yi desteklemiştir ve İşçi Partisi genel seçimleri kazandığında, 1992 seçim felaketinden sonra İşçi Partisi li­ derlerinin elde ettiği popülist gazete desteği olmadan bunu başarmışhr. Gazeteler hiç şüphesiz halkın oy karan üzerinde biraz etkili ama muhtemelen politik liderlerimizin inandığın­ dan daha az. 1930'larda Almanya' da yaşananları anımsarsak şu unutulmarnaiıdır: İnsanlar mevcut görüşleriyle uyumlu olan bir gazeteyi okuma ve onaylama eğilimindedirler. Ancak politikaaların basının gücüne olan inana ve dola­ yısıyla medyayı manipüle etme teşebbüsleri demokrasimize büyük olasılıkla ağır hasar vermiştir. 1997 seçimlerinden tam alh yıl sonra, basını çok daha vahim tepkilerle manipüle etme teşebbüsleri yapıldı. Irak işgalinin nedenini çarpıtma teşeb­ büsleri, Irak'ın çok büyük miktarda kitle imha silahları oldu­ ğu gibi yanlış iddialar (sanki Britanya ve Amerika'nın yok­ muş gibi) ve Alastair Campbell'in BBC haberlerinin tamamen taraflı olduğuna dair şikayetleri derin bir iz bırakmışhr. İşga­ lin Irak halkı ve Ortadoğu politikaları üzerindeki etkisinin analizi bir tarafa bırakılacak olursa, bizzat Britanya içinde po­ litikacılara duyulan güven ve politikacıların ulusal çıkarlara yönelik olgun kararlar alabilme becerilerine duyulan inanç ciddi ölçüde zarar görmüştür. Ve BBC, kamu yayınında dün­ ya lideri ve önceleri gerçeklere dayanan, uluslararası haber yorumlarının incisi olan bu kuruluş, büyük oranda Alastair Campbell'in başını çektiği hükümet üyeleri tarafından hırpa­ lanmasının ardından gitgide daha çok savunmaa bir pozis­ yon alıyor gibidir. Bu olaydan sonra birçok insan BBC'nin, inişe geçerek Britanya'run kültürüne de ciddi bir zarar verdi­ ğini düşünüyor. Birkaç yıl önce Tony Blair'in hükümeti zamanında, o sıra­ lar yeni bakan olan bir tanıdığımla birlikte Londra King's Cross'tan yola çıkmıştım. Sabahın erken saatleriydi ve yolcu206
Dönüp Dolaşan Acayip Sözler luğun çoğunda bakan hanım Londra' da yayınlanan bütün gazetelerden ve birkaç tane de mahalli gazeteden çekilmiş haber fotokopilerini inceledi. Sık sık daha sonra incelemek için bir kalemle işaretliyordu. Ben bunu neden yaphğını so­ runca çok utandı. Bana bunun her gün yaphğı bir bakanlık işi olduğunu ve memurlarından birinin veya birkaçının gazete­ lerden bu parçalan keserek onun için hazırladığını söyledi. Anlaşılan bu her bakanlıkta neredeyse tamamen rutin bir iş­ ti. Bilhassa üzücü olan ise bakan arkadaşımın işaretlediği ve­ ya alhnı çizdiği birçok yorumun tamamen hava cıva olmasıy­ dı. Basını böylesine körü körüne takip etmek doğru yargıyı çarpıtabilir ve iyi bir yönetimin yozlaşmasına yol açabilir. Bunlar olurken, geleneksel gazeteler parlak günlerini geri­ de bırakmış gibi. Daha çok insan İnternet, uydu ve kablolu te­ levizyon haberlerine yöneldikçe, sahşlar hem Birleşik Devlet­ ler' de hem de Britanya'da düşüyor. Gitgide daha fazla sayı­ da insan, özellikle de gençler, görüntülü veya sesli intemet yayını ve blog gibi "resmi olmayan" elektronik kaynaklan kullanarak olaylardan haberdar oluyor. Belli başlı bütün ga­ zeteler İnternet sunucuları ağıyla olan irtibatlarını arhrmayı zorunlu görüyor. Tehlikeli olan yazma faaliyeti arhk elektro­ nik formunda daha mı beter oldu? 207

Alhncı Bölüm DİJİTAL İLETİŞİM Yazının tarihini on dokuzuncu yüzyılda yaşamış bir hüküm­ lü olan John Tawell değiştirmiştir; tabii daha sonralan bu kat­ kısından dolayı pişmanlık duymuş olması muhtemeldir. 1830'ların sonlarına dek yazılı bilgi okuyucuya elle iletilirdi, kitap veya dergi halinde satılır veya postayla gönderilirdi. İn­ sanlar yazılı bilgileri müsait olduklan zamanlarda okurlardı; eğer bu bilgiler acil bir durumla ilgiliyse, bu okuma eylemini hızlı bir şekilde gerçekleştirirlerdi. Tawell hayatı boyunca dö­ nem dönem dini tutkuları güçlenmiş genç bir adamdı. Suf­ folk' taki Quaker adındaki bir Hıristiyan mezhebine kabul edildikten sonra Londra' run doğu yakasına taşınıp bir ecza­ nede çalışmaya başladı ve bu sayede maalesef ileriki yıllarda amatör bir becerisinde yararlı olacak profesyonel deneyim kazandı. Galiba Tawell katıldığı mezhebin genel olarak amaçladığı yüksek ahlaki standartlara göre yaşamıyordu, çünkü yirmi iki yaşındayken Whitechapel'de bir hizmetçi kı­ zı baştan çıkardı. Bir aile geçindirme baskısı altında olan ve meteliksiz kalan Tawell 10 sterlinlik sahte para basmaktan hüküm giyip Avustralya'ya kürek mahkumu olarak gönde­ rildi. New South Wales'deki Sydney Akademisi'nde vardiya­ lı olarak yazmanlık yaptıktan sonra vali, iyi bir çalışan olma­ sı nedeniyle resmi bir afla Londra'ya dönmesine izin verdi. 209
Baş Belası icatlar Daha sonra Tawell evlendi ve 1838'de karısı öldü (kesin ne­ deni kaydedilmemiş). Üç yıl sonra, yine Quaker mezhebinin üyesi bir adamdan dul kalmış öğretmen Bayan Cutforth'la evlendi. Bu esnada Tawell, Sarah Lawrence adında, görünü­ şe göre evlenme vaadinde bulunduğu bir kadınla ateşli bir ilişki yaşıyordu. Muhtemelen ilişkileri ilk karısıyla evliyken başlamıştı. Tawell Salt Hill'de, Slough yakınında Sarah için bir ev açtı ve Sarah soyadım Hart olarak değiştirdi. Ocak 1845'te bir gün Sarah Hart evinde ölü bulundu; öl­ meden önce biraz siyah bira içmişti, biranın içinde bol mik­ tarda Scheele siyanür asidi vardı, ki sonradan tespit edildiği­ ne göre, Tawell düzenli ziyaretlerinin sonuncusundan önce iki şişe bu zehirden satın almıştı. Bir komşusu günün erken vakitlerinde "Quaker'lar gibi giyinmiş bir adamın" Salt Hill' deki evden çıktığını fark etmişti. Polis çağrıldı ve hemen bir dedektiflik çalışması yapıldıktan sonra, yeni inşa edilmiş Slough demiryolu istasyonuna gittiler; çünkü orada bu tanı­ ma uyan bir adamın birinci mevkiye bir bilet aldığı ve 19.42 Paddington trenine bindiği görülmüştü. İstasyon müdürü gayet heyecanlı bir şekilde, elemanlarının polise yardımcı olabileceğini söyledi ve kısa süre önce tesis edilen elektrikli telgrafı gururla devreye soktu. Ne yazık ki bu yeni alet İngi­ liz alfabesinin yalnızca yirmi harfini iletebiliyordu; gönderi­ lemeyen harfler arasında "J" ve "Q" da vardı. Böylece Slo­ ugh'taki telgraf memuru aşağıdaki mesajı yazdı: SALT HILL'DE BİR CİNAYET İŞLENDİ VE CİNAYET ZAN­ LISI 19.42 LONDRA TRENİNE BİRİNCİ MEVKİ BİLETİ ALIRKEN GÖRÜLDÜ. ÜZERİNDE BİR KWA. .. KER KIYA­ FETİ, NEREDEYSE AYAKLARINA KADAR SARKAN BÜ­ YÜK BİR PALTO VARMIŞ. İKİNCİ MEVKİ KOMPARTIMA­ NININ SON 210
Dijital İletişim Telgraf memurunun ilk birkaç teşebbüsü engellendi: "KWA. . " harflerine geldiği her seferinde Paddington' daki . memur bir mesaj gönderiyordu -"tekrarla"- ta ki Paddington ofisindeki genç bir adam, Slough'taki sinyalcinin mesajını ta­ mamlamasına izin verilmesini önerene kadar. Sonradan me­ sajın ucu ucuna yetiştiği ortaya çıkh. Tawell'in Paddington'da indiği tespit edilince bir dedektif bir kahve hanına kadar pe­ şinden gidip onu orada tutukladı. Cinayetten hüküm giyen Tawell Aylesbury' de halkın önünde asılarak idam edildi. O zamana kadar pek kullanılmayan bu yeni icadın etrafın­ da dönen dava öylesine şöhret oldu ki, telgraf iyice tanındı. Telgrafı William Fothergill Cooke adında biri icat etmiş, King' s College' da profesör olan ve Royal Society mensubu mümtaz fizikçi Sir Charles Wheatstone'la ekip çalışması yap­ mışlar ve 1837'de aletin patentini almışlardı. 1 Aletin beş gal­ vanometre iğnesi vardı; akım birinden geçirildiğinde, eşke­ nar dörtgen biçimindeki bir panel üzerinde hizalanmış dört harflik grubu gösteriyordu. Alh harf gönderilemediği (diğer­ leri U, X ve Z'ydi)2 ve kullanımı operatörün epeyce bir bece­ risini gerektirdiği için, birkaç yıl içinde bu aletin yerini, 1840'da Samuel Morse'un patentini aldığı telgraf aldı. Morse New York'ta hayatını kaybettiğinde çok zengin bir adamdı; William Fothergill Cooke ise çok para kazanıp, bir de şöval­ yelik nişanı almasına rağmen, 1879' da yoksulluk içinde öldü. 160 yıldan uzun zamandır anlık mesajlar gönderebilme­ miz olağanüstü bir şey. Daha da fevkalade olan ise, elektriği kullanarak sadece harf değil gerçek resimler de gönderme pa­ tentinin ilk olarak Londra' da 1843'te lskoçyalı Alexander Ba­ in tarafından alınmış olması. Faks makinesinin öyküsü ise bu kitapta ele alınan önemli bir temayı gösteriyor, yani bilimciler de hpkı diğer insanlar gibi ahlaksız olabilir ve özellikle birbir­ leriyle rekabet ederken saldırgan davranabilirler. Rekabet ge211
Baş Belası icatlar nellikle bir fikirde ilk olına iddiası hususunda baskı varsa or­ taya çıkar. Bazen de Alexander Bain'in devrim niteliğindeki fikirlerinde olduğu gibi ticari çıkar çahşmalan olabilir. Bain okulda akademik bir haşan gösterememişti ve ailesi çok fakir, kalabalık bir aile olduğu için, Wick'te basit bir saat­ çinin yanına çırak verildi. Saat yapım zanaatıru öğrenen Bain önce Edinburgh'a, sonra da Londra'ya taşındı. 1840'ta arhk Wigmore Caddesi'nde dükkanı olan kronometre imalatçısı John Barwise'le birlikte çalışıyordu. Burada yeni bir saat fik­ rini ortaya attı; bu saatin elektro manyetik bir sarkacı olacak ve alışılagelmiş yay veya ağırlık yerine, elektrik akımıyla ça­ lışacakh. Daha sonra ise çinko ve bakırdan yapılma pozitif ve negatif plakaları toprağa gömerek elektriği toplama gibi ya­ rahcı bir fikir aklına geldi. Paraya çok ihtiyaa olan Bain tasa­ rımını ve birkaç fikrini Charles Wheatstone' a gösterdi, ondan icatlarından nasıl istifade edebileceği konusunda tavsiye al­ mayı ümit ediyordu. Sir Charles'ın Bain'i şu sözlerle kovdu­ ğu rivayet edilir: "Böyle şeylerle uğraşamam! Bunlarda bir gelecek yok." Tam üç ay sonra, Royal Society'deki bir toplan­ hda, Wheatstone kendisinin icat ettiğini iddia ettiği elektrikli bir saat gösterdi. Ancak Bain o sırada zaten bir patent başvu­ rusunda bulunmuştu. Wheatstone Bain'in patentlerine engel olmak için makamını ve nüfuzunu kullanmaya çalışh ama başarılı olamadı. Daha sonra parlamentoda Elektrikli Telgraf Şirketi'nin kurulınası teklifi görüşülürken, Lordlar Kamarası Bain' den kanıt sunmasını istedi. Yasa teklifi geçti ama şirke­ tin Bain'e o zaman için muazzam bir para olan 10,000 sterlin ödemesi istendi ki bu para Wheatstone'un müdürlükten isti­ fa etmesini sağlamaya yetti. Bain'in faks makinesinde, bir mesaj sahr sahr taranırken iki sarkaan hareketini senkronize etmek için yine Bain'in icat ettiği elektrikli saat kullanılıyor; resimleri aktarmak için, ya212
Dijital tletişim lıtkan malzemeden yapılma bir silindir üstüne yerleştirilmiş metal iğnelerden faydalanılıyordu. Daha sonra açık-kapalı palslannı ileten elektrikli bir yoklayıa iğneleri tarıyordu. Me­ saj, alıcı istasyonda elektrik akımı geçtiğinde mavi bir işaret bırakan amonyum nitrat ve potasyum ferrosiyanür emdiril­ miş elektrokimyasal olarak hassas bir kağıt üstünde yeniden oluşturuluyordu. İleten ve alan taraflarda saatleri senkronize etmek kolay değildi ve bu ilk faks makinesi, 1906' da gazete­ ler büyük mesafeler arasında fotografik resim göndermek için bu ilkeden yararlanana dek yaygın olarak kullanılmadı; Bain zamanının ötesinde bir dahiydi. Bain anlık uzun mesafe mesajlaşmasına başka bir katkıda daha bulundu: "kağıt şerit makinesi." Bu makinenin mesaj iletmek için delikli bir kağıt şeridi vardı. Kağıt şerit yirminci yüzyılın sonunda halen kul­ lanılıyordu ki zamanla aynı tasarıma dayanan uzak yazı (ya­ ni teleks) makinesini doğurmuştur. Anlık imaj ve resim göndermeyi çözdüğümüzde, artık ile­ tişimin yapısını ebediyen değiştiren bir teknolojiye sahip ol­ muş olduk. Günümüzde Gutenberg zamanında tasavvur edilmesi imkansız ve Cooke, Bain, Morse veya Wheatsto­ ne'un asla hayal edemeyeceği, bağlanh halindeki bir dünya­ da yaşıyoruz. Bu bağlanh son derece değerlidir ancak arhk dijital teknoloji üstel bir hızla ilerlerken büyüyen bir tehdit haline geliyor. ELEKTRONİK LİNEER ABC tmot atm afap &t+. L%k@w3 uwc np. Rumof?- lh62nte cos imb w/my ps ? 831 x x x Bu Lineer B yazısı değil, ama yakın zamana dek bunun da ne olduğuna dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Bu mesaj dili 213
Baş Belası icatlar şu anlama geliyor: "Bu konuda şu anda mümkün olduğunca bana güven ve olumlu düşün. İntemete bakhğında bir sorun olmadığını göreceksin. Erkek misin, kadın mı? Hadi gel, bu gece sevişelim, çünkü Playstation'ımdan sıkıldım. Seni sevi­ yorum [831 'sekiz harf, üç kelime ve bir anlam' demek olu­ yor] bol bol öptüm." Günde kaç mesajın gönderildiğine dair çeşitli tahminler var; bunların hepsi de büyük olasılıkla pek doğru değil. 2000 yılında bütün dünyada yaklaşık 17 milyar mesaj gönderili­ yordu ve sadece bir yıl sonra bu sayının 250 milyara kadar çıkhğı söylendi. Kaynaklardan biri 2004'te 500 milyar SMS'in (Kısa Mesaj Hizmeti) gönderildiğini ileri sürüyor, ama bu pek doğru gibi görünmüyor: Eğer rakam milenyumun başın­ da bir yılda yaklaşık on beş kat arttıysa, sonraki iki yılda iki kattan fazla artmamış olması şaşıma görünüyor. Başka bir kaynak da 2005'de 1,2 trilyon mesajın iletildiğini bildiriyor. 2005'de elde edilen gelir 100 milyar dolardan fazlaydı ve gü­ nümüzde dünyada kişi başına aşağı yukarı 100 mesaj gönde­ riliyor. Birleşik Krallık'taki kayıtlar biraz daha doğru olabilir: 2008'de saniyede aşağı yukarı 5.000 mesaj gönderilmiş. Ra­ kamlar Noel zamanı ve yeni yılda yükseliyor, bu dönemler­ de 300 milyon kadar mesaj gönderiliyor. Birleşik Krallık'ta yılda 58 milyon resimli mesaj gönderiliyor ve geniş bant da­ ha yaygınlaşhkça bu rakam da artıyor. Mesaj gönderme patolojik hale gelebilir. Benim çalışhğım Imperial College London'da çalışan meslektaşım psikiyatrist Dr. Howes, sevdiği kişiyi gizlice takip etmek için cep telefonu mesajıru kullanan genç bir kadının hazin öyküsünü anlattı.3 Erkek arkadaşı ilişkilerini bitirdikten sonra kadın sürekli ola­ rak ona mesaj ahp, kendisiyle buluşmasıru istemeye, kendisi­ ni terk ettiği için ona sitem etmeye ve ona olan aşkıru dile ge­ tirmeye devam etmiş. Eski erkek arkadaşı ondan bütün bun214
Dijital İletişim lara son vermesini istemiş ama bu işe yaramamış. En sonun­ da adam hukuki yollara başvurmuş, ama mesajlar gelmeye devam etmiş; kadın artık günde dört saatini mesaj yazmaya harcıyor, otuz kırk mesaj gönderiyormuş. Daha sonra kadın ancak mesaj gönderdiğinde içindeki gerginliğin yok olduğu­ nu söylemiş. Telefon faturası ayda 100 sterlinden fazla geli­ yormuş ve işteki performansı da düştüğü için kadın neredey­ se işini de kaybediyormuş. En sonunda psikiyatrik yardım al­ mış ve yoğun davranış terapisi ve uzun süreli ilaç kullanı­ mından sonra, mesajları seyrekleşmiş ve nihayet sorunlu davranışından vazgeçmiş. Queensland Teknoloji Üniversitesi'nde yapılan yakın ta­ rihli bir araştırmada mesaj yazmanın sigara kadar bağımlılık yapabildiği ileri sürülüyor.4 Araştırmaya göre bazı bireylerde depresyon, endişe ve uyku kalıplanrun değişmesi dahil birta­ kım sorunlar görülüyor. Bu oldukça temkinli ve dikkatli ya­ zılmış çalışma basında epeyce acayip ve abartmalı manşetler şeklinde yankı buldu, mesaj yazmanın yirmi birinci yüzyılın en önemli bağımlığı haline gelebileceği ortaya atıldı: bazı bi­ limsel konferansların, özellikle sosyal bir bağlamı olanların heyecan uyandıran haberlerine tipik bir örnek. Gelgeleli.rn nüfusun küçük bir bölümünde mesaj yazma takıntısının git­ gide yükselen bir eğilim olduğu da aşikar. Roehampton'daki Priory Kliniği'nin başındaki Dr. Mark Collins'in de dikkat çektiği gibi, "Davranış bağımhlıklarının sayısında büyük bir artış oldu ve birçoğu da cep telefonu mesajı yazmakla bağ­ lantılı." Bir California gazetesi California' da Greg Hardesty adındaki bir babanın, kızı Reina'run telefon faturası geldiğin­ de kahkahalarla gülemediğini yazdı.5 Ocak 2009'da bu on üç yaşındaki kız görünüşe göre bir dünya rekoru kırmıştı: Bir ayda 14.528 mesaja AT&T Telekom şirketi 440 sayfalık fatura çıkartmıştı. Bu günde yaklaşık 484 mesaj -uyanık haldeyken 215
Baş Belası icatlar iki dakikada bir mesaj- eder. Babasının yakınmasından son­ ra kız bir de arkadaşlarına fatura edilen mesaj sayısı hakkın­ da övünmek için mesaj attı. Mesajlaşma sınavlarda kopya çekmek için kullanılır oldu. Aralık 2002'de Maryland Üniversitesi'nde on iki öğrenci mu­ hasebe sınavında bu yolla kopya çekerken yakalandı ve aynı ay içinde Japonya'da Hitotsubashi Üniversitesi'nden yirmi altı öğrenci cep telefonlarına gönderilen sınav cevapları yü­ zünden sınıfta kaldılar. İngiltere' de birçok üniversite artık sı­ navlara cep telefonuyla girmeyi yasaklıyor. Reklamalar da artık mesaj işine atlıyor ve birçok kişiye si­ nir bozucu bir ihlal gibi gelen bu iş şaşkınlık uyandıracak de­ recede etkili görünüyor. Radyo televizyon yayıncılığı da cep mesajlarını kullanıyor ve Eurovision Şarkı Yarışması gibi ya­ rışmalar artık büyük oranda izleyicilerin bu şekilde kullandı­ ğı oylarla saptanıyor. Mesajlaşma ilk ortaya çıktığı Finlandi­ ya' da bilhassa yaygın. Finli yazar Hannu Luntiala, kısa süre önce Son Mesaj adında, a.nlahnın tümüyle cep telefonu mesaj­ larından ibaret olduğu bir roman yayımladı. Kitapta bilgi iş­ lem yöneticisi Teemu'nun öyküsü anlatılıyor; Teemu işinden istifa eder, Avrupa'yı ve Hindistan'ı baştan aşağı dolaşırken arkadaşları ve akrabalarıyla yalnızca cep telefonu mesajları vasıtasıyla irtibatta kalır. Bir şeyden kaçtığı, bir şey sakladığı ve hiç geri dönmeyeceği adım adım açıklığa kavuşur. Her va­ ka 160 metin karakteriyle sınırlıdır. Teemu'nun kullandığı toplam 1 .000 kadar mesaj ve yanıt 332 sayfalık romanda kro­ nojik sırada listelenmiştir.6 Metinler normal SMS trafiğinde yaygın olarak kullanılan kısaltmalarla ve gramer hatalarıyla doludur. Finlandiya'daki cep telefonu mesajları yalnızca iletişimin en özel seviyelerine değil toplumun en yüksek seviyelerine de nüfuz etmiştir. Başbakan Matti Vanhanen görünüşe göre 21 6
Dijital tletişim bir İnternet çöpçatanlık sitesinde tanıştığı kız arkadaşı Susan Kuronen'le sürekli mesajlaşıyormuş. Gece geç vakit gönderi­ len sevgi mesajı şöyleymiş: "Başkandan iyi geceler." İnsan Bayan Kuronen'in uykusuzluktan muzdarip olup olmadığını merak ediyor doğrusu. En sonunda başbakan dokuz aylık ilişkisini bir mesajla bitirmiş. Mesajında tam olarak ne yazdı­ ğı maalesef kaydedilmemiş gibidir, anlaşılan bu Fin standart­ larına göre mahremiyetin ihlal edilmesine giriyor, ama bir ri­ vayete göre şöyledir: "Buraya kadar." Kuronen öcünü daha geleneksel bir yöntemle almayı denedi ve Vanhanen'i utan­ dırmak için bir ifşa kitabı yayımladı; ancak aşk macerası açı­ ğa çıkınca Vanhanen'in popülaritesi arttı, en ya.kın rakibinin oyların % 1 1'ini aldığı seçimlerde Finlilerin %49'u ülkeyi yö­ netmeye devam etmesini istedi. Öyle görünüyor ki suskun Finliler mesajı en mahrem me­ selelerde dahi iletişim kurmanın bir araa olarak görüyor. Fa­ kat bazı insanlar bundan şüpheli: Finlandiya Dışişleri Bakanı Ilkka Kanerva Ocak 2008' de bir skandal yüzünden görevin­ den azledildi. Skandalın nedeni uçakta tanıştığı bir erotik dansçıya göndermiş olduğu müstehcen mesajlardı. Altmış yaşındaki bakan İskandinav Bebekleri adlı dans grubunun yirmi dokuz yaşındaki kadın liderine aşağı yukarı 200 mesaj göndermişti. Muhafazakar Ulusal Koalisyon Partisi'nin baş­ kanı Jyrki Kateinen şöyle bir yorumda bulundu: "Kaner­ va'nın hiç yargılama yetisi olmadığı açıkça görülmüştür ... Hiç güvenilir biri değildir, ki bu bir başkasının sahip olması gereken bir özelliktir." Mesaj yazmanın tehlikeleri utanç duymaktan ve hatta ka­ riyer kaybından bile fazla olabilir. 12 Eylül 2008'de 15.40 su­ larında Ventura County'ye giden, üç vagonlu bir Metrolink banliyö treni Los Angeles'taki Union İstasyonu'ndan ayrıldı. Kırk dakika sonra Chatsworth'tan ayrıldığında 222 yolcusu 217
Baş Belası icatlar vardı. Metrolink lokomotifinin ağırlığının yaklaşık 1 13.000 kg olduğu hesaplanmıştı ve iki lokomotifli, 227.000 kg'lık Union Pacific'e ait yük treniyle çarpıştığında saatte yaklaşık 60 km hızla gidiyordu. Zıt yönde aşağı yukarı aynı hızda ha­ reket eden ve 200 metrelik bir tünelden çıkan yük treninin makinisti, çarpışmadan iki saniye önce frenlere kuvvetle bas­ tı. Ancak görünüşe göre yolcu treninin makinisti hiç frene basmamıştı. Trenler kafa kafaya çarpıştı ve sonuç tam bir kı­ yım oldu. Yasal süreç halen devam etmesine rağmen, yolcu treninin makinisti mühendis Sanchez'in tek yönlü yolun ba­ şında kırmızı ışıkta geçtiği tespit edildi. Bay Sanchez günün erken saatlerinde Los Angeles' taki istasyondan ayrılmadan hemen önce, cep telefonuyla son durak olan Moor Park'taki bir restorandan biftekli sandviç sipariş etmişti. Bay Sanc­ hez'in o sabahki daha erken bir seferde, işinin başındayken kırk beş kadar mesaj alıp verdiği tespit edildi. Yolculuğun ölümcül ayağındaki Chatsworth istasyonundan ayrıldıktan sonra bile, Bob Sanchez'in aşağı yukarı beş mesaj gönderdiği iddia edildi; sonuncusu, yani yazıştığı kişi bir tren meraklı­ sıydı: "evet. genelde @ kuzey camarillo." O öğleden sonra yirmi beş kişi öldü ve çok daha fazlası ağır yaralandı. Hiç şüphe yok ki cep telefonları dikkat dağıtarak ölümcül olabilirler. Gitgide büyüyen bir problem de daha çok sayıda insanın, özellikle de gençlerin aynı anda hem araba sürüp hem mesajlaşmasıdır. İngiltere'deki Yol Nakliye Laboratuva­ rı bunun tehlikelerine dikkat çekmiştir ve lngiltere' de şu an­ da araba kullanırken cep telefonu kullanmak yasaktır, ama kanunlar normalde gayet sorumluluk sahibi olan sürücülerin direksiyon başındayken mesajlara cevap vermesine engel olamamıştır. Neticede İngiltere' de birkaç ölümcül kaza mey­ dana geldi ve suçlu bulunan sürücüler için biİ- hapis cezası artık kaçınılmazdır. 218
Dijital İletişim SMS DİLİNDEN YALAN HABERE? Dil kullanımı hususunda hem muteber hem de kerameti ken­ dinden menkul uzmanlar, "SMS dilinin" gençlerin zihin ye­ terliliklerine ve kendilerini açıkça ifade edebilme becerilerine zarar verdiği savını sert bir dille savunmuş ve daha geniş çapta da İngilizcenin hangi ölçüde zayıflatıldığı tarhşmasına girişmişlerdir. İngiltere'de tartışma College London Üniver­ sitesi'nde çok saygın bir öğretim üyesi olan Modem İngiliz Edebiyatı Profesörü Northcliffe Lordu John Sutherland tara­ fından başlatıldı. Sutherland'in mesaj yazmayla ilgili söyle dediği biliniyor: "Soğuk, yavan, iç karama steno. Sıkıa ko­ nuşma ... Dilsel açıdan hepsi de deli saçması ... Disleksiyi, kö­ tü imlayı ve zihin tembelliğini maskeliyor. Mesaj yazma ca­ hillerin işi."7 Arkadaşım şahane huysuz gazeteci John Humphrys, Profesör Sutherland'e destek verirken galiba kış­ kırhalığının doruğundaydı. Daily Mail' de "Ben msjdan nfrt edyrm: Mesajlaşma dilimizi nasıl bozuyor,"8 başlıklı bir ma­ kalesinde mesaj yazanların, "Cengiz Han'ın 800 yıl önce komşularına yaptıklarını dile yapan vandallar'' olduğunu yazdı. "Dilimizi bozuyorlar: Noktalama işaretlerini talan edi­ yor, cümlelerimizi parçalıyor, sözvarlığımıza tecavüz ediyor­ lar. Bunlara engel olunması lazım." O zamandan bu yana çe­ şitli İngiliz dili uzmanları (pel<Ala, en azından gayet iyi yazı­ yorlar; belki de mesaj hakkında ağızlarına geleni söylemeleri dışında) bu eleştirilere destek çıkmıştır. En saf İngilizcenin önde gelen savunucuları Will Self ve Lynne Truss'tır.9 Guardian'da mesajlaşmayı eleştirdiği bir ma­ kalesinde Will Self kendi yazdığı, pek bilinmeyen romanı The Book of Dave' i tanıtarak başlar. Şöyle der: Eğer böyle onurlandırmak mümkünse, sözüm ona me­ saj dilinin bazı yazım kurallarını kullanıyorum. Bunu 219
Baş Belası icatlar bu yazının kalıcılığına inandığım ve hatta payidar bir önemi olduğunu düşündüğüm için yapmadım: böyle bir şey ne ifade edebilir? Sırf benim Uzay Yolu uzlaşımı dediğim bir şeye karşılık vermek amacıyla yaptım. Bazı edebiyatçıların bu açılış konuşmasını sarih ifadenin mükemmel bir örneği olarak göreceklerinden emin olmama rağmen, ben bir bilimci olarak Self'in tam olarak ne demek is­ tediğini anlayabilmiş değilim. Self şöyle devam ediyor: "Ben­ ce mesajlaşmanın sansürlenmesi kabul edilemez. Bir kesme işaretini göz ardı etmektense, değerli saniyeler boyunca tele­ fonumu kurcalamayı tercih ederim; kabul edilebilir bir eşan­ lamlı için tahmini mesajlaşmada bulunmaktansa, zahmetle tuşlanan bir kelimeyi girmeyi tercih ederim." Self'in, mesaj bağımlısı olduğunu kabul eden sevimli meslektaşı Lynne Truss da mesajlaşmanın etkilerini oldukça şiddetle eleştiri­ yor: "Mesajlaşma esasen iletişimin sinsi bir formu." En azın­ dan kendini İyi Will kadar ciddiye almıyor. Yanında birileri varken telefonu kurcalamak çok kaba bir davranış olacağı için, mesajlara cevap yazmanın görgü kurallarına aykırı ol­ duğunu kabul ediyor. Görünüşe bakılırsa mesaj geldiğinde, mümkün olan en kısa zamanda izin isteyip en yakın tuvalet­ te hararetle cevap yazıyor. En az yirmi dakikalığına odadan çıkması gerekse dahi (uzun kelimelerin imlası, çok özen gös­ terdiği noktalama işaretleri vb.) bu durum sosyal açıdan da­ ha az yakışıksız görünüyor. Peki, mesajlaşmanın doğru iletişim becerilerimizi azalttı­ ğına dair hakiki bir kanıt var mı? Bangor Üniversitesi'nde fahri dilbilim profesörü ve okutmanı olan David Crystal elt.ş­ tirilerin çoğunun yanlış yorumlandığını ve mesajlaşmanın İngilizceye zarar verdiğinden veya bozduğundan şüpheli ol220
Dijital İletişim duğunu söylüyor. Doğru imlaya eskisine göre daha az özen gösterdiğimize dair kanıt olduğunu kabul ediyor, ama bunun bir mesajlaşma fenomeni olduğuna inanmıyor. Buna iyi bir örnek olarak da 1975 tarihli Bullock Raporu'nu veriyor. Otuz yıldan daha uzun bir süre önce yayınlanan bu raporda, ço­ cuklara artık doğru imla ve yazmanın öğretilmediğine dair ciddi endişeler dile getirilmişti. 1° Crystal insanların gerçekte her zaman yeni bir teknolojinin dili etkilemesinden çok fazla korktuklarına dikkat çekiyor. Şöyle devam ediyor: "Baskı makinesi icat edildiğinde, insanlar bunun, İncil'in ruhsatsız versiyonlarını dağıtmaya yarayacak bir şeytan icadı olduğu­ nu düşündüler... Mesajlaşma sadece insanların kaygılarının en son odak noktasıdır; insanların asıl canını sıkan şey kendi­ lerine ait olarak gördükleri dilin kontrolünü yeni bir neslin ele geçirmesidir." Kuşkusuz jüri hala dışarıda. Mesajlaşmanın, uzun dönem­ li etkileri üzerinde yeterli araştırma yapılması mümkün ola­ mayacak kadar yeni bir fenomen olduğu da çok bariz. Diller uzun zamanda evrilirler ve cep telefonu yeni bir teknoloji ürünü. Ancak bu hakikaten önemli bir mesele. George Or­ well'in ilgi çekici distopya klasiği 1 984'te, totaliter hükümet kayıtlan tahrif eder ve kendi propagandasını yapar.11 Ana araçlanndan biri hükümetin resmi dili olan Yenidildir. İngi­ lizcenin yozlaşmış bir formu olan Yenidilde, işçi sınıfına dü­ şünmeleri için daha az entelektüel sembol sunan azaltılmış bir kelime dağarcığı vardır. "Şeref", "adalet", "ahlak", "de­ mokrasi", "bilim" ve "din" gibi kelimeler artık yoktur. Eğer insan yarahcılığı benim birinci bölümde ileri sürdüğüm gibi dil ile ilgiliyse o zaman bu kesinlikle devletin vatandaşlarını gelecekte baskı alhna almasının mükemmel bir yoludur. Bu romandakı isyancı Goldstein, Yenidil hakkında şöyle der: 221
Baş Belası icatlar Buradaki anahtar kelime siyahbeyaz. Birçok Yenidil kelimesi gibi, bu kelimenin de birbirine zıt iki anlamı var. Bir muhalif için söylendiğinde, yalın gerçeklerle çelişkili olarak siyahın beyaz olduğunu küstahça iddia etme alışkanlığı anlamına geliyor. Bir parti üyesi için söylendiğinde, parti disiplini gerektirdiğinde siyahın beyaz olduğunu söylemeye gönüllü olma asaleti anla­ mına geliyor. Fakat aynı zamanda siyahın beyaz oldu­ ğuna inanma becerisi anlamına da geliyor ve dahası, si­ yahın beyaz olduğunu bilmek ve birilerinin daha önce bunun zıddına inanmış olduğunu unutmak. Bu, geçmi­ şin sürekli olarak değiştirilmesini gerektirir ki bu da gerçekte tüm geri kalanları kucaklayan düşünce siste­ miyle mümkün kılınmıştır ve Yenidilde çiftdüşünme olarak bilinir. Çiftdüşünme temelde bir kişinin aynı an­ da iki zıt inancı zihninde tutabilme ve ikisini de kabul edebilme yeteneğidir. Yenidilin mesajlaşmayla bazı benzerlikleri var, özellikle de İngilizceyi kısa ve özlü bir ifade setine indirgemesinde. Uygarlığımızda bir distopya dönemine girip girmediğimizi bize zaman gösterecek. SOSYAL ÇALKANTI, CİNSEL İÇERİKLİ MESAJLAŞMA VE SADİZM Rahatsız edici başka bir mesele de mesajlaşmanın sivil karga­ şayı teşvik etmek ve yasalara aykırı kalabalık etkinliğini or­ ganize etmek için kullanılabilmesidir. Aralık 2005'te Sydney yakınlarındaki Cronulla Beach ırkçı isyanlara ve şiddete sah­ ne oldu; yaklaşık 5.000 kişilik bir grup ırkçı sloganlar atarak, civarda bulunan Lübnan kökenli olduklarını düşündükleri herkese saldırdı. Güneş ve alkol kuşkusuz kısmen etkili ol- 222
Dijital iletişim muştu, ama polis ve ambulans görevlilerinin yanı sıra birkaç masum seyirciye de saldıran kalabalık, aslında bir dizi saldır­ gan ve ırkçı cep telefonu mesajıyla fitillenmişti. Görünen o ki isyan birkaç gün önce cankurtaranlara saldınldığı iddialarıy­ la kışkırhlmıştı; ama esasen muhtelif cep mesajları bu sahil bölgesine kavgaya gitmek için bahane arayan insanları cesa­ retlendirmişti. Maalesef Sydney'in popüler radyo istasyonu 2GB'nin sabah sunucusu Alan Jones'un, canlı yayında mesaj­ ları tekrarlayarak ve yöre sakinlerine kendilerini korumak için önlem almalarını tavsiye ederek yangına körükle gitme­ si de şiddeti teşvik etmişti. Çıkan kargaşada polis atları ve özel operasyon görevlileri bira şişesi bombardımanına tutul­ du ve ambulans görevlileri ile bakhkları yaralılar kalabalığın athğı çeşitli cisimlerle yaralandı. Erich Fromm "alametleri açık olan sadizmin özünün, bir canlı üzerinde mutlak ve sınırsız güç sahibi olma tutkusu" ol­ duğunu yazmıştır.'2 Zulüm geleneksel olarak fiziksel bir gö­ rünüme, belki bir kurbanı dövme veya kovalama çabasına bürünmüştür. Eğer bu bir grup faaliyetiyse kontrol hissi pe­ kişebilir. İnsanlar doğal olarak zalimdir ve kurbanın bariz sı­ kınhsı, örneğin yardım için bağırması grubun sadistik eylem­ lerini arhrması için bir sinyal görevi görebilir. Oxford Üni­ versitesi'nde genetik araşhrmaası olan Kathleen Taylor zu­ lümle ilgili mükemmel kitabında, özellikle de bir grup içinde yapıldığında zalimane davranışın getirisinin sosyal ödüller olabileceğine işaret ediyor .13 Arkadaşların gözüne girme ve çetenin bir parçası olma dürtüsü güçlü bir dürtüdür. Tay­ lor'ın da dikkat çektiği gibi, bir köpek yavrusuna eziyet eden bir çocuk çetesi bütün grup için güçlü bir pekiştirmedir ve onlara kahlmayanların gözünü korkutur. Ve zulüm failleri beyinde husule gelen bir memnuniyet hissiyle birlikte şüphe­ siz bir ödül alırlar. Litvanya' daki Kovno sakinlerinin, Alman 223
Baş Belası icatlar SS müfrezeleri 1941'de binlerce Yahudi hemşerilerini katle­ derken tezahürat yapmaları ve alkışlamaları şimdi inanılmaz geliyor. Aynı içgüdülerin çoğunun bütün zorbalıklarda ge­ çerli olduğunµ kabul etmek abartma olmaz. Elektronik çağı zulmün fiziksel olmayan, psikolojik ve duygusal yönünü besliyor. Nispeten yeni bir fenomen olan sanal zorbalık çoğu kez mesajla söylenti, dedikodu veya müstehcen materyal yayma şeklindedir. Bazen manevi ödül, güçlü bir sosyal bağ olan mizahla artar ve grup içinde payla­ şıldığında, kurbanla alay ederek başka bir güç belirtisi dile getirilir. Sanal zorbalık daha çok üniversitelerde v� işyerle­ rinde yaygın olduğu halde, üniversite öncesi öğrenciler tara­ fından da gitgide daha çok kullanılan bir silah haline geliyor. Okullarda yetkililerin nispeten daha az fark ettiği ve polis için daha da zor olabilen elektronik zorbalık daha az yaygın olmasına rağmen, giderek fiziksel şiddetin yerini alıyor. "Mutlu tokat" alay konusu objenin başka bir kişinin şiddeti­ ne veya aşağılamasına maruz kaldığı, üçüncü bir kişinin bir ihtimal cep telefonuyla filme aldığı ve çekilen filmin suç orta­ ğı bir arkadaş grubuna gönderildiği özellikle ergenlerin kul­ landığı bir zorbalık şekli. Daha yaygın olanı ise cep telefonu veya e-postayla kötü niyetli mesajlar göndermek. Bu mesajla­ rın genel9e karşı cinsteki çocukları aşağılamak veya taciz et­ meye yönelik cinsel bir içeriği vardır: ergenlik veya yeniyet­ melik çağındayken mesajı alan taraf olmak özellikle sinir bo­ zucudur. Mesaj gönderme psikolojik saldırganlığın en yaygın formudur çünkü isimsiz olabilir; kurban failin kim olduğunu bilmeyebilir. Ve günümüzde birtakım servis sağlayıcılar va­ sıtasıyla bedava hesap alınabildiği için, bir kişinin isimsiz bir e-posta göndermesi de çok kolaydır. Goldsmiths'teki Londra Üniversitesi'nden Peter Smith'in okul çağındaki Londralı ço­ cuklar üzerinde yaptığı bir çalışmada, erkeklerden çok kızla- 224
Dijital iletişim nn mağdur oldukları, genelde önceleri fiziksel zorbalık ya­ pan çocukların sanal zorbalığa geçme ihtimali olduğu ve kıs­ men de birçok okul giderek daha çok cep telefonu kullanımı­ nı kısıtladığı için, okul çağındaki çocukların okulun içinden çok dışında böyle tacizlere maruz kalabildikleri bildiriliyor.14 Sanal zorbalığın birçok ülkede daha yaygın olduğu açık­ br. Türkiye' de yapılan bir çalışma okul çağındaki çocukların %36'sının sanal zorbalık yapbğını ve bu zorbalığın çoğunluk­ la yalnızca seçilen birkaç kurbana yönelik olduğunu göster­ miştir. Türkiye' de de kızların kurban olma olasılıkları erkek­ lerden daha fazladır. New York'taki Pace Üniversitesi'nden June Chisholm'un yapbğı bir incelemede, sekiz ila on sekiz yaş arasındaki çocukların günde ortalama sekiz saat bilgisa­ yar ve cep telefonu teknolojilerini kullandıklarına dikkat çe­ kiliyor. Chisholm hassas ve işlevsiz çocukların, elektronik is­ tismarın kurbanı olma ve daha derinden etkilenme ihtimalle­ rinin daha fazla olduğunu ve genç kadınların da yine aynı şe­ kilde çok savunmasız olduklarını ve aşağılanmanın acısını uzun bir süre çekebileceklerini ileri sürüyor.1� Cep telefonuyla cinsel içerikli veya müstehcen mesaj gön­ dermek partnerinizi tahrik edebilir ama aynı zamanda tehli­ keli de olabilir. Bu tarz iletişimlerin pek hoş karşılanmayabi­ leceği, taciz oluşturabileceği veya tacizle sonuçlanabileceği olgusu bir yana, elektronik izleme sistemlerinden sorumlu olan telefon şirketi çalışanları dürüst değilse mesajlar ele ge­ çirilebilir. Bir Amerikan örgütü olan Ulusal Plansız ve Ergen Hami­ leliğini Önleme örgütü, kızların yirmi yaşına gelmeden üçte birinin hamile kaldığı Birleşik Devletler' de ergen hamileliği­ nin çok yaygınlaşmasından endişeli. Bu örgüt CosmoGirl der­ gisiyle birlikte bir araşhrma yürüttü.16 Bu araşhrmadan elde edilen sonuçlara göre, cinsel içerikli mesajlaşma ve baştan çı225
Baş Belası icatlar kancı diğer çevrimiçi içerikler ergenler arasında gitgide daha fazla kullanılıyor. Araştırmaya katılan ergenlik çağındaki kızların beşte biri ve on üç ila on altı yaş arasındaki kızların %10'undan fazlası, kendilerinin çıplak veya yan çıplak fotoğ­ raflarını elektronik olarak göndermiş veya yayınlamışlardı. Ergenlik çağındaki erkeklerin üçte biri ile kızların %25'i, ken­ dilerine birilerinin çıplak veya yarı çıplak fotoğrafının göste­ rildiğini söyledi. Bu araştırmaya göre, ergenlerin %39'u tara­ fından gönderilen veya yayınlanan müstehcen mesajlar (cep telefonu mesajı, e-posta ve anlık mesajlaşma) fotoğraflardan daha yaygındı ve kızların yaklaşık % 1 1'i kendilerini bu tip mesajları gönderme hususunda baskı altında hissettiklerini söylediler. Bu mesajları alan ergenlerin üçte birinden fazlası, göndericinin izni olsun olmasın, bu tarz fotoğrafları arkadaş­ larına göstermişti. Saldırı riski, mahremiyet ihlali veya şantaj dışında, bu yasal bir meseledir. On sekiz yaşın altındaki ço­ cuklar reşit değildir ve birçok yargı merciinde, kendilerine ait çıplak fotoğrafları alanlan çocuk pomosu alıası durumuna sokabilirler. Toplumumuzda cinsel taciz yasal çözümü olmasına rağ­ men çok yaygındır. Cinsel taciz, genelde ergenlik çağındaki kızlara veya savunmasız kadınlara karşı bir silah olarak gide­ rek daha çok elektronik formda yapılıyor. June Chisholm, kü­ çük bir Katolik okuluna giden öğrencilerinden birinin New York'ta bir üniversiteye başladığında masumiyetinin nasıl yok olduğunu anlatır. Myspace web sitesini keşfeden bu genç kadın bu siteye üye olur, irtibatı kaybettiği arkadaşları tekrar onunla temasa geçebilsinler diye kişisel bilgilerini verir. İlk başta site çok hoşuna gider, ama sonra giderek sitenin karan­ lık bir yönü de olduğunu keşfeder. Birçok sayfada ilaç suiis­ timaline, reşit olmayanların içki içmesine rastlar ve birçok kı­ zın sayfasının kişisel cinsel macera öyküleriyle dolu olduğu- 226
Dijital lletişim nu görür. Bütün bunlar karşısında iyice şok olur, ama hafif­ meşrep diye adlandırılan bir kızın "iyi vakit geçirmek" için telefon numarasının verildiği bir duyuru (bütün Myspace üyelerine gönderilen bir toplu mesaj) alınca, kendi mahremi­ yetinin de risk alhnda olduğunu fark eder. Sonra bazı öğren­ cilerin bir öğretmenleri hakkında cinsel söylentiler başlathğı­ nı öğrenir. Bu söylentiler kaçınılmaz olarak üniversitede ya­ yılır ve öğretmen sürekli olarak taciz edilir ancak üniversite Myspace kullanımını yasaklamak için teşebbüste bulundu­ ğunda bunun imkansız olduğu görülür çünkü bu "öğrencile­ rin insan haklarının ihlal edilmesidir". En sonunda Myspace bütün üniversite bilgisayarlarında yasaklanır, ama söylenti çarkı büyümeye devam ediyor, çünkü öğrenciler evde bunla­ rı rahatlıkla kullanabiliyorlar. Chisholm, her ne kadar yönetim örgütünün nasıl etkili ol­ duğu açık olmasa da artık elektronik zorbalığı bildirmek için çevrimiçi bir mekanizmanın olduğuna işaret ediyor. Bu tarz tacize maruz kalmamak için gençlere birkaç şey öğütlüyor: 1 Asla şifrenizi vermeyin. 2 Asla sizi utandıracak bir sırrınızı veya fotonuzu çevrimiçi paylaşmayın. 3 Sinirliyken mesaj göndermeyin. 4 Arkadaşlarınızın gönderdiği e-postaları izin almadan asla başkalarına göndermeyin. 5 Sanal zorbalığın ciddi sonuçlan olduğunu unutmayın. Chisholm'un son maddesi iyi niyetli gibi ama biraz şüpheli. Sanal zorbalar gerçekten de ciddi sonuçlarla karşı karşıya kalıyorlar mı? Bu tarz eylemlerin etkili olarak bastırılması sağlanabilir mi? Bence ne bilinen zorbaların erişimini engel­ lemesi için intemet servis sağlayıaya yapılan başvurunun et- '227
Baş Belası icatlar kili olup olmadığı ne de polisin veya bir okulun sanal zorba­ lıklar hakkında yapabilecekleri net değildir. Ama açıkçası in­ terneti dikkatsizce kullanmak, örneğin Facebook ve Myspace gibi sosyal ağ sitelerine kişisel bilgileri girmek kontrol edil­ mesi çok zor, umulmadık sonuçlara yol açabilir. DUVARDAKİ YAZI "11 Eylül Hakikati Hareketi" birbirleriyle sıkı bağı olmayan kişi, grup, web sitesi, film yapıması ve gazetecileri içeren bir terim. İçlerinde hahn sayılır bir ihtilaf olan bu topluluk bir iddianın arkasında yekvücut duruyor: 11 Eylül 200l'de New York ve Washington' da meydana gelen olaylar Ortadoğu'da bir savaş başlatmayı mazur göstermek için ABD tarafından gizlice düzenlendi. Dünya Ticaret Merkezi'nde çalışan Yahu­ dileri de önceden uyanldıklan için o gün izin almakla suçla­ dılar. Aynca ABD hava kuvvetlerinin kasten etkisiz kılındığı­ nı, Dünya Ticaret Merkezi kulelerinde oluşan hasarın yapısı­ nın bir uçağın çarpmasıyla değil kontrollü bir patlamayla uyumlu olduğunu ve kaçırılan uçaklardan biri olan United Airlines Flight 93'ün kasten vurulduğunu da iddia ediyorlar. Bu iddialardan ikisi zaten başlı başına, bazı insanların ay­ nı anda iki zıt şeye inanmalarının ne kadar kolay olduğunu gösteriyor. Eğer United Airlines Flight 93 gerçekten kaçırıl­ dıysa ve vurulması gerekiyor idiyse, neden devlet aynı anda kendi hava kuvvetlerini de kasten etkisiz kılsındı ki? Eğer bu iddialardan bir tanesine daha yakından bakacak olursak. böyle çılgın iddiaların çok sayıda insan tarafından nasıl kabul gördüğünü görebiliriz. Görüşlerini web sitelerinde, haber gruplarında, kitap ve filmlerde, televizyonda yayan komplo teorisyenleri, United Airlines Flight 93'ün enkazının çarpışma bölgesinden 1 1 km kadar uzakta bulunduğunu iddia ediyorlar: bu mesafe hava- 228
Dijital iletişim da saldırıya uğradığı fikrini doğruluyor. Aslında, en kısa yol­ dan enkaz yaklaşık 1,6 kın' de, tamı tamına kaza müfettişleri­ nin enkazı bulmayı bekledikİeri mesafedeydi. 1 1 km'yi, çar­ pışma bölgesi ve enkazın bulunduğu bölgeyi yol mesafesiyle ölçen İnternet yol bulucuya girerek elde ediyorlar. Ve bence burada da problemin önemli bir yönü yahyor. On dokuzuncu yüzyıl ortasında, bir hiciv yayını olan Punch, Camden Town ile Euston Demiryolu İstasyonları ara­ sında gönderilen ilk telgraf iletişimi hakkında şöyle yorumda bulunmuştur: Elektrik telleriyle ne korkunç yalanlar yollanıyor! Şok.lan ne kadar da sahte! Oh! Biz nispeten daha yavaş Postayla gelen emekleyen hakikati alalım. Bu dizeler yeni teknolojiye duyulan esaslı bir güvensizliği ifade ediyor, telefonun icadı ve ardından sahte olan şeyler için kullanılan "phoney" kelimesinin türetilmesiyle yoğunla­ şan bir histir bu. Punch'ın vecize yazan, güvenilir yazılı söz­ lerin tercih edilen iletişim vasıtası olduğu eski günlere nostal­ jik bir şefkatle bakıyor. Belki de kısa süre sonra neler olacağı­ nı bilmemesi daha iyiydi. Günümüzde insanlar bir ipotekli borç senedi seçiminden aya inme sahtekarlığı iddiasına kadar hemen her konuda git­ gide daha çok erişilebilir, görünüşte bedava bilgi için inteme­ te başvuruyorlar. Ve bu durum hiç şüphesiz bireylerin güç­ lenmesini sağlaması yanında, bazı insanların başka insanları su kahlmadık saçmalıklarına inandırma becerilerini de bü­ yük ölçüde arhrmışhr. Bir Devlet Sağlık Hizmetleri doktoru olarak, birçok insanın intemette kısırlık hakkında yayınla­ nan, zayıf araşhrmalara dayanan doğrulanmamış bilgilerle 229
Baş Belası lcatlar yanlış yönlendirildiklerini gördüğümde çok şaşınyorum. Be­ ni en çok endişelendirense, intemette bu kadar çok materya­ lin olmasından çok insanların bunlara inanmaya bu kadar hazır olması. Yazılı sözler, elektronik yoldan bile olsa, hiç kuşkusuz okuma yazmanın ayrıcalıklı bir kesimin elinde ol­ duğu zamanlara dek uzanan esrarlı bir hava ve otoriteye sa­ hip. On beşinci ve on alhncı yüzyıllarda basılı materyallerin yaygınlaşması kilisenin otoritesine bir darbe indirdi. Genel­ likle kürsüye zincirli olan İncil ve dua kitaplarının nadir bu­ lunmaları nedeniyle kutsal bir nitelikleri vardı. Ne var ki in­ sanların bir kitabın sözlerini su götürmez bir hakikat olarak görmeleri halen devam ediyor. İlk olarak 1903'te Rusya'da basılan Zion Büyüklerinin Protokolleri adlı kitap Yahudilerin gizli bir komitesinin, dünya medyasını ve finansal kurumları kontrol ettiği fikrini yaydı. Bu kitabı oluşturan öğeler 1868' de yazılmış bir romandan alınma gibidir; bu romanda bir Yahu­ di büyükleri komitesi eski Prag mezarlığında buluşur, şeyta­ nı çağırır ve insanlığı mahvetmeyi planlar. 1871 itibariyle, Fransa' dan Rusya'ya bu öykünün bölümleri kitapçık halinde basılıp, gerçek olarak takdim edilmekteydi. Rus gizli polisi Okhrana, Protokoller'i halkın monarşiye duyduğu hıncı Yahu­ dilere yöneltmek amacıyla yaydı. 1920' de metnin İngilizce çe­ virileri o kadar rağbet görmüştü ki beş baskı yaph. Hitler Kavgam kitabında bu kitaba ahfta bulundu ve geçtiğimiz yıl­ larda Mısır, İran ve Suudi Arabistan' daki politikacılar ve te­ levizyon yayınlan kitabı parça parça ya da bütün halinde gerçekmiş gibi tanıttılar. Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi çeşitleri olsun köktenci­ lik, yüzyıllardır insanlar tarafından dağıhlan ve yayına hazır­ lanan belirli kitapların aslında Tanrı tarafından yarahlıp ifşa 230
Dijital lletişim edildiği inancından başka bir şey değildir. İnsanların yazıya yaklaşımında geçerli olan huşu ve büyük saygıyı karutlaya­ cak bir şey varsa, o da dünyadaki üç büyük dinin kendilerini "Kitap Halkı" olarak tanımlamalarıdır. Bizim müşterek kül­ türümüz açısından bu durum kendini kitaplara ve okurya­ zarlığa duyulan övgüye layık bir saygı şeklinde göstermiştir. Zaman zaman da sert esef verici bir bağnazlıkla sonuçlanmış­ tır. Aynca okuryazarlığın yaygınlaşmasının hakikaten özgür­ lüğü destekleyip desteklemediğini de sormalıyız. Terörist gruplar amaçlarının reklamını yapmak için matbu söz ve re­ simleri kullanmalarına rağmen, çok farklı amaçlan olan bir endüstriye bel bağlamışlardır. Yayıncılık piyasa güçlerine ta­ bi bir iş kolu haline geldiğinde, para kazanmak isteyen, statü­ koyu korumaktan çıkan olan insanların egemenliği altına gir­ di. 1855'de, çok başarılı olan Lloyd's Illustrated Landon gazete­ sinin yayması Edward Lloyd ilk buharla çalışan rotatif baskı makinesini kurmak için öylesine büyük bir yatırım yapmıştı ki yayınlarının hükümeti desteklemek ve muhalefeti bastır­ maktan başka bir şey yapmasını tasavvur etmek mümkün değildi. Bilakis, çok sayıda üretilen edebiyat eserlerinin ulaşılabi­ lirliği insanların devrim şevkini veya en azından o şevkle bir şeyler yapabilme becerilerini yok etmiştir. On beşinci yüzyıl­ dan on dokuzuncu yüzyıla kadar olan dönemde sosyal hayat gitgide özelleşmiş ve bireyselleşmiştir. İlk kitaplar çok paha­ lı olduğundan yaygın değildi; büyük topluluklarda okumak hariç, okumak çok nadir uygulanabilecek bir beceriydi. Ki­ taplar ucuzlayınca, pazar biraz daha bölündü ve uzmanlaştı, insanların ayn, özel dünyalara girmeleri gitgide daha müm­ kün hale geldi. Böylece aile içinde örneğin, baba kahramanlık öykülerini, anne aşk romanlarını, çocuklar da peri masalları 231
Baş Belası lcatlar ve ahlak hikAyelerini alıp bir köşeye kurulabilirdi. Bu yirmin­ ci yüzyılın sonlarında kişisel bilgisayar ve MP3 çalarlarla de­ rinleşen ve artan bir eğilim. İnsanların zihinleri genişledi ama ille de birlikte değil. Yaşlı nesle, bilgi ve hafızayı muhafaza edenler olarak gösterilen saygı da sona erince toplumumuz gitgide daha çok ayrıştı. Bu eğilim elbette yazının en son vücut bulduğu internetle tersine çevrilebilir. Bilgisayarı yoluyla teselli bulmaya çalışan inek öğrenci imgesi yerini, muazzam küresel arkadaş ağına bağlı, bilginin sonsuz koridorlarında gezinen, sandalyesin­ den hiç kalkmadan dünyayı şekillendiren ve keşfeden net meraklısı iletişimciye bırakmıştır. Gelgelelim bu yeni bölü­ mün, tıpkı bir bütün olarak yazının tarihi gibi, hem aydınlık hem de karanlık sayfaları vardır. VAHŞİ BATI Milyonlarca bilgisayar ağının, yüz milyonlarca makineyi bir­ birine bağladığı devasa bir şebeke olan internet, sıradan in­ sanların yirmi yıldan az bir süredir kullandığı fevkalade bir ağdır. Mart 2009'daki son tahminlere göre, yaklaşık 1,6 mil­ yar insanın İnternet sunucuları ağını kullandığı hesaplanmış­ tır, bu rakam dünya nüfusunun dörtte birinden biraz daha azdır.17 Kuzey Amerikalıların aşağı yukarı %75'i ve Avrupalıların %50'si intemete bağlanıyor; Britanya'da halkın üçte ikisinin İnternet bağlantısı var. Yoksul ülkeler daha geride ama Afri­ ka' da dahi insanların %5,6' sı internet kullanıyor ve bu rakam hızla yükseliyor. İntemetin bilgisayarlar arasında yazıyı (veya bilgisayar ta­ biriyle veriyi) iletme şeklinde, bağlantının her bir ucundaki makine (ve makineyi kullanan herhangi biri), genellikle bağ­ lantının diğer ucundaki makinenin fiziksel konumundan bi232
Dijital hetişim haberdir. Üstelik genelde intemet kullanıcılannın, verilerinin webte izlediği yol hakkında ya çok az bilgisi vardır ya da hiç yoktur. Dolayısıyla kullanıcının haberi bile olmadan müda­ hale yapılması mümkündür. Belki de intemetin en önemli yönü, kapsamlı olarak küre­ sel düzeyde ekonomik yönden kullanılmasıdır; intemet ban­ ka, iş kolları ve bireylerin yaphğı finansal işlemlerin şeklini kökten değiştiriyor. Ancak aynı şekilde bizim haber, bilgi ve eğlenceyi alış tarzımızı, arkadaşlarımız ve sevdiklerimizle görüşme şeklimizi de kökten değiştiriyor. Hiç kuşkusuz yazı­ daki bu devrim fevkalade önemlidir; ancak intemetin kulla­ nılması hızla arttıkça, teşkil ettiği tehdit de gitgide belirginle­ şiyor. Problemlerden biri, içimizden çok az kişinin intemetin tam olarak nasıl çalışhğını bilmesidir. lnterneti çok yoğun olarak kullansak da çoğumuzun "bilgiye nasıl erişiyoruz, na­ sıl aktarıyoruz, diğerleriyle nasıl iletişime geçiyoruz" gibi teknik ayrınhlar hususunda en ufak bir bilgimiz yok. Kullan­ dığımız ağ tarayıcısı hakkında biraz bilgimiz olabilir, ama yüzeyin altında yatan teknoloji tabakalarını görmüyoruz. Mekanizma etkin bir şekilde gizleniyor. Ve teknolojinin inter­ net kullanıcılarına görünmezliği ne kadar büyükse risklerin görünmezliği de o kadar büyük. Bu riskler çok fazladır. Güvenliğimizi tehdit ediyorlar; çünkü kişisel bilgisayarlarımıza veya cep telefonlarımıza gir­ diğimiz bilginin, kullanılma şeklini kontrol etme veya kısıtla­ ma hususunda sadece çok sınırlı bir gücümüz var. örneğin eğer bilgilerimiz bir iş kolu, kamu kuruluşu veya devlet tara­ fından işletilen bir makineye giriliyorsa, kendimiz hakkında­ ki veriler üzerinde hakimiyetimiz olmuyor. Devlet bizim adı­ mıza sakladığını iddia ettiği bilgiler konusunda epeyce dik­ katsiz olabilir. İnanması çok güç olabilir ama 2008'de İngiliz devleti 17.000 vatandaşının sosyal sigorta numarasını kaybet233
Baş Belası icatlar ti. Geçmişe dönüp baktığımızda, günümüzde dijital olarak kaydedilen bu verilerin normal postayla gönderiliyor olması gülünç geliyor. Bu yetmezmiş gibi bir de Adalet Bakanlığı 45.000' den fazla kişiyle alakalı bilgileri kaybetti, bazı vakalar­ da da sabıka ve kredi geçmişlerini meydana döktü. Liste da­ ha bitmedi. Geçen yıl, çocuk parası alan 25 milyon hak sahi­ binin bilgileri de kayboldu ve İçişleri Bakanlığı da, zarftaki 2 CD kayıplara karışınca, 3.000 mevsimlik ziraat işçisinin pasa­ port numaralan da dahil olmak üzere kişisel bilgilerini kay­ betti. Beş ayn vakada, Dışişleri Bakanlığı 190 kişiyle ilgili bil­ gileri kaybetti. Ulaştırma Bakanlığı da altı ayn vakada, kişisel verileri yanlış yerleştirdi. Mayıs 2007' deki 3 milyon sürücü sınavı adayının kayıtlarında yanlışlıklar yapıldı. İnsan man­ tıken ulus savunması söz konusu olduğunda, devlet yetkili­ lerinin daha özenli olmasını bekliyor, oysa Savunma Bakanlı­ ğı 620.000 kişisel kaydın olduğu şifrelenmemiş bir dizüstü bilgisayanru kaybetti; bu kayıtların içinde hesap numarası, sigorta numarası ve asker olmak isteyenlerin referans veya birinci derecede akrabaları olarak gösterdiği 450.000 kişinin bilgileri de vardı. İçişleri Bakanlığı'nın Gölge Bakanı Francis Maude hükümetin, "Whitehall' da şiddetli bir veri ihlali oldu­ ğu" yönündeki kendi itirafına dikkat çekerek, Avam Kama­ rası'nda açıkça şu soruyu sordu: "Devletimiz kendi yüküm­ lülüklerini sistematik olarak göz ardı ederken, yasalara uyan vatandaşların mahremiyetini koruma hususunda ona nasıl güvenebiliriz ki?"18 Kabul etmek gerekir ki yukarıda listelenen, çoğunlukla CD-ROM veya bilgisayar sabit diskinin kaybolduğu güvenlik ihlalleri, bu verileri bulan yetkisi olmayan bir kişinin ille de bunları kullanacağı anlamına gelmez. Ancak ilgili · bireylere gelebilecek z�arın potansiyeli çeşitli, azımsanmayacak mik­ tarda ve uzun sürelidir; bunlar mali kayıplardan, şimdi veya 234
Dijital lletişim gelecekte bilinmeyen bir zamanda itibar kaybına kadar deği­ şebilir. Üstelik kişisel bilgisayarımızı kullandığımızda resmi kim­ liğimiz çalınırsa, işlemediğimiz ve hiçbir bilgimiz olmayan cürümlerden ötürü dahi suçlanabiliriz. Diğer riskler ise hiç şüphesiz kişisel güvenliğimize yönelik tehdit olasılılığıdır; fi­ ziksel veya psikolojik zarar potansiyeli de dahil. Kamuoyun­ ca iyi bilinen, çocuklara yönelik bir tehdit de, potansiyel kur­ banlarını "hazırlamak" için intemeti kullanırken gerçek kim­ liklerini gizleyen pedofillerdir. lntemete bağlanan her bilgisayar özgün bir numarayla ta­ nımlanır. Buna kimlik veya "iP adresi" denir. Mesaj veya bil­ giler, göndericinin yerleştirdiği varış noktasının iP adresini "okuyan" web düzeneği tarafından uygun makinelere gön­ derilir. Adres blokları (çeşitli boyutlarda, yüzden milyonlara kadar değişebilir) İnternet servis sağlayıalarına (ISP) dağıtı­ lır ve oradan da bu bloklardan adresler müşterilerine paylaş­ tırılır. Nitekim bir yol atayıa sadece adres bloğunu belirler ve uygun ISP'ye bilgi paketini aktarır. Bilgileri doğru makineye ileten ISP'dir. Eğer bir mesaj veya veri kötü amaçlıysa, örneğin penis bü­ yütme veya Viagra reklamı yapan "mesaj sağanağı" denen e­ postalar gibiyse geldiği adres bloğu belirlenerek kaynağın ve dolayısıyla hangi ISP'nin adresi dağıttığının izi sürülebilir. O zaman o ISP eğer dilerse iP adresinin çıkarıldığı müşteriyi ta­ nımlayabilir. Birçok ISP aynı adresi farklı zamanlarda farklı müşterilere dağıttığı için, bu "dinamik adreslerden" birini kullanan müşterinin kimliğini doğru saptamak için bağlantı­ nın gerçekleştiği tam saatin bilinmesi gerekir. Bir iP adresinin izinin sürülebilmesi kaynak ISP'nin ta­ nımlanabileceği anlamına gelmez. Eğer ISP işbirliği yapmaya hazırsa, daha fazla kötüye kullanımı engellemek için hareke235
Baş Belası icatlar te geçebilir veya müşteri hesabını belirleyebilir. Uygulamada bir ISP söz konusu yargı merciine uygun şekilde resmi yasal başvuru yapılmadığı müddetçe, bu tarz bir bilgiyi deşifre et­ meyecektir. Ancak maalesef bu müracaatın sonuçlan bile çok sınırlıdır, çünkü kaynak makine kayıtlı kullanıcının izni ol­ madan kullanılıyor olabilir; örneğin bir İnternet kafede, bir havaalanı bekleme salonunda veya bir otelde. Aynı şekilde kaynak korunmasız bir kablosuz bağlanh da olabilir; örneğin kişinin evdeki bilgisayarı, belki de aynı sokaktaki başka bir kablosuz bağlanhnın eriminde olabilir. Genel olarak kaynak tanımlanabilir bir kullanıcı makinesidir, ama makine güvenli olmayan biçimde yapılandırılmış veya bilmeden "kötü niyet­ li" bir kaçak program kullanıyor olabilir. Bu şartlar altında kaynak tamamen masumane bir şekilde, sadece bilgi aktarı­ yor olabilir. Bu durumda kötü amaçlı içeriğin gerçek kayna­ ğının izini sürmek karmaşık ve çoğunlukla da başarısız bir girişim olur. Benim açımdan, internetin hem yararlı hem de zararlı ola­ bilecek yapısı en iyi Muhammed İrfan Raja'nın öyküsünde özetlenebilir. Raja Ilford'da okuyan, kendi halinde, çalışkan bir öğrenciyken arkadaş edinmek için İnternet sohbet odala­ rını kullanmaya başlar. Ailesiyle yakın olan Raja geçmişinin ve sınırlamalarının ötesine geçebilmek için yeni teknolojinin en iyi yönlerini kullanarak, dünyadaki insanlarla yazışır. An­ cak bu süreçte, cihat propagandalarına rastlar. Bu propagan­ dalar onu Pakistan'a gidip, kutsal bir savaş için eğitim gör­ mesi yönünde baskı yapan, kandırmaya çalışan radikallere yönlendirir. Eğer Raja istese, patlayıcı ve zehir yapımı için ge­ reken basit, etkili ve ölümcül reçeteleri öğrenmek için inter­ neti kullanabilirdi. Raja cihat hakkındaki fikrini değiştirir, an­ ne babasına her şeyi itiraf eder ve ben bunları yazdığım sıra­ da, terörizmde kullanılan maddeler bulundurmaktan suçlu 236
Dijital netişim bulunduğu için iki yıllık hapis cezasını çekiyordu. Bu genç adam başına başka bir felaket gelmediği için şanslıdır; bu du­ rumda o yazılı sözlerin, her zaman olduğu gibi, nasıl kullanı­ labileceğine güçlü bir örnek teşkil ediyor; birleştirmenin ya­ nında yabancılaşhrmak, aydınlatmanın yanında çarpıtmak ve yanlış yönlendirmek gibi. 237

Yedinci Bölüm DOGRU PROMETHEUS ATEŞİ Kari Marx'ın adı; devrim, toplumsal değişim ile yeni ideoloji ve dünya düzenlerinin oluşturulmasıyla ilişkilendirilir. Dün­ ya tarihi sahnesine girişini belirleyen olay ise daha az bilinir. 1842' de 25 yaşındaki Marx, bölgenin gelişmekte olan orta sı­ rufı ile Prusyalı hükümdarların ılımlı eleştirmenlerinin sevdi­ ği mütevazı bir bölge gazetesi Rheinische Zeitung' da editör olarak işe başladı. Marx bir önceki yıl takma isimle bir dizi makale yayımlamış ve gazetenin hükümet sansürüne karşı duruşu öyle beğenilmişti ki satışları art:ınaya başlamıştı. Genç gazeteciye gazetede önemli bir pozisyon verilmesi artık uy­ gun bir adımdı ve Marx yönetici pozisyonundayken Fried­ rich Engels'le tanıştı. Engels babasının tekstil firmasının İn­ giltere ofisini devralmak için Almanya' dan gelmiş muhalif bir genç adamdı. Marx'ın bu tanışmanın ardından Engels'ten birkaç makale almasının yanında, aralarında dünya tarihinin gidişatını değiştirecek ve ömür boyu sürecek bir arkadaşlığın da temelleri atıldı. Marx ve Engels fikir ve yorum alışverişin­ de bulunarak, birbirlerinin işlerini düzelterek, 1917 Rus Dev­ ,.;mi ile ardından yarım yüzyıl boyunca sürecek, dünyanın komünist ve kapitalist olmak üzere iki bloğa bölünmesinin habercisi olan ideolojiyi de yarattılar. 239
Baş Belası icatlar Marx'ın Rheinische Zeitung'daki editörlük işi uzun sürme- di. Kışkırtıcı devrim çağrılan yüzünden işini kaybetmiş ol­ ması mümkündür. Ancak Marx Prusyalı otoritelerin öfkesini daha yerel bir mesele olan yöre insanl arının Ren bölgesinin zengin ormanlarında kuru odun toplama hakkı yüzünden üzerine çekti. Eskiden beri odun toplama bir hak olarak ka­ bul ediliyordu ama yeni bir emirle odunun toprak sahipleri­ nin hakkı olduğu ilan edilmişti. Toprak sahiplerinin böyle davranmalarının tek nedeni huysuzluk değildi: Yıl 1843'tü, Almanya' da sanayileşme tüm hızıyla devam ederken ve ile­ ride göreceğimiz gibi, bu çağın pistonlarını ve şahmerdanla­ çalışhran yakıt kömür olsa da, bütün yanıcı maddeler nnı aniden çok değer kazannuşh. Odundaki çabuk yanan kimya­ sallar süzdürüldükten sonra kalan yavaş yanan, etkili odun kömürü de yeni fabrikalar için değerli bir yakıt kaynağı hali­ ne geliyordu. Bu kaynağı korumak için, evlerini ısıtmak için eskiden beri odun toplayan sıradan insanlara birdenbire pa­ ra cezası kesilmeye başlannuşh. Yirmi beş yaşındaki Marx, ekonomi ve sosyal adalete olan ilgisinin habercisi olan zekice makalesinde bu uygulamanın saçmalığını şiddetle eleştirdi: Nasıl olur da cezaların artması "bu kadar çok yakacak odun için kesilen bu kadar çok para cezası" her daim bedava olmuş bir şeyin "değerini" yansıtırdı ki? Yeni ortaya çıkan sosyal demokrat hareketin edebiyahnın bütün Avrupa' da yayılması gibi, Marx'ın küçücük yerel gazetesi de Çar 1. Nikolay'a ulaş­ h. Gazetenin isyana teşvik eden imalarından telaşa kapılan Nikolay, Prusyalı müttefiklerine baskı yaptı ve Marx'ı kov­ durup, Rheinische Zeitung'u kapattırdı. Marx elbette ki susmadı. Beş yıl sonra, Marx'ın editörlüğü altında Neue Rheinische Zeitung yayın hayahna başladı. Bu ga­ zete de daha sonra birkaç yıl içinde kapatıldı. Ancak yakıt hakkındaki bu öykünün, bu büyük adama Avrupa'run yok- 240
Doğru Prometheus Ateşi sul bölgelerinde baştan aşağı dolaşacak güdüyü vermesi ya­ nında sembolik bir anlamı da vardı: Bizzat ateşin kaynaklan olan odun ve kömür; sanayi devriminin çalkanblan, on do­ kuzuncu yüzyılın sonlarındaki politik kargaşa ve ardından Soğuk Savaş sırasında dünyanın ideolojik olarak bölünmesi­ nin ardında somut bir anlamda duruyordu. Aynca insanoğ­ lunun ateşten istifade etmesi de günümüzde karşılaşhğırnız, yükselen deniz seviyelerinden, çocuklarımızın obezitesine ve Üçüncü Dünya'nın süregelen yoksulluğuna dek birçok krizin ardında duruyor. DOST ATEŞİ Çevreci Stella Brewer olağanüstü kitabı The Forest Dwellers'da (Orman Sak.inleri) Senegal ve Gambiya'dak.i şempanze kolo­ nileri üzerinde yaphğı çalışmaları anlahr.1 Brewer öksüz ka­ lan şempanzeleri vahşi ortamda hayatta kalmaları için gerek­ li "yaşam becerilerini" edinmeleri amacıyla eğitirken ilginç bir şey keşfeder. Ateş korkusunu bilmeyen şempanzeler kor­ lar soğuyana kadar ihtiyatla bekler ve sonra yanmış efzelya fasulyeleri ile diğer lezzetli yiyecekleri korların arasından alırlar. Bu potansiyel olarak korkutucu bir fenomen olan ate­ şin eğer doğru şek.ilde ele alınırsa, avantajları olduğuna dair şempanzelerde net bir farkındalık vardır. Şempanzelerin aşçılığına dair bu hoş örnek atalarımızın ateşin değerini anlama noktasına nasıl gelmiş olabilecekleri­ ne dair bir fikir verir; büyük olasılıkla uzun zaman önce da­ ha sonraki nesiller ateşi nasıl meydana getirip muhafaza ede­ ceklerini keşfettiler. Arkeolojik kayıtlar 350 milyon yıl önceye dek uzanan kendi kendine meydana gelen volkanik hareket, güneş ışığı, gazların birikmesi sonucu oluşan ateş olaylan hakkınd a bol miktarda kanıt sunuyor. Demek ki atalarımızın 241
Baş Belası icatlar ateşi gözlemek. ateşle başa çıkmak için stratejiler geliştirmek ve hatta ateşten yararlanmak için çok sayıda fırsatı vardı. Kara çaylakların bazen yanan odun ve bitki parçalarını ta­ şıyıp, kuru ve kolayca tutuşabilir çalılıkların üzerine bıraka­ rak çalılık yangınları "başlattığı" gözlemlenmiştir. Bunun kontrol edilemeyen yangınların yayılmasında nadir bir vası­ ta olma ihtimali olmakla birlikte, bu kuşların yangını kasten çıkaracak zekaya sahip olmaları olası değildir. Kara çaylakla­ rın kaçan kemirgen ve böcekleri çıkarmak için yanan çalılık­ lara çullanmaları daha olasıdır ve ara sıra da yanan madde döküntülerini de alıyor olabilirler. Fakat ateşin yararlı yönle­ rini de açıkça görürler. Ateş birçok tür için bir ödüldür; para­ zitleri ve rakipleri yok eder, ısı ve ışık sağlar, toprağı temizle­ yip görünürlüğü artım ve besleyici avlan çekerek dağıtır. İnsanların ateşi ne zaman kullanmaya başladıkları bilin­ miyor. Arkeolog Raymond Dart'ın sunduğu bazı tartışmalı bulgular, homo sapiensin uzak atalan australopithecuslann Gü­ ney Afrika'daki Makapansgat'ta 1,5 milyon yıl önce ateşi kul­ lanmış olabileceğini ortaya atıyor. Çin'deki Zhou Kou Dien Mağarası'ndan elde edilen kanıtlar bunun GÔ 500.000'de ol­ duğunu gösteriyor ki bu da ateşi homo erectusun dağarağın­ da yeni bir alet konumuna yerleştirir. Ancak 2004'te bazı İs­ railli bilimciler yeni bir şey keşfettiler.2 Görünüşe göre o böl­ gedeki homo erectus ateşi aşağı yukarı 790.000 yıl önce kullan­ mış olabilir ve bu ilk atalar şaşırtıa derecede gelişmiş aletler kullanmışlar. Araştırmacılar Aşölyen alet imalat geleneğine ait çakmaktaşından yapılmış pek çok alet buldular.3 Bunlar­ dan bazıları yanmış bazıları yanmamıştı. Araştırmaalar yan­ mış aletlerin, eski kamp ateşi ve ocak bölgelerine işaret ettiği­ ni düşünüyorlar. Bu uzmanlar ateşin kontrol edilmesinin, sosyal etkileşimi teşvik ettiğini, ilk insanların beslenmesinde 242
Doğru Prornetheus Ateşi önemli değişiklikleri mümkün kıldığını ve kendilerini vahşi hayvanlara karşı savunma becerisi verdiği kanaatindeler. Ateş kullanımı belirlenmesi kolay bir yenilik olsa gerek. Dil veya sosyal örgütün aksine, ateş arkeolojik kayıtlarda bel­ li bir kararmış iz bırakır. Ancak "kundakçı" çaylak örneğinde olduğu gibi, ateşin ne zaman ve hangi niyetlerle oluşturuldu­ ğunu okumak daha zordur. Atalarımızın uğraşlarında bir ara aşamanın; yani karşılaşhklan yangınları kontrol, manipüle ettikleri ve devam ettirdikleri, ancak gene de kasten başlat­ madıkları bir devrenin olması mümkündür. Ateş ilk insanlara hayatta kalma ve üreme bakımlarından kesinlikle çok büyük avantajlar sağlamış, bu nedenle de in­ sanlar ateşin hem nasıl yakılacağını hem de nasıl kontrol al­ tında tutulacağını öğrenmeye epey heves etmiş olmalıdırlar. Güney Afrika' daki Sterkfontein mağarasında saygın arkeo­ log C. K. Brain tarafından otuz yılı aşkın bir süre boyunca dü­ zenli olarak yapılan kazılarda, ateşin, güç dengelerinin güçlü hayvanların aleyhine ve zeki insanların lehine olacak biçim­ de değişmesine yardım ettiğini ortaya koyan klasik kanıtlara ulaşılmıştır.' Mağara zemininin en alt katmanları insanların büyük kedilere yem oluşunun izlerini taşırken, insanın ateşi bildiği ve kullandığı çağlara ait olan daha üstteki katmanlar, bizim yırtıalan yediğimizi gösteren kanıtlar içermektedir. Ateş birtakım avantajlar sağladı. Çalılık alanların yakıl­ ması sayesinde ateş avcı insanların avlarını daha net görme­ lerine olanak verdi. Pişirilmiş yiyeceklerin çiğnenmesi ve sin­ dirilmesi daha kolaydı ve daha uzun süre saklanabilirdi ve bu sayede avcılık veya toplayıcılıkla ilgili olmayan faaliyetle­ re daha çok zaman kaldı. Ateş aynca bizzat avalıkta da ya­ rarlı bir. öğe haline gelmiş olabilir. lspanya'daki Torralba'da elde edilen kanıtlar insanların ateşi filler dahil büyük meme243
Baş Belası icatlar li sürülerini uçuruma doğru sürmek için kullanmış olabilece­ ğini akla getiriyor; toplu hayvan öldürmek için izlenen tembelce bir yol. Torralba'dan elde edilen kanıtlar tarhşmalıdır: Başka ar­ keologların yanı sıra, Amerikalı ünlü arkeolog Lewis Binford da bu bölgedeki kömür kalınhlannın doğal yangınlardan ve muazzam miktardaki hayvan kemiklerinin de insanların bin­ lerce yıldır döktüğü çöplerden gelmiş olabileceğine dikkat çekiyor.5 Ancak yine de genel tablo göz ardı edilemez: Ateş bize muazzam bir avantaj sunmuştur. Çalılık alanların yakıl­ ması ayrıca insanların daha sonra evcilleştirecekleri bitkiler olan yenebilir ot ve baklagillerin de artmasını sağlamıştır. Bu ilk ürünler yenebilir olmalarının yanında, bölgeye çok sayıda küçük av hayvanı da çekecekti ki bunlar daha sonra istendi­ ği zaman avlanabilirlerdi. Amerika'nın geniş bozkırlarını başlangıçtan beri var olan bir manzara olarak görmek hoş olurdu: Ne var ki aslında bu bozkırları, avladıkları bufalolar için gür çayırlar yetişsin diye ağaçlık alanlan yılda iki kez ateşe veren yerliler oluşturdular. Bu "ateş tanını" denen ve yerlilerle irtibat kurd ukları her yer­ de Avrupalıların dikkat ettiği ve hayran kaldığı şey, muhte­ melen arazi idaresinin daha gelişkin şekillerinin bir haberci­ siydi ki planlı ziraat bunun zirvesi oldu. Ve ateşsiz bir tarım tasavvur etmek mümkün değildir. Başlangıçta, ilk evcilleştiri­ len talul ürünleri ancak ateş sayesinde yenebiliyordu: Ya çor­ banın içinde kaynahlır ya da ham ekmek yapılırdı. Ateş kü­ çük sürü hayvanlarını insanların yaşadıkları yerlerin sınırla­ rına çeker, insanlar da onları yakalayıp evcilleştirirdi. En önemlisi ateş toprağı temizler ve kaynaklarını tazelerdi . Çok sayıda kabilede halen toprağı ateşe vererek toprak üzerinde hak iddia edilir: İnsanoğlu doğa üzerindeki egemenliğini ateşle tespit eder, hpkı bundan 10.000- 1 2.000 yıl önce küresel 244
Doğru Prometheus Ateşi ısınmayla nüfus patlamasının aynı zamana denk geldiği dö­ nemlerde neredeyse kesinlikle yapmış olduğu gibi. Bu nokta­ da yeni toprak ihtiyacı da arazinin toptan ateşe verilmesini gerektirmiş olabilir. Bölgelere yerleşildikçe, küllerin toprağı canlandırıp zenginleştireceğinin bilincinde olan yöre sakinle­ ri, ilk "iddia" ateşini yaklaşık iki yılda bir tekrarladılar. MÔ 6000 dolaylarında sabanın icadı bize farklı bir toprak yenile­ me araa sağlamış olduğu halde, bu klasik "kesip yakma" tek­ niği bütün dünyada günümüze dek devam etmiştir. Tarım insanların yiyecek fazlalığına sahip olmasını sağla­ dığı için, bazı kişiler çiftçilikten kurtulup, ateşi kontrol etme­ mizi mümkün kılan diğer teknolojilere giriştiler. Çömlekçiler ilkel fırınlar kullanarak içinde bulundukları topluma zayıf bir hasada karşı sigorta olarak yiyecek depolama araçları sundu­ lar ve demirciler de metal üretmek için maden filizi ergittiler. İnsanoğlunun metalurjiyi nasıl keşfettiği bilinmiyor. Belki in­ sanlar bir yanardağ kraterinin içindeki maden filizi içeren ba­ zı kayalara ne olduğunu gözlemiştir. Ya da belki de çanak çömlek pişirirken, metalce zengin kili ısıttığında neler oldu. ğunu görünce merakı uyanmış olabilir. İnsan metalurjinin sırrını her nasıl keşfetmiş olursa olsun, metali ateşle işlemek ona hayati araçlar, lüks mallar ve ölümcül silahlar sağlamış­ tır. SİHİRLİ BİR MADDE Altın, nehir yataklarında veya bazen toprak üstünde de saf metal olarak bulunabildiği için, hemen hemen kesinlikle in­ sanların tanımladığı ilk metaldi. Ancak gerçekte yalnızca süs eşyası olarak yararlıydı, dekoratif eserlerde işe yarayan yu­ muşaklığı diğer uygulamalarda yetersiz olmasına yol açıyor­ du. insanoğlunun fiilen işlediği ilk metal MÔ 7000 sıraların­ da keşfettiği bakırdı, bakır doğal olarak saf formunda bulu- 245
Baş Belası icatlar nuyordu .ve ısıtıldığında dövülüp kullanışlı şekiller yapılabi­ liyordu. Bakır albndan daha serttir ki bıçak. mızrak,. orak ve­ ya ok başı yapmak istiyorsanız bu değerli bir özelliktir. Alhn ve bakırın ergime noktalan birbirine oldukça yakındır, yakla­ şık 1 .060-1 .085 °C arası; ancak metal biliminin ilk günlerinde bakırı tamamen eritecek kadar yüksek bir sıcaklık elde etmek zordu. İlk fırınların limiti yaklaşık 1 .150 °C'ydi, yine de eski çömlekçi fırınları ara sıra bu sıcaklığı geçmiş olabilirler. Neticede azurit veya bakırtaşı gibi bakır içeren kayaları ısıtmak için ateş kullanılmıştır. Bu tarz kayalar fazla element­ sel bakır içermemelerine rağmen kolayca tanınabilirlerdi, çünkü genellikle farklı bir yeşil veya mavimsi tonları olur. Maden filizi yeterince yüksek bir ısıya tabi tutulursa sıvı me­ tal sızar. Bu sayede ateş, saf metali çıkartmak amaayla ma­ den filizlerini ergitme ve bu ergimiş sıvıyı hazırlanmış kalıp­ lara dökme işleminde önemli hale geldi. MÔ 3500 dolayların­ da ergitme İran'da uygulanıyordu; bunu biliyoruz çünkü oralarda işlenmiş bakır objeler bulunmuştur. Metalin düzen­ li tedariki ise başka bir teknolojiye bağlıydı ve ilk madencilik de MÔ yaklaşık 4000'de yapılmış olabilir. Altın ve bakır saf metalleri gibi bazı mineral filizleri toprağın yüzeyinde kaya­ lık çıkıntılarda bulundu. Ancak insanlar bunları ufaladıkça maden filizi damarlarının yüzeyin alhndan geçtiğini fark et­ mişlerdir. En eski madenlerden biri Sırbistan' daki Rudna Glava'da­ dır; burada Belgrad'taki Arkeoloji Enstitüsü'nden Dr. Boris­ lav Jovanovic kireçtaşı kitlesinde yaklaşık yirmi tane tarihön­ cesi maden kuyusu açığa çıkardı. Burada bir zamanlar zengin bakır karbonat kaynakları vardı. Tarihöncesi madenciler yü­ zeyden 15-20 metreye aşağıya kadar kuyu kazarlardı ki, bu olağanüstü tehlikeli bir işti, kazdıkça, duvarları ve çatıyı des­ teklemek için çıkardıkları kaya ve taşları dahi kullanırlardı. 246
Doğru Prometheus Ateşi Maden filizini ayrışhnnak için sırayla ısıhp soğutma işlemi yaparlardı; önce duvar yüzeyini kapladıkları odunları yakar, sonra sıcak kayanın üstüne su atarak çatlaklar oluştururlardı ki bu madeni ocaktan çıkarmayı kolaylaşhnrdı. Buna benzer bakır madenleri İsrail'de Negev'de ve yakınındaki Sina yarı­ madasında bulunmuştur. İsrailli arkeologlar bu bölgelerde çanak çömlek potaları bulmuştur ki bunlar kazıyla çıkarılan maden filizinin, içindeki saf ergimiş metali çıkarmak için er­ gitildiğini ispatlar. Bir sonraki teknolojik ilerleme bronz çağının müjdecisi metal alaşımların· kazara keşfedilmesiydi. Bakır ve kalay filiz­ leri genelde birbirine yakın bulunur; ergime derecesi 232 °C olduğu için kalayın çıkarılması kolaydır. Ergimiş bakırın ka­ layla kanşhnlıp soğutulması sonucu çok daha sert bir madde olan bronz elde edilir. Çoğu bronzda yaklaşık %90 bakır var­ dır; pirinç de benzer bir alaşımdır ama kabaca % 15 çinko içe­ rir. Öldürme amaçlı bir silah olarak bronz kılıcın önemli bir avantajı vardı, doğru işlenirse kenarı çok daha keskin olurdu. Bronz aletler de çok daha dayanıklıydı. Bronz ilk olarak MÔ 2800 dolaylarında, Ur' da Sümer uy­ garlığında işlenmiş gibi görünmektedir ama aynı anda Ana­ dolu' da da (modem Türkiye) geliştirilmiş olabilir. MÔ 2500 dolaylarına tarihlenen bronz alet kalınhları Indus Vadisi'nde de bulunmuş, 500 yıl sonra bronz aletler Avrupa' da kullanıl­ maya başlanmıştır. Modem insanın gelişim hızı göz önüne alındığında, örneğin güdümlü balon, motorlu hava taşıtları ve roketli uzay araçlarının, sırasıyla bir yüzyıl içinde imal edildiği düşünülecek olursa, bu basit teknolojinin Avrupa' da benimsenmesinin veya yeniden icat edilmesinin en az 500 ila 1.000 yıl sürmüş olması enteresandır. İlk bronz aletler Avru­ pa'da bulunduğu sıralarda, Çin'de de ilkel aletler görülür. Daha sonralan MÔ 1500 c;lolaylarında Shang hanedanı döne-
Baş Belası icatlar minde olağanüstü işçiliğe sahip bezekli bronz objeler imal ediliyordu. Fakat tüm bu kültürlerde bronz bir lükstü ve bronzdan yapılma eşyaları neredeyse sadece zengin ve güç­ lüler kullanıyordu. Çoğu insan halen çakmaktaşlarına bel bağlamak zorundaydı. Demirin ergime noktası 1 .530 °C civarıdır: Bronz Çağı'nın ilkel fırınlarında bu sıcaklığa ulaşmak mümkün değildi. Yani demir ve filizleri dünyanın birçok bölgesinde yüzeyde yay­ gın olarak bulunmalarına rağmen, demir alet ve silahlar MÖ 1500' den öncesine tarihlenen arkeolojik bölgelerde çok nadir bulunur. Aşağı yukarı o sıralarda Hititler Anadolu'da demi­ ri işlemeye başladılar. Demiri tümüyle ergitmek halen müm­ kun değildi, bu nedenle ellerinden gelen en iyi şey sıcak me­ tali sürekli dövmekti. Saf demir bronzdan daha yumuşaktır ve dolayısıyla silahlar için daha az elverişlidir; MÔ on birin­ ci yüzyıla kadar demirin, ateşin içindeki kömürle tekrar ısıtıl­ dığında karbonun birazını emdiği ve bunun sonucunda da daha sert bir metal ortaya çıktığı keşfedilemedi. Karbonlu sı­ cak demire su verip hızla soğutmak, tavlamayı kolaylaştırır ve sonuçta çelik elde edilir. MÔ 500 dolaylarında Çinliler de­ miri tamamen ergitebilen çok daha sıcak fırınlar imal ettiler ve ilk döküm objeleri yaptılar. Bu kitapta tekrar tekrar yerkü­ renin farklı ve birbiriyle bağlantısız bölgelerinde çoğu kez ay­ nı anda benzer teknolojinin geliştirildiğini dile getiriyorum; ancak öyle görünüyor ki metal biliminde durum faklıydı, çünkü İngiltere' deki ilk demir dökümhanesi ancak Norman lstilası'ndan sonra kuruldu. Bu gelişmelerin hepsinin arkasında ateş yatıyordu. Bronz Çağı'ndan itibaren ateş, daha imtiyazlı insanların hayati araç­ lar, sanatsal değeri olan objeler ve daha gelişmiş silahlar edin­ mesini sağladı. Metalutjinin bulunması tesisi, bizim doğayı fet- 248
Doğru Prometheus Ateşi hetmekle arhk daha az ilgilendiğimiz ve bizim gibi insanların fetihleriyle daha alakadar olduğumuz bir zamana işaret eder. İnsanların hepsinde ateş var mıydı? Avustralya'daki ilk Avrupalı kaşifler bazı Aborjin topluluklarının birbirlerinden ateş "ödünç aldıklarından", yiyecek karşılığında için için ya­ nan bir çubuk veya elyaf demeti takas ettiklerinden bahset­ mişlerdir. Görünüşe göre Avustralya' daki bu iddialardan ha­ bersiz olan antropolog Alfred Radcliffe-Brown, 1922'de yaz­ dığı, Andaman Adaları'nda geçen hayat öyküsünde şu sonu­ ca varır: Andamanlılar belki de dünyada ateş yakma yöntemle­ ri olmayan yegane topluluk. Şu anda Port Blair yerleşi­ minden kibrit temin ediyorlar, birkaç tanesi de Burma­ lılardan veya NiI<obarlılardan bambu parçalarını birbi­ rine sürterek ateş yakmayı öğrenmişler. Gelgelelim da­ ha önceleri ateş yakma yöntemleri hususunda hiç bilgi­ leri yoktu.6 Bazı antropologlar Radcliffe-Brown'ın yanlış yönlendirildi­ ğini düşünüyorlar. Radcliffe-Brown'ın savunmasında Pi­ rahalardan söz edebiliriz (birinci bölüm), ki onlar "bütün" in­ san topluluklarının sahip olduğu iddia edilen davranış ve tek­ nolojiler hakkında yapılan varsayımların çoğuna meydan oku­ muşlardır. Bilinen daha tuhaf şeyler de var. Ancak enteresan­ dır ki Pirahalar ateş yakmayı biliyorlar. llk gözlemcilerin Avustralya'da gördükleri ateş değiş tokuşuydu, belki de bu­ nun sosyal ilişkiler ağındaki önemini göz ardı etmişlerdi. Ate­ şi almaktansa vermek daha önemli olabilir ve bu eyleme baka­ rak bir tarafın ateş yakmayı bilmediği sonucuna varmak da yanlış olabilir. Radcliffe-Brown'ın gördüğü şey de beyaz adamla kurulan, nesiller boyu süren rahatsızlık verici temastan 249
Baş Belası icatlar sonra vuku bulmuştur: O noktada Sydney veya Bombay'da çok az insan kibrit kullanmadan ateş yakmayı bilebilirdi. Ateş öylesine gizemli, güçlü ve tehlikeliydi ki ilk hayran­ lığımızın izleri kültürümüze yayılmıştır. İran'daki Yezd'de 2000 yıldır sönmemiş bir ateşi tapınaklannda koruyorlar. İs­ railliler Olah TamuI'i (Tann'ya Tapınak Sunağı'nda yakılarak sunulan kurbanı) rahipler tarafından devamlı beslenen, sön­ mesine izin verilmeyen bir ateşin üzerinde yakıyorlardı. Bir­ çok Hıristiyan kilisesinde bir ateş sürekli olarak bir cam lam­ banın içinde yanar: Bu Neir Tamid lambasının Romalılar tara­ fından yakılana dek kutsal yağla yakıldığı Yahudi Tapınağı'­ na kadar uzanan bir semboldür. Botsvana' daki Herero halkı hayat, refah ve bereket sembolü kutsal bir ayin ateşini sürek­ li yanık tutarlar. Britanya'daki Beş Kasım festivali gibi yüz­ yıllardır süregelen din dışı festivaller kocaman ateşler yakıp öylece yanmalarını izlemeye duyulan ilgiyi kanıtlarlar. Aynı şekilde popüler bir fenomen olan barbekü de öyle: ızgarada et pişirmenin gereksiz, zahmetli ve sağlıksız bir şekli; genel­ likle yılın, güçlü bir ısı kaynağının etrafında dikilmeyi hiç is­ temediğimiz bir zamanında yapılır veya benim durumumda, ailemin beni bardaktan boşalırcasına yağmur yağarken dışa­ n çıkıp sersefil et pişirmeye zorladığı zamanlarda. Ancak az pişmiş bir tavuk parçası yaz ortasında kutlanan St. John Bay­ ramı'na yeğdir; bu bayram on sekizinci yüzyıla kadar Paris'te canlı kedileri şenlik ateşine atarak kutlanırdı. İnsanlar daha sonra şans getireceğine inandıkları korlan toplayıp evlerine götürürlerdi. ÖLÜMCÜL ATEŞ Ben İ..ondra'daki St. Paul Okulu'nda okurken, öğretmenimiz Tukidides'in Peloponez Savaşı öyküsünü okumamızı ve çe­ virmeye çalışmamızı istedi. Maalesef hiçbirimiz antik Yunan­ cayı çevirme hususunda kendimize o kadar güvenmiyorduk 250
Doğru Prometheus Ateşi ve birçoğumuz okulun eski öğrencilerinden, bizden çok daha bilgili Benjamin Jowett'in' yapmış olduğu çeviriden kopya çektik. MÔ 41 1'de yazılmış 4. Kitap'tan bir bölüm şöyledir: Boeotialılar . artık Delium'a karşı yürüyüşe geçip siper­ .. lere saldırdılar; birçok askeri aletin yanında bir de ma­ kineleri vardı, onun sayesinde Delium'u ele geçirdiler. Makineyi şöyle yapblar. Büyük bir merteği ikiye ayırıp oydular, sonra tekrar ucu ucuna birleştirdiler, bir flüt gibi oldu; merteğin ucuna zincirlerle bir tekne asblar, teknenin içine yöneltilmiş bir körüğün demir ağzı mer­ teğe tutturulmuş, körüğün büyük bölümü de demirle kaplanmıştı. Bu makineyi uzak bir yerden arabalar üs­ tünde, savunma duvanrun asma çubukları ve tahtanın çokça kullanıldığı çeşitli noktalarına getirdiler; duvara iyice yanaşınca merteğin kendi taraflarındaki ucuna bü­ yük bir körük takıp üflediler. Çıkması önlenen patlama teknenin içine geçti ki tekne arlık yanan kömür, kükürt ve zift ihtiva ediyordu; bunlardan kocaman bir alev çık­ tı ve duvarı yaktı, kimse buna dayanamadı. Garnizon kaçtı ve kale ele geçirildi. Bazıları katledildi; iki yüz ta­ nesi esir alındı; ancak çoğu gemiye binip evlerine vardı. Bazı insanlar Tukidides'in tanımlamasının doğruluğun­ dan şüpheli, ancak ben bunun kesinlikle, Spartalıların Deli­ kuşatması sırasında kullandıkları alev fırlatıcının çağdaş bir tanımı olduğunu düşünüyorum. Ateş savaşlarda hep kul­ um lanılmıştır, çoğu kez fevkalade bir zulümle. Öyle görünüyor ki Spartahlar gibi eski Yahudilerin de an­ cak Spartahlardan daha önce tuhaf bir ateşli silahları vardı. MÔ 445 dolaylarında yazılan Makabilerin ikinci kitabı Apok­ rifa'da geçen ilginç bir öyküde, 1. Ataxerxes'in sakisi ve ardın251
Baş Belası icatlar dan Yahuda'nın valisi olan Yahudi Nehemiah'ın kendisini tutsak eden Perslerden Kudüs'ün kahnhlarına geri dönmek ve Büyük Tapınak ateşinden kalanları kurtarmak için izin is­ tediği anlahlır. İddia edildiğine göre, bu ateş yoğun bir sıvı şeklinde muhafaza ediliyor, odunun üstüne serpilip güneşte bırakıldığında, anında harlayan bir alev haline geliyordu. Ve öyle görünüyor ki "neft" kelimesi İbranice nphth 'ten gelmiş: Bu mesele açığa çıkıp da sürgün edilmiş rahiplerin ate­ şi sakladığı yerde, Nehemiah ve yoldaşlarının kurba­ nın giysilerini ortaya çıkan sıvıyla yakhğı Pers kralına bildirildiğinde, kral meseleyi araşhrdı, o bölgenin etra­ fını kapath ve kutsal kıldı. Ve kral kolladığı bu insan­ larla birçok nefis hediye alıp verdi. Nehemiah ve yol­ daşları buna saflaştırma anlamına gelen "nephthar" dediler, ancak çoğu insan buna naphtha (neft) dedi. Yüzyıllar sonra tarihçiler aynı derecede tuhaf "Rum ate­ ıi"nin haşmetini yazdılar. Bizans donanmasının gizli bir sila­ hı olan bu yanan sıvı, boruların içinden düşmanlarının gemi­ lerine püskürtülüyor ve suya düştüğünde dahi yanmaya de­ vam ediyordu. MS onuncu yüzyılda İmparator Konstantin Porphyrogenitus, oğluna Rum ateşinin sırrını asla açıklama­ ması hususunda baskı yaph: "Bu ateşin yalnızca Hıristiyan­ larca ve onların hakim olduğu şehirlerde imal edilmesi ve başka hiçbir yerde imal edilmemesi gerektiğini'' söyledi. Bu sır MS 812'de, bir miktar Rum ateşi Bulgarların eline düşene kadar korundu ki Bulgarlar bu ateşle ne yapacaklarını bile­ mediler. Genellikle kükürt, güherçile, neft ve zift birleşimin­ den yapılan bu şeyin etkileri çok feci olduğundan, Papa il. lnosan 1 139' da bu ateşin kullanılmasının ölümcül bir günah olduğunu ilan etti. Ancak bu bildiri Hıristiyan ordularını 252
Doğru Prometheus Ateşi kendi ateşlerini yapmaya çalışmaktan alıkoymadı ve maale­ sef rüzgarın yönünü tayin edemedikleri zamanlarda da sık sık kendilerini yaktılar. Ne iyi ki ya da ne yazık ki, ekseriyet­ le kullanım alanlan ve olanaklarının sınırlı oluşu ve barut doldurulan top gibi diğer silahların gitgide daha çok gelişme­ sinden dolayı, Rum ateşi on ikinci yüzyıldan sonra daha az kullanılmaya başlandı. İlk başta Çinli simyaaların ölümsüz­ lük için bir iksir bulmaya çalışırken geliştirdiği barut -etkin bir şekilde taşınabilir ateş- birbirlerini öldürmek isteyen in­ sanlar tarafından hızla benimsendi. Birçok büyük yenilikte olduğu gibi, ilk başta yaşamı iyileştirmek için tasarlanan bir şey kitle imha için bir araç haline gelmişti. Ateş, efendilerine de aniden saldırabilir. Roma şehri şeh­ rin kurucuları ve mimarlar tarafından doğru düzgün plan­ lanmadan, organik olarak büyüdü ve sonuç olarak dar yolla­ n ve sallanan evleri yangına davetiye çıkarmaya başladı. İlk itfaiye örgütü MÖ 450 dolaylarında çalışmaya başladığında, girişimci bir birey olan Marcus Crassus yanan binaları sön­ dürüp, sonra perişan sahiplerinden için için yanan iskeletleri satın alarak küçük bir servet yaptı. MS 64'te meydana gelen Roma' daki en şiddetli yangını bizzat Roma İmparatoru Ne­ ron'un, görkemli parklarına ve anıtlarına yer açmak için çı­ kardığı söylenir: ancak pekala Napolili dikkatsiz bir kebapçı da çıkartmış olabilir. Bu tarz yangınlar nedeniyle İmparator Trajan'ın maiyetinde idareci olan Genç Pliny, MS ikinci yüz­ yılda imparatorluğa ait yerel bir itfaiye kurmak için kaynak talep etti. Trajan'ın yanıtı komik sayılabilirdi: "Unutma ki Bi­ tinya vilayeti [Pliny'nin vali olduğu, Türkiye'nin ortalarında bir yer] ve Nikomedya gibi şehir-devletleri hizip odak.landır. Sen hangi ismi verirsen ver ve örgüt kurma gerekçen ne ka­ dar iyi olursa olsun, bu tür kurumlar kısa sürede tehlikeli giz­ li topluluklara dönüşürler." 253
Baş Belası Icatlıır Sürekli meydana gelen büyük yangınlar inşaatlara, bu da doymak bilmez bir odun açlığına yol açtı. Bazı tarihçiler bu­ nun Roma lmparatorluğu'nun çöküşünü başlattığını öne sür­ müşlerdir. Civardaki ormanların yok edilmesi sel ve toprak erozyonlarına sebep olarak nüfusu beslemek için yeterli yiye­ ceğin üretilmesini güçleştirdi. Bu da imparatorluğun sürekli olarak, kendisine pahalıya mal olacak şekilde topraklarını ge­ nişletmesine neden oldu ki arhk bir noktada kendini etkili bi­ çimde savunamaz hale geldi. Birinci Dünya Savaşı' nda Alman ordusu ateşi, kısmen si­ perleri temizlemek kısmen de dehşete yol açmak için kullan­ dı. Hemen hemen bütün modem silahlar gibi, alev makinesi de Richard Fiedler adında bir bilimci tarafından icat edilmiş­ ti. Bir silindir içindeki basınçlı hava (ya da daha sonraları, karbondioksit veya azot; ikisi de soy gaz olduğu için kullanı­ cı açısından daha az riskli olduğu düşünülüyordu), 15 metre­ ye veya ilerisine yanan petrol veya benzin püskürtürdü. Fi­ edler ilk başta sadece 38 kg'lık nispeten hafif bir makine ta­ sarlamıştı ama sonradan iki kişinin taşıması gereken, daha uzun menzilli, daha büyük bir silah olarak değiştirdi. Alev makinelerini 1900'de test eden Alman ordusu Birinci Dünya Savaşı sırasında bu makineleri kullanacak üç uzman tabur oluşturdu. 30 Temmuz 1915'de Flanders'daki Ypres'in 2 mil doğusunda bulunan Hooge'ta, İngiliz birliklerine sürpriz bir saldın düzenlediler. Almanlar güneş doğmadan önce saat 3.15'de, gaz silindirlerini askerlerinin sırtına bağladıkları bu makinelerle ortalığı yakıp yıktılar. Sonuç İngilizler açısından korkunç oldu, 31 subay ve 751 piyadeyi kaybederek geri çe­ kildiler. Ypres istihkAmındaki muharebeden sonra, Almanlar 650'den fazla alev makinesi saldırısı gerçekleştirdi, ancak en sonunda müttefik kuvvetler onlarla daha etkin biçimde başa çıkmaya başladı. Alev makinesini kullanan kişi arkasındaki 254
Doğru Prometheus Ateşi devasa ağırlıkla siperler arasında engebeli arazide bata çıka nispeten yavaş ilerleyebilirdi ve kolay bir hedefti. Aletin ida­ resi kolay değildi ve kullanan kişinin her zaman kendini yak­ ma riski vardı: Bazen yakıt silindiri durduk yerde patlardı. Dolayısıyla bir alev makinesi operatörünün ortalama ömür beklentisi birkaç haftaydı ve eğer bu operatörler esir düşerse karşı taraf bunlara hiç acımazdı. İngilizlerle Fransızlar da kaçınılmaz olarak böylesine zali­ mane taktikleri kınadılar: Ancak bunların üstesinden geline­ medi. Somme' da İngiliz ordusunun yaklaşık 2 ton gelen, 80- 90 metre menzilli sabit alev makineleri vardı. Bunlar iki cep­ he arasındaki bölgede Alman cephe hattından sadece 60 met­ re uzağa yerleştirilmişlerdi. Gelgelelim bunları düzgün bi­ çimde hedefe doğru çevirmek mümkün değildi ve top ateşin­ de kolay hedeftiler, bu yüzden esas itibariyle yararsız olduk­ ları ortaya çıktı; en sonunda da bir kenara atıldılar. Ateş bugüne dek bir savaş silahı olagelmiştir. Yoğun ate­ şin sebep olduğu katıksız dehşeti unutmamak için, İkinci Dünya Savaşı'nda Coventry ve Dresden şehirlerine yapılan yakıcı saldırıları akılda tutmamız yeter. Ve 1990-1991 Körfez Savaşı sırasında, geri çekilen Irak güçleri Babil ve Sümer' de yaşamış atalarının çok iyi anlayabileceği bir işe girişti: Arazi­ yi ve üstündeki petrol kuyularını ateşe verdi. Çıkan yangın­ ları söndürmek aylar sürdü ve yüzlerce millik bir bölgede muazzam bir kirlilik oluştu. iNCELiKLi SİMYA Toprak bütün siyah elementlerin en düşüğüdür Ki suya yükselir O zaman biz ona toprak değil su deriz; Siyah, toprağımsı bir madde gibi görünmesine rağmen Siyah toz haline gelip dağılır 255
Baş Belası icatlar Oysa su epey yükselince hava olur O zaman hakikaten süblimleştiği söylenir Ne zaman ki bu siyah kütle gene beyaz olduğunda O zaman bu çocuk, bu eş, bu cennet öylesine parlar ki Bu su toprak, hava olur Hava olduğunda hazırlar kendini Ateş elementine O zaman Tanrı' ya onlara arzu bahşettiği için şükredin. (Edward Kelley, Kelley's Worke)8 Sir Edward Kelley'nin geçmişi karmaşık ve tuhaftır, onun hakkındaki öyküler de çelişkilidir. 1555' de doğan bu muam­ malı simyaa kendi devrinde vizyoner olarak görülmüştü; ay­ nı zamanda başarısız bir avukat ve eczaaydı. Ancak diğerle­ rinden farklı bir simyaaydı. Çoğu simya işlemlerinde amaç ana metalleri altına dönüştürmekti ve bu da elbette genellik­ le ateş gerektirirdi. İlkçağ ve ortaçağda filozoflar dört "ele­ ment" tanımladılar: ateş, toprak, hava ve su. Ateş simyaala­ rın üstün elementiydi. Ancak Kelley büyük bir fırın olmadan da metalleri dönüştürmeyi keşfettiğini iddia etti. En azından bir rivayete göre Kelley'nin İrlandalı olduğu söylenir; diğer biyografi yazarları onun Worcester'de doğdu­ ğunu yazmışlardır. Muhtemelen Kelley takma adıydı, çünkü Worcester'de ve Oxford Üniversitesi'nde (mezun olduğuna dair bir kayıt yoktur) Edward Talbot adıyla biliniyordu. Ox­ ford'dan Lancaster'e gitmiş, orada görünüşe göre yerel yetki­ lilerle zıt düşmüştür. Sonra Galler'e taşınmış, anlaşıldığı ka­ darıyla The Book of St. Dunstan adlı kitabı aramaya koyulmuş­ tur. En sonunda çok aranılan bu bilimsel eserin bilinen tek kopyasını nasıl edindiği ise muammalıdır .. Kitabın önemli bir simya ders kitabı olduğu söyleniyordu ve özellikle içindeki gizli "filozof taşı" tarifi nedeniyle değerliydi. Bu taş, simyacı- 256
Doğru Prometheus Ateşi lann çok aradığı bu obje, simyaarun temel metalleri altına dönüştürmekte kullanabileceği maddeydi. Daha doğrusu Aziz Dunstan 'ın Kitabı 'run reçete için formülün çık.anlabilece­ ği şu bölümünün çok önemli olduğuna inanılıyordu: "Metal­ lerin Dönüştürülmesi için Kırmızı ve Beyaz Tozlar." 1582'de Galler' den ayrılan Edward Kelley isminin gene "Talbot" olduğunu söyleyerek, John Dee'yle yakınlaştı. Dee çok saygın ve çevresi geniş biriydi. İtibarlı bir Elizabeth döne­ mi filozofu, matematikçi ve Cambridge' deki Trinity Colle­ ge'ın kurucularındandı. John Dee Kelley'den çok etkilenmiş­ ti, çünkü Kelley meleklerle temasa geçtiğini iddia ediyordu ki bir süredir Dee de aynı şeyi yapmaya çalışıyordu. Dee çok önemli bir bilgindi; İbranice, Latince ve Yunancaya aynı de­ recede hakimdi. 4.000 kitabın bulunduğu kütüphanesi İngil­ tere'nin en büyük kütüphanelerinden biriydi ve hem Mary Tudor hem de Kraliçe Elizabeth' in yıldız falına baktığı bilini­ yordu. Ayrıca bir kabalaaydı, doğaüstüyle çok ilgileniyordu ve bazı çağdaşları daha sonra onun mükemmel bir büyücü olduğunu ve Manş Denizi' ndeki havayı kötüleştirerek İspan­ yol donanmasının mağlup olmasına yol açtığını iddia etmiş­ lerdir. Doğaüstü uzmanlığı Shakespeare'in Fırtına adlı eserin­ deki Prospero'nun ilham kaynağı olmuş olabilir. Ancak Dee kuşkusuz kahin değildi. Kısa sürede "Talbot'un takma isim olduğunu keşfetmesine rağmen, Kelley'nin neden hep boy­ nuna kadar uzanan bir şapka taktığını ve insan içinde neden hiç çıkarmadığını bilmiyor gibiydi. Bazı söylentilere göre bu­ nun nedeni Kelley'nin Lancaster' de sahtecilikten hüküm giy­ dikten sonra iki kulağının da kesilmiş olmasıydı. Kelley Dee'nin hizmetine girdi ve beş yıl onun yanında kaldı, düzenli olarak yaphklan ruh çağırma toplantılarında medyum ve yorumcu olarak görev aldı. Dee'yle tanıştıktan yaklaşık bir yıl sonra Kelley elinde, bir torba kırmızı tozla bir, 257
Baş Belası icatlar likte, Aziz Dunstan'ın Kitabı'nın olduğunu söyledi; bu son de­ rece değerli el kitabı ve toz numunesiyle alhn üretebilecek bir çözelti yapacağı vaadinde bulundu. Mart 1583'te Dee, Leices­ ter Kontu Robert Dudley'nin Polonya asilzadesi Prens Albert Laski'yi ağırladığı Greenwich Palace'deki bir kabul törenine davet edildi. Prens Laski de yoğun biçimde doğaüstü deney­ ler yapmıştı ve görünüşe göre Polonyalı ve Dee hemen kay­ naşhlar, hatta Laski Dee'nin bazı deneylerini finanse etmeyi teklif edecek kadar ileri gitti. John Dee ve Prens Laski o yıl daha sonra Polonya'ya git­ meye karar verdiler, yanlarında Kelley de olacakh. Görünüşe bakılırsa alhn yapmalarını sağlayacak filozof taşını bulmayı umuyorlardı. Krakow'da Kral Stefan'ın maiyetine, sonra da o devirde simya çalışmalarının Avrupa'daki merkezi olan Prag'taki Kutsal Roma İmparatoru il. Rudolf'un maiyetine katıldılar. Büyüye çok ilgi duyan il. Rudolf her nasılsa De­ e' den etkilenmemişti. Böylece Kelley ve Dee Prag'tan birlikte ayrıldılar ve araştırmalarına devam edebilmek için 160 km uzaktaki Trebon'a yerleştiler. Kelley Jane Cooper adında, Ru­ dolf'un çok dilli, kozmopolit maiyetinin bir mensubu olan İn­ giliz bir kadınla evlenmişti. Bazı rivayetlere göre ise İngilte­ re'de tanışıp evlenrnişlerdi.9 Ancak Kelley Trebon'a gitmele­ rinden sonra çok geçmeden kansından sıkılmış olabilirdi, çünkü orada Dee'ye kendisini ziyaret eden bir melekten bah­ setti. Kelley bu meleğin onlara, eşleri de dahil her şeyi paylaş­ malarını emrettiğini söyledi. John Dee bu sözlerden en hafif deyimiyle biraz işkillenmişti ve Kelley'le yaptığı ruh çağırma seanslarına son verdi; ne var ki lngiltere'ye dönmeden önce karısını paylaşh. Kelley'nin yatakta şapkasını çıkarıp çıkar­ madığı ise kayıtlarda belirtilmemiş. Kelley çok geçmeden birtakım nüfuzlu Polonyalıları ana metalleri altına dönüştürecek bir yöntemi olduğu hususunda 258
Doğru Prometheus Ateşi ikna etti. Formülü, gizli olmasına rağmen, çok az ateş gerek­ tiriyordu, sadece bileşenlerin hafifçe ısıhlması gerekiyordu; iş daha çok ona ait iki tozu karışhrarak yapılıyordu. Kelley artık oldukça iyi koşullarda yaşıyordu. Büyük miktarda alhn üretmeye gitgide daha çok merak saran imparator Rudolf ona çeşitli mülklerle birlikte şövalyelik de vermişti. Ancak Prag'a döndüğünde Kelley imparatora sanki ağırdan alıyor­ muş gibi geldi ve ümitleri suya düşen Rudolf Kelley'i Krivok­ lat Şatosu'na hapsetti. Korkunç bir dolandırıalığın kurbanı olabileceği Rudolf'un aklına hiç gelmemiş gibiydi, anlaşılan Kelley'nin istediği alhnı yapabileceğinden hiç kuşkusu yok­ tu. Ancak öyle görünüyor ki Prag' dan aşağı yukarı 40 km uzaktaki epeyce cazip bir av köşkü olan Krivoklat kalesinde bir süre hapis kalmasının Kelley'e biraz daha aciliyet hissi ve­ rebileceğini düşünmüştü. Kelley artık kedi fare oyunu oynuyordu. Biraz altın üret­ meyi kabul edince serbest bırakıldı; yapamayınca bu kez Wormwood Maki Ormanı'nın Güney Kanadı biraz benzeyen hayli ürkütücü Hnevin Şatosu' na hapsedildi. Hapiste yatmak anlaşılan Kelley'yi simya eserleri yazmaktan alıkoyamamıştı, gel gör ki hiçbiri altın üretmek için gerekli talimatları vermi­ yordu. Bir noktada Kelley oyunun sona erdiğini düşünmüş­ tü herhalde; şato kulesinin bir penceresinden ip sarkıtarak kaçmaya çalışh fakat ip toprağa yetişecek kadar uzun değil­ di: bir bilimci için oldukça basit bir hata. Kelley yere düştü, bir veya muhtemelen iki ayağını birden kırdı ve sonra aldığı yaralardan ötürü hayatını kaybetti. Simya modem kimyanın atasıdır. On alh ve on yedinci yüzyılların simyacıları profesyonel deneycilerdi. Çoğu sim­ yacının asıl takıntısı altın yapmaktı ve büyü ve gizemle sar­ malanmış baş "elementleri" ateş, hakim olunması gereken ki­ lit araçh. Kelley'nin öyküsünün bize gösterdiği gibi, kendile259
Baş Belası icatlar rini mümtaz bilgi dalı doğaüstünün seçkin sahipleri sayan ki­ şilerin çoğu, çok teknik konuşup kafaları karışbrarak budala insanları dolandırmayı ummuşlardı. Ben Jonson'ın 1610'da yazdığı, hem Dee hem de Kelley'i hicveden The Alchemist (Simyacı) adlı oyunda simyacı Subtle doğada bulunandan bile daha saf altın yapacağım vaat ede­ rek Sir Epicure Mammon'ı kandırır: Fakat bu ikisi Gerisini esnek, dövülür, yoğun kılar. Hatta onlar altının içindedir; çünkü biz buluruz Tohumlarını ateşimizde ve içlerinde albru; Ve metalin her çeşidini üretebiliriz O sebepten daha mükemmeldir, tabiatın toprakta yap­ hğından. (II. perde, 1 . sahne) Ben Jonson'ın, simyacıların şaşırtmacalarına verdiği tepki günümüzde hala geçerlidir. Bilimcilerin bilgilerini paylaşma­ ları gerektiği düşüncesi şimdi arbk biraz kabul görse de, bir­ çok bilimci halen açıklama ve araşhrmalanrun sonuçlarını paylaşma şartından muaf oldukları kanaatindeler. Zaten bir­ çok toplumda bilimsel araşhrmalan vergi mükellefleri finan­ se etmektedir. Bazen gizli kapaklı davranmayı savunmada o kadar ileri gidiyorlar ki yürüttükleri deneylerin ilkelerini ve uygulamasıru açıklamaya çalışan ve keşfettikleri teknolojinin potansiyel risklerini halka duyurmaya cüret eden meslektaş­ lanru dahi eleştiriyorlar. NANOTEKNOLOJİ: KÜÇÜK PARÇACIKLAR, BÜYÜK FAYDALAR, BÜYÜK RİSKLER Potansiyel riskleri gizli tutmanın tehlikesine mükemmel bir örnek teşkil edebilecek, "simya"run modem bir versiyonu 260
Doğru Prometheus Ateşi var. Simyaalann çok ilgisini çekmiş metallerin hakikaten de birçok gizli ve umulmadık özellikleri olduğu ortaya çıkmış­ tır. Altın büyük ölçüde asal bir elementtir: Ancak nano ölçek­ te çok küçük parçaaklar halinde var olduğunda; diyelim, in­ san saçının binde biri kadar, oldukça reaktif olabilir. Yalnızca çözünür olmakla kalmaz, fiziksel özellikleri de birçok kimya­ sal reaksiyonu hızlandırmak için kullanılabilir. Bakır gibi şef­ faf olmayan bir metal de küçük parçaaklar halindeyken şef­ faflaşabilir ve alüminyum gibi dengeli bir element cayır cayır yanabilir. öyle ki birçok madde çok küçük parçaaklar halin­ de üretildiğinde, fiziksek özellikleri fevkalade ve gizemli, ba­ zen de öngörülemez biçimlerde değişir. Bir nanometre bir metrenin milyarda biridir. Bunun ne ka­ dar ufak bir şey olduğu hakkında bir fikir edinmeniz için şu örneği verebiliriz: Bilinen en küçük yaşam formlarının (örne­ ğin mikoplazma bakterisi) boyu aşağı yukarı 2.000 nanometre­ dir. ONA sarmalının çapı 2 nanometredir ve ortalama bir in­ san kılı 25.000 nanometre kalınlığındadır. Başka bir örnek ve­ recek olursak, bir nanometrenin bir metreye oranı bir bilyenin çapının dünyanın çapına oranıyla aşağı yukarı aynıdır. Bir maddenin parçaak boyutu 100 nanometreden aşağı düşürülürse, maddenin içinde birtakım değişiklikler meyda­ na gelir. "Kuantum boyut etkisi" denilen etki ortaya çıktıkça elektronik özellikleri değişir. Bu boyutta, nano parçaağı oluş­ turan atom veya moleküller maddenin büyük halindeki atom veya moleküllerden farklı davranırlar. Bunun nedeni kimya­ sal güçlerin ve hidrojen bağının, nano parçaaklann fiziksel özellikleri üzerinde, çekim kuvveti gibi fiziksel özelliklerden çok daha fazla etkilerinin olmasıdır. Dahası nano ölçekte, bir maddenin yüzey alanının hacmine oranı değişir ve bu da o maddenin mekanik, termal ve kimyasal niteliklerini değişti­ rir. 261
Baş Belası lcatlar Nanoteknolojinin yeni bir fikir olmadığı ortaya çıkıyor. California Teknoloji Enstitüsü'nden, Nobel Ödülü kazanan fizikçi Richard Feyrunan 1 959' de verdiği fevkalade bir derste, bu bilim dalının ortaya çıkacağını öngördü ve çok küçük par­ çaaklann manipülasyonunun gelecekte çok yararlı olabilece­ ğine dikkat çekti.ıo Feyrunan "nano parçacık" veya "nanotek­ noloji" terimlerini icat etmemiş olsa da, atomik seviyedeki parçacıkları kullanarak, insan vücudunda hbbi tedavi yapa­ bilecek çok küçük robotları, aynca minyatür bilgisayar ve ka­ meralar ile çok daha güçlü mikroskoplar yapabileceğimizi öne sürmüştür. Ayrıca parçacıkları nano seviyesine küçültü­ len birçok elementin, çok sayıda tuhaf ve öngörülemeyen özelliklere de sahip olacağını anlamışhr. Şu var ki ancak nis­ peten yakın bir zamanda, modem kimyasal işlemlerdeki iler­ lemenin bir sonucu olarak, hpkı Feyrunan'ın öne sürdüğü gi­ bi, bilimciler çok küçük madde parçacıklarını üretip sonra onları istenen boyutta birleştirdiler. Nanoteknoloji nasıl işimize yarayabilir? Bu teknoloji hali­ hazırda giyim sanayinde kullanılıyor. Bir giysiye, örneğin ha­ ki bir gömleğe yerleştirilmiş nano parçaaklar, onu lekelere karşı öyle dirençli hale getirir ki kuru temizleme veya deterja­ na gerek kalmayabilir. Başka alanlarda nanokompozitler oto­ mobil karoserinde kullanılan çizilmeye dayanıklı, paslanmaz plastik malzemeler imalahnda kullanılıyor. Bu malzemeler olağanüstü dayanıklı ve son derece hafif ve bu malzemelerin kullanımı da daha az yakıt gerektiren daha güvenli otomobil­ ler anlamına geliyor. Metal nano kristallerden yapılma metal rulmanlann daha uzun süre dayanma olasılıkları yüksektir ve daha az sürtünme üretir, motor verimini artırırlar. Şu anda nano kristallerin, güneş ışığından enerji üretip dolayısıyla C02 yayılımını azaltan ışıl gerilim aletlerinin imalahnda bir değeri olup olmadığını görmek için araşhrmalar yapılıyor. 262
Doğru Prometheus Ateşi önceden çözünrnez olan maddeler bazen nano seviyede çözünebilir hale gelir, öyle ki bazı nano parçaaklar soğuk su­ da dahi çözünebilirler. Dolayısıyla nano parçaaklar bağlı ol­ dukları diğer maddelerin çözünebilirliğini ve geçirgenlikleri­ ni artırabilirler. Bu özellikleri onları ilaçlarda çok yararlı kıla­ bilir. Nano parçaaklar zaten bazı çinko oksitli güneş kremle­ rinde kullanılmaktadır çünkü değerli bir özellik olan, ultravi­ yole ışınlarını emme özellikleri vardır. Parçacıkların küçük olması, bu kremlerin beyazdan ziyade şeffaf oldukları ve da­ ha çabuk yayılıp, daha geniş alanları kapladıkları için, daha az kreme ihtiyaç olduğu anlamına gelir. Bazı limonata ve meyve sularında da halihazırda kullanılan nano katkı mad­ deleri içeceklere cazip bir renk verirler. Bu yeni bilimin endüstriyel uygulamaları gitgide artıyor. Alüminyum nano parçacıkları yüksek randımanda yanan, kolay tutuşan roket yakıtlarında kullanılıyor. Bakır nano par­ çacıkları, motor yıpranmasını azaltan mükemmel yağlayıa özellikleri nedeniyle motor yağlarına ilave ediliyor. Bir tung­ sten-karbür-kobalt bileşik nano tozundan, günümüzde mat­ kap ucu, kesme takımı, zırh kaplama ve jet motoru parçala­ nnda kullanılabilecek elmas kadar sert alaşımlar yapmak için yararlanılıyor. Aynca araba radyosu, cep telefonu, ışık yayan diyot, kamera, dizüstü bilgisayar ve televizyonlarda kullanıl­ ması için yapılan çalışmalar arhyor. Filtre imalatında büyük ilerlemeler olası görünüyor. Tek kullanımlık alüminyum nano elyaflar hemen hemen bütün virüs, bakteri ve diğer zararlı organik birleşimlerin, akış hızı çok yüksek olan sulardan dahi filtrelenebilmesini mümkün kılacak şekilde küçültülebilir. Bu filtreler geleneksel malze­ melerden yapılma olanlardan çok daha etkili olabilir ve muh­ temelen biyolojik veya farmasötik akışkanların (plazma gibi) sterilize edilmesinde, ilaç sanayinde kullanılan farklı protein263
Baş Belası icatlar lerin aynşhnlmasında ve biyolojik savaşta kullanılan bakteri gibi havadaki tehlikeli maddelerin tespitinde muhtemelen gitgide daha yararlı olacakhr. Uygun bir nano filtreden su­ yun sadece bir kez geçmesi, derhal kullanıma uygun büyük miktarda temiz, steril su temin edilmesine kafi gelecektir ve su kaynaklan yeterli olmayan veya kirli olan yoksul ülkeler­ de çok değerli olabilir. Toksik özelliklerinin olmadığı garanti edtlebilirse, nano parçacıklar tıpta son derece değerli olabilir. Farmakolojik ajanların veya ilaçların dokulara iletimini kolaylaşhrmanın dışında (örneğin enjekte etmeden) görünüşe göre nanotekno­ loji gelecekte hücrelere girip çıkabilecek, kan damarlarındaki saldırganları yok edebilecek ve hücrenin içindeki DNA'yı ha­ ta veya mutasyonlara karşı kontrol edebilecek tamir makine­ leri yapmak için kullanılabilecektir. Nanoteknoloji kanser te­ davisinde özellikle umut vericidir: Uygun antikor veya pep­ titlere tutturulmuş nano parçacıklar tümörleri ve tümörleri besleyen kan damarlarını hedef alacak biçimde kullanılabilir, kanser ilaçlarının normalde kendilerini öldürecek tümörlerin ve bu tümörleri besleyen kan damarlarının içine salınmasını sağlayabilir. Uygun boya veya göstergeçlere tutturulmuş na­ no parçacıklar hastalıkları tespit etmede, özellikle kanser ta­ ramasında yararlı olabilir. Gelgelelim nanoteknolojiı:ıin, mevcut işlemler kullanılarak başarılması mümkün olmayan muazzam faydalar sağlama­ dığını söylemek adil olacaktır. Genelde, nanoteknoloji için ta­ sarlanan işlerin çoğunu oldukça etkin biçimde yerine getiren çok güvenilir teknolojilerimiz var. Her koşulda, nanoteknolo­ ji alanı büyük gelecek vaat etmektedir ve birçok bilimci nano­ teknolojinin, yirmi birinci yüzyıldaki bilimsel gelişmelerin en önemli ve heyecan verici alanlarından biri olacağına inanı­ yor. Ne var ki bu kitapta tanımlanan bütün gelişmeler gibi, 264
Doğru Prometheus Ateşi nanoteknolojinin kullanımı da kayda değer riskler ve olası tehlikeler taşıyor. Avrupa Komisyonu Nano Biyobilimler Birimi ve Yapay Ortam Yöntemler Birimi'nden Jessica Ponti ve meslektaşları kısa süre önce kobalt nano parçaaklarının, laboratuvar hücre kültüründeki hücrelere karşı son derece toksik olduğunu bil­ dirdi. Kültür hücrelerine olanlar her zaman canlı hücre için­ de olanları yansıtmadığı halde, Jessica ile çalışma arkadaşla­ rının DNA hücresinde hasar olduğunu söylemesi endişe ve­ ricidir çünkü onların gözlemledikleri şey kanserli hücrelerin gelişme riskini muhtemelen artırabilir.11 Bu ürkütücü bulgu istisnai bir sonuç değildir. Mississippi' deki jackson State Üni­ versitesi'nden Paresh Chandra Ray ile Arkansas, Jeffer­ son'daki Ulusal Toksikoloji Araşhrma Merkezi, Biyokimya­ sal Toksikoloji Bölümü'nden Peter Fu nano parçaakların tok­ sikliğiyle ilgili (kendi çalışmaları da dahil) birkaç araşhrmayı yakın geçmişte incelediler.12 Öyle görünüyor ki normalde hiç de zehirli olmayan birtakım elementler 100 nanometrenin al­ tındaki boyutlara küçültüldükleri zaman toksik hale geliyor­ lar. Dahası bilimcilerin incelemesinde bu .tehlikeli etkileri ön­ görmenin zor olduğuna işaret ediliyor. Örneğin nano alhnın bazı formları (örneğin küreler) toksik görünmezken, diğerle­ ri (belki de çubuk şeklinde olanlar) biyolojik açıdan tehlikeli olabiliyorlar. Eğer nano parçacıklara maruz kalan hücreler zaten anormalse, gözlenen toksiklik bazen çok daha fazla oluyor. Yani kanser hücrelerinin nano parçaaklardan zehir­ lenme olasılığı sağlıklı hücrelerinkinden çok daha fazla olabi­ lir: Çok değerli olabilecek bir bulgu. Gel gör ki hiz hala nele­ rin nano parçacığı tehlikeli yaphğını tam olarak bilmiyoruz. Görünen o ki maddeler nano ölçeğe küçültüldüğünde, tok­ siklik dereceleri boyutlarına ve şekillerine -küre, çubuk, tüp veya koni- bağlı olabilir. Ancak madde türü de önemlidir: 265
Baş Belası lcatlar Örneğin nano gümüş ve nano bakırın, zebra balığı ve embri­ yolan ile göletlerde bulunan küçük su piresi daphnia pulex için zehirli olduğu keşfedilmiştir. Ancak benzer koşullar al­ tında, nano titanyum zararsız görünmüştür. 13 Birkaç yıl önce bazı nano parçacıkların, solunduktan son­ ra akciğerin içindeki hücrelerin yüzeyinde dağıldıkları tespit edildi. Bu parçaaklar hücrelerin üzerinde oldukça, kronik akciğer hastalıkları olan insanların savunma sistemleriyle- te­ mizlenmeleri olasılığı daha az olabilir. Bu fenomen bazı akci­ ğer hastalıklarını belli ilaçlarla tedavi etmede yararlı olabilir; ancak bazı nano parçacıklar deney şartlan alhnda görünüşe göre farelerin akciğerlerinde yoğun iltihaba neden oldukları için, düşünmeden kullanılabilecek bir teknoloji değildir. Çok ince karbon parçacıkları akciğerden kan dolaşımına çok ko­ lay geçer ve merkezi sinir sistemine de girebilirler ki orada beyin üzerinde etkili olabilirler. Başka bir mesele de karbon nano tüp yapısının asbest yapısına çok benzemesidir. Asbest parçaaklarını solumanın akciğer, göğüs duvarı ve karın içi kanserine neden olduğu biliniyor, bu yüzden karbon nano tüplerinin benzer riskler taşıması da kesinlikle mümkündür. Endişe verici ciddi meselelerden biri de çevreye salınan nano parçaakların eko sistemler üzerinde ters etkileri olabi­ leceğidir. Nano parçaakların nasıl davranacaklarını bilmiyo­ ruz, ancak nanoteknolojinin örneğin güneş kremleri, fabrika gazı emisyonları veya ısk�rta kumaş, boya ve sağlık ürünle­ rinde uygulamasının artmasıyla birlikte su ve toprağın kir­ lenmesi yalnızca zaman meselesidir. Bu madd. er orijinal na­ no ölçekteki boyutlarını ve yapılarını koruyup, etkilerinin dikkatle kontrol edilebildiği laboratuvar sistemlerinde oldu­ ğu gibi reaktif mi olacaklar? Şu anda doğal ortamdaki orga­ nizmalar üzerinde nano parçacıkların etkilerinin, ayru mad­ denin daha büyük parçaaklanrun etkilerinden önemli ölçüde 266
. Doğru Prometheus Ateşi farklılık gösterip göstermeyeceği hususunda çok fazla bir fik­ rimiz yok. Nano maddelerin bitkiler üzerinde de tuhaf etkileri olabi­ lir. Titanyum oksit nano parçacıkları görünüşe göre fotosen­ tez ve azot metabolizmasını destekliyor ve ıspanak bitkisinin gelişmesine katkıda bulunurken, alüminyum oksit parçacık­ ları ise mısır, salatalık, soya fasulyesi ve havuçta kök oluşu­ munu engelliyor.14 Nano parçacıklar ayrıca bazı koşullarda deniz yosunu ve su yosununun gelişimini değiştiriyor gibi. Şu an itibariyle, denizde veya karada yetişen, nano parçaak­ lara maruz kalmış bitkileri yemenin, bu bitkilerden beslenen hayvanlar üzerinde nasıl bir etkisi olduğunu bilmiyoruz. Bu parçacıklar insanlar da dahil olmak üzere, birçok memeli ya­ şam formları için son derece zehirli olabilir. Bütün bu örnekler bize nanoteknoloji, çok sınırlı ölçekte kullanımı hariç, herhangi bir şey üzerinde uygulanmadan önce neden kapsamlı araştırmalar yapılması gerektiğini çok iyi gösteriyor. Aynca nanoteknolojinin ahlaki değerleri hiçe sayan devletlerce, izi sürülemeyen kitle imha silahlan imala­ tında kullanılması olası · ığı dikkatle denetim altında bulun­ durmamız gereken gerçek bir tehdittir. Nanoteknoloji günümüzde bilim hakkında açık olunması­ na, bilimin yapabileceklerinin değerlendirilmesine, fikirlerin kötüye kullanımı ile teknolojinin karanlık tarafının bilinmesi­ ne neden daha önce hiç olmadığı kadar ihtiyaç olduğuna mü­ kemmel bir örnektir. Dolayısıyla halka kulak vererek halkla etkileşimlerini güçlendirmeye çalışan birçok bilimcinin nano­ teknoloji biliminin ortaya çıkardığı meseleler üzerinde odak­ lanması iyi bir şey. İngiltere' de Mühendislik ve Fizik Bilimle­ ri Araştırma Konseyi (Britanya' daki bilimsel araştırmalara kaynak sağlayan en büyük kuruluş), Kraliyet Mühendislik Akademisi ve Royal Society halkla iletişim kurmak ve nano267
Baş Belası icatlar teknolojinin ortaya çıkardığı karmaşık meseleler hakkında halkın endişelerini dinleyip yanıt vermek için övgüye değer bir açıklık ve istek sergilemişlerdir. Hepimiz yararlı sonuçlar elde edeceğimize inandığımız teknolojilerin getiri ve götürüleri hakkında daha çok bilgi sa­ hibi olmalıyız. Ateşi dizginleme ve ateşin özelliklerinden bü­ tünüyle istifade edebilme becerimiz olmadan, biz insanlar günümüzde keyfini sürmekte olduğumuz oldukça elverişli çevrede var olamazdık. Etrafımızdaki hemen her şey; binala­ rımız, rahatımızı sağlayan şeyler, taşıtlarımız, ilaçlarımız vs. bu teknolojiye gereksinim duyar. Bu teknolojiyi kullanabilme becerimizin sonucu olarak, daha doyumlu ve uzun yaşamlar sürüyor ve geçmişte insanları tehdit eden şeylerden daha iyi korunuyoruz. Metalleri manipüle edip çok küçük parçaaklar meydana getirdiğimiz bu yeni becerimiz yaşamlarımızı iyi­ leştirmemizi sağlayacak başka bir devasa adım olabilir. An­ cak eğer güvende olmak istiyorsak, bu teknolojiyle alakalı olası risklerin dikkatle değerlendirilmesi ve kontrol edilmesi gerekiyor. Ve ne gariptir ki, ileride göreceğimiz gibi, ateşi kontrol alhnda tutma becerimiz gezegenimizi tehdit ediyor ve eğer ihtiyatlı olmazsak kendi yıkımımıza sebep olabilir. 268
Sekizinci Bölüm DÜŞÜNDÜRÜCÜ VE KÜKÜRTLÜ ATEŞLER Ateşi bin yıllardır kullanıyoruz ve ateşten kendi amaçlarımız doğrultusunda uzun zamandır yararlandığımız bir geleneği­ miz var, fakat ancak on yedinci yüzyılda ateşin ne olduğunu tam anlamıyla araştırmaya başladık. Bu keşif yolculuğuna hayati katkısı olan, olağanüstü bilimci Robert Boyle'un çalış­ malarıdır. Londra'daki Birkbeck College'da Tarih Profesörü olan Michael Hunter akademik kariyerinin büyük bölümünü Boyle'un hayatını ve eserlerini analiz etmeye adamıştır ve onun hakkındaki etkileyici kitabı incelemeye değen r.1 Boy­ le, her şeyden önce deney yapmanın önemine çok inanıyor­ du. İlk Cork kontunun en küçük oğlu olan Boyle, Ben John­ son satirik eseri The Alchemist'i yazdıktan tam on yedi yıl son­ ra, 1627' de Lismore Şatosu'nda doğdu. Günümüzde Lismo­ re'un sahibi Devonshire düküdür ve yakınındaki müzedeki Robert Boy le Bilim Odası Boyle'un kökerılerini ve deney yap­ maya olan bağlılığım abideleştirir. SİMYADAN DENEYE Boyle'un babası İrlanda'nın hazinedanydı ve bu makamday­ ken büyük bir servet edinmişti. Dolayısıyla Robert varlıklı, aristokrat bir ortamda büyüdü; kısmen evde kısmen Eton College' da, daha sonra da Avrupa' da eğitim gördü. Profesör 269
Baş Belası icatlar Hunter' a göre gençliğinde yaptığı denizaşırı yolculukları sı­ rasında Boyle huşu verici gök gürültülü fırtınanın yol açtığı bir dönüşüm tecrübesi yaşadı. Öyle görünüyor ki bu tecrübe son derece etkili oldu ve Boyle ömrü boyunca çok dindar bir insan olarak yaşadı. 1649' da Boy le Dorset, Stalbridge' deki evinde bir laboratu­ var kurdu (maalesef o evi günümüze kalmamıştır) ve orada yaptığı deneyler kariyerini değiştirdi. Erken dönem çalışma­ ları açıkça simya geleneğinden etkilenmişti ancak onun ama­ cı her zaman doğru ölçüme dayalı ciddi ve güvenilir deney­ ler yapmaktı. Daha sonra Oxford' a taşınıp, babasının İrlanda mülklerinden gelen bol para ve ailesinin bağlantıları sayesin­ de rahat bir düzen kurdu ve doğal dünyayı daha iyi anlama­ ya çalışan benzer kafadaki birçok meslektaşından oluşan bir çevreye sahip oldu. Boyle'un bu dönemde ilgi alanları çoğal­ dı ve birçok gazete yayımladı. Robert Hooke'un yardımıyla havanın yapısını araştırarak, en ünlü deneysel gereci olan va­ kum bölmesi ile hava pompasını icat etti. Bu aygıt vasıtasıy­ la vakum içindeki bir kedinin boğulacağını keşfetti ve hem nefes almanın hem de ateşin bölmedeki havanın bir kısmının tüketilmesine neden olduğunu fark ettiğinde ise oksijeni keş­ fetmenin eşiğine geldi. Boyle'un çağdaşı Alman bilimci George Stahl yanma hak­ kında benzer bir şey bulmuş, yanmış olan maddelere ne ol­ duğunu açıklamak için "flojiston kuramı" olarak bilinen ku­ ramı ortaya atmıştı. Stahl' a göre flojiston yanma sırasında kaybolan bir maddeydi, yanan bir cisim böylece öncekine gö­ re hafifliyordu. Boyle hiçbir şeyin hava olmadan yanamaya­ cağını çünkü havanın kaçan flojistonu emmek için gerekli ol­ duğunu iddia etti. Kimyaaların flojiston modelinden vazgeçmeleri ve bazı maddelerin yandıktan sonra ağırlaştığını fark etmeleri bir 270
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler yüzyıl sürdü. Bunun nedeni kimyaalann veya disiplinlerinin herhangi bir şekilde başarısız olması değil de daha çok, bilim tarihçisi John Gribbin'in işaret ettiği gibi, gerekli aletlere sa­ hip olmamalarıydı. Fizik ipe bağlı toplarla yapılıyordu veya hatta söylentilere bakacak olursak, elma ve ağaçlardan ancak biraz daha fazlası söz konusuydu. Öte yandan kimya için gü­ venilir ısı kaynakları ve sıcaklık ölçmek için hassas aletler la­ zımdı, bunların yanı sıra yakılacak şeyin ve ortaya çıkacak külün ağırlığını kaydedecek bir terazi de gerekiyordu. Diğer düşünürlerin Boyle'un ve Stahl'ın bulgularını alıp geliştire­ bilmesi için bir potansiyel olmasına rağmen, ilk hassas avalı termometre 1714'de icat edilene kadar elleri kollan bağlı kal­ mıştı. Termometre icat edildiğinde, Fransa doğumlu İskoç Jo­ seph Black kısa süre sonra bundan istifade etti. Black'in ilk başta ilgilendiği şey, böbrek taşlarını çözmek için kullanılan çeşitli tehlikeli yakıcı ilaçlardı veya daha çok, iyi geleceğine inanılan şeyler. Black beyaz manyezitin, böbrek taşını uygun ve daha az zarar verecek şekilde tedavi edeceği umuduyla özelliklerini araştırırken, manyezitin ısıtıldığında her zaman ağırlık kaybettiğini fark etti. Aynca suyla karıştığında köpür­ düğünün farkına vardı ki aynı durumda daha yakıcı alkaliler köpürmüyordu. Black beyaz manyezit gibi hafif alkalilerin, yanma veya suyla karışmaları sonucu serbest kalan bir mik­ tar "sabit hava" içerdiği sonucuna vardı. Black gitgide daha hassas teraziler kullanarak, salıverilen bu "sabit havayı" ince­ leyip ölçtü ve olağan havadan farklılık gösterdiği ama ikisi­ nin bazı ortak özellikleri olduğunu tespit etti. Daha sonraları bulguları yayımlanıp da ün ve servet kazanınca, bu düşünce­ lerini tekrar ele aldı ve "sabit havanın" hayvanların solunu­ mu, sıvıların mayalanması ve kömürün yanmasıyla da orta­ ya çıktığı sonucuna vardı. Black kuşkusuz karbondioksiti ta­ rif etmişti. 271
Baş Belası icatlar Black Glasgow Üniversitesi'nde daha sonra hp profesörü oldu. Buhar makinesinin öncüsü James Watt'la arkadaş olan ve onu destekleyen Black ısının özellikleriyle de ilgileniyor­ du. 1756 ile 1 766 arasında yaphğı deneyler sırasında, sanayi devriminin teknolojisini oluşturmada çok önemli olacak iki kavram geliştirdi. Bir tanesi "ısı sığası"ydı: Black aynı sıcak­ lık arhşıru sağlamak için farklı maddelerin farklı ısı miktarla­ rına ihtiyaç duyduğunu tespit etti. İkincisi "gizil ısı"ydı, maddeler hallerini bu ilkeye göre değiştiriyordu, yani termo­ metrede bir sıcaklık artışı olmaksızın sıvılaşıyor, kahlaşıyor, buharlaşıyor veya yoğunlaşıyorlardı. Zamanın İskoç üniver­ sitelerinde olduğu gibi, Black bu fikirlerini seçkin dergilerde yayımlamak yerine bütün öğrencileriyle paylaştı. Bu fikirler bir başka bilimci Joseph Priestley' nin çalışmalarında son de­ rece etkili olacaktı. On sekizinci yüzyılın sonlarında çevre hızla değişmeye başlamıştı. Henüz insanlar iklim değişikliği tehdidi altında değildi ve görünürde küresel ısınma da yoktu. Ne var ki Bri­ tanya tarım ekonomisinin ağırlıkta olduğu bir düzenden güç­ lü bir sanayi toplumuna doğru hızlı bir dönüşüm içindeydi. Mısır ve yünü; demir, pamuk ve kömür gasp ediyordu. Taş­ ra özellikle de Midlands, Lancashire ve Yorkshire arhk Lon­ dra' nın fakir komşuları değil ülke refahının dinamolanydı.2 Birmingham birçok etkinliğin doğal merkeziydi. 1770 civa­ rında bir grup "yaraha filozof", bilim, sanayi ve edebiyat adamı düzenli olarak toplanmaya başladılar. Bu nüfuzlu şah­ siyetler kulübü kendilerine Ay Topluluğu dediler ve her ay dolunaya en yakın .pazar akşamında (ya da daha sonralan pazartesi günleri) akşam yemeğinde buluştular. Yemekten sonra eve güvenle varabilecekleri en çok ışığı sağladığı için dolunay özellikle seçilmişe benziyordu, en son ortaya atılan bilim ve mühendislik fikirleri hakkında konuşup, yiyip içe- 272
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler rek yorgun düştükten sonra atlarına ve arabalarına güçlükle biniyorlardı. Mensupları şaka olsun diye çoğu kez kendileri­ ne "Meczuplar'* diyen bu grup Jarnes Watt ve Joseph Priest­ ley, çömlekçi Josiah Wedgwood, mucit ve politika yazarı Ric­ hard Edgeworth, sanayici Matthew Boulton, doktor ve bota­ nikçi Erasmus Darwin (Charles'ın büyükbabası), ve sabun ve cam fabrikatörü James Keir gibi kişileri içeriyordu. Gruba ka­ dın alınmıyordu ve laboratuvarlarında teknik yardım sunan erkekler de bu oldukça seçkin gruba nadiren kabul ediliyor­ du. (Bu biraz günümüzdeki Garrick Kulübü'ne benziyor, de­ ğil mi?) Etkinlikleri arasında, hava durumunu dokuz yıl bo­ yWtca günde dört kez kaydetmek, deniz suyWtdan alkaliyi çekmeye çalışmak ve bozuk para basmak için baskı makinesi ve fabrika işçilerini denetlemek için de zaman çizelgeleri ge­ liştirmek vardı. Hatta bir pistona güç vermek için yanma va­ sıtasıyla kömür gazım kullanan bir motor kavramını bile tar­ bştılar ama sonra fazla hayal ürünü bulup vazgeçtiler. Ay TopluluğunWl fikirlerinin kapsamı, Joseph Priestley somut örneğinde, üyelerinin ilgi alanlarını ve entelektüel yetenekle­ rini yansıtıyordu. Priestley fevkalade çok yönlü biriydi. Otuz dört yaşına geldiğinde, bir İngilizce gramer kitabı, yaklaşık 250.000 keli­ meden ibaret (bu kitabın aşağı yukarı iki katı) bir elektrik ta­ rihi kitabı ve hükümetin Amerikan kolonilerini idaresini eleş­ tiren çeşitli kitapçıklar yazmıştı. İncil'i iyice incelemiş ve Ba­ ba, Oğul ve Kutsal Ruh kavramının abes olduğu sonucuna varmıştı. Bir keresinde, "Muhalif doğduğum, İngiltere Kilise­ si gibi yozlaştına bir sistemin zincirlerine bağlı olmadığım ve Oxford veya Cambridge'de okumadığım için Tanrı'ya şü­ kürler olsun," demişti.3 111. George'un kıdemli bir bakanı olan * Lunar kelimesinin uayla ilgili", /unatic kelimesinin de "deli, meczup" an­ lamına gelmesinden yararlanarak bir kelime oyunu yapılıyor. (Çev. n.) 273
Baş Belası icatlar Lord Shelbume'ün politik danışmanı oldu, ancak politik me­ selelerde o kadar dobraydı ki çok geçmeden bu işi bırakmak zorunda kaldı. Fransız Devrimi davasına bağlı olan Priestley Ay Topluluğu'ndan çeşitli arkadaşlanyla birlikte, 14 Tem­ muz 1 791' de Bastille baskınının ikinci yıldönümünü kutla­ mak için Birmingham'da bir yemek düzenledi. Ay Toplulu­ ğu'nun üyeleri baskıa olduğunu düşündükleri hükümetleri­ ni gitgide daha çok eleştirmeye başlamışlardı. Ancak Bir­ mingham o sırada ciddi bir ekonomik bunalımdan geçiyor­ du, kilise vergileri artıyor ve insanlar da Polis Yasası'nı finan­ se etmek için kendilerinden yeni bir vergi istendiğini düşü­ nüyorlardı. Şartlar isyan için uygundu ve her zaman şüpheci olan dindar muhalifler yetkililerin büyük ölçüde görmezden geldiği organize bir güruh olarak özel yemek partisini basma ümidiyle otele gitti. Ancak yemeğe katılanlar bir sorun çıka­ cağını sezdikleri için çoktan oradan ayrılmışlardı; bu yüzden otelin bütün pencerelerini kıran öfkeli kalabalık Priestley'nin evine saldırdı ve ailesini taşa tuttu. Priestley bir arkadaşının evine kaçtıktan sonra kalabalık onun kütüphanesini, bilimsel çalışmalannı ve çeşitli aletlerini tahrip ederek evi ateşe verdi. Bu isyanlann sonunda, yirmi yedi eve saldırılmış, dört top­ lantı yeri tahrip edilmiş ve bir polis ile sekiz isyancı ölmüştü.4 Priestley Londra'ya kaçtı ve birkaç yıl sonra altmış bir yaşın­ da yani nispeten ilerlemiş bir yaştayken, karısı ve çocuklany­ la birlikte Pennsylvania'nın daha hoşgörülü bölgelerine göç­ tü ve 1804'te ölünceye kadar oradan ayrılmadı. Priestley hem nefes alıp verme hem yanmayla alakalı bir­ kaç gaz tanımlamıştı ve aynca hava solunduğunda vücudun kullandığı öğe olarak oksijeni tanımlayan ilk bilimciydi. Ok­ sitleri ısıtıp saf oksijen elde ederek, fareler üzerinde hem nor­ mal şartlar altında hem de oksijenin az olduğu bir atmosfer­ de nasıl hareket ettiklerini görmek için deneyler yaptı. Fare274
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler nin daha çok oksijen içeren hava soluduğunda tekerlek üze­ rinde daha uzun süre koştuğunu görerek, saf oksijenin nor­ mal havadan dört beş kat daha fazla solunumu desteklediği sonucuna vardı. Farkında olmadan oksijenin soluduğumuz havanın yalnızca beşte birini oluşturduğunu bulmuştu. Londra'daki N ational Gallery'de sergilenen, Joseph Wright'in 1 768'de yaptığı şahane An Experiment Bird in the Air Pump (Hava Pompasındaki Deney Kuşu) tablosu bu keşfin bilime girmesinin cazibesini ve dehşetini canlandırır. Ustalı­ ğını sergileyen bir bilimci kürenin içindeki havayı çekerken, beyaz bir papağan büyük bir cam kürenin içinde çaresizce kanat çırpmaktadır. Bilimci ne kuşun zor durumuna aldırış eder ne de biz izleyicilerle ilgilenir, tablodan dışarı boş boş bakar. Laboratuvarın kasvetli ortamında, deneyden yayılan ışık seyircilerin yüzünü çarpıcı biçimde aydınlatır. İki küçük kız kardeş dehşete kapılmıştır, büyük olanı gözlerini kaçırır; görünüşe göre bu zalimane sahneye aldırış etmeyen genç bir çift birbirleriyle daha çok ilgileniyordur, kuşa bakmayan yaş­ lıca bir adam da olan biten hakkında enine boyuna düşünü­ yor gibidir. Priestley, Stahl'ın yanlış olan "flojiston" modelinin o ka­ dar etkisi altındaydı ki nesneler yandığında oksijene ne oldu­ ğunu tam olarak anlayamamıştı. Bu ilerlemeyi gerçekleştiren ise yanan maddelerin ağırlaştığını gözlemleyen Fransız An­ toine Lavoisier oldu. Tabii bu gözlemini Priestley'nin çok sev­ diği devrimciler kafasını kesmeden önce yaptı. Lavoisier ısı­ yı yoğunlaştırmak için 1,2 m genişliğinde ve 15 cm kalınlığın­ da dev bir büyüteç kullanarak, yanma sırasında havadaki ok­ sijenin yanan maddeyle birleştiğini fark etti. Bu' da ağırlıkta­ ki artışı açıklıyordu. Flojiston modelinden temelli vazgeçen Lavoisier aynca cisim ısısıyla ateş arasındaki ilişkiyi de ince­ ledi ve her ikisinin de oksijen tüketimiyle ve bu tüketimjn 275
Baş Belası icatlar "sabit hava"ya, yani karbondioksite dönüşümüyle alakalı ol­ duğu sonucuna vardı. Talihsiz bir kobay faresinin etrafı buz­ la çevrili bir konteynere konmasıyla ilerleyen bu araşhrma, on sekizinci yüzyılda insan vücuduna dair görüşün oluştu­ rulmasında hayati bir rol oynadı ki bu görüşe göre insan vü­ cudu bir sistem olarak evrenin geri kalanından farklı değildi, taşın düşmesini veya mumun yanmasını kontrol eden aynı güçler ve yasalarca yönetiliyordu. Yanma üzerine yapılan bu çalışmaların en geniş kapsamlı etkileri tıpta değil sanayide iz bırakacaktı. İnsanoğlu volkan patlamalarını veya bir çalılık yangının yok edici özelliklerini ilk gözlemlediğinden bu yana, alevin içine hapsolmuş enerji­ nin değerini biliyordu. On sekizinci yüzyılda bu gözlem, bi­ limciler ateşin yalnızca özelliklerine değil de çekme, itme, dövme ve pompalama potansiyeline de kafa yordukça daha pratik ve kar esaslı hale geldi. Bu akımın içindeki kayda değer bir figür, Glasgow Üni­ versitesi'nde aygıt yapımcısı ve Ay camiasının bir üyesi olan James Watt'tı. Görevi yeni bilimin önde gelenlerine yardımcı olmak olan bu tersane işçisinin oğlunun konumu, en son ke­ şifleri ticaret dünyasına getirmek için idealdi. 1 759' da bir gün -tam tarih belli değil- John Robison adında bir üniversite öğ­ rencisi yanma üzerinde yürütülen bazı çalışmalarla ilgili gö­ rüşmek için Watt'ı davet etti. Robison daha sonra felsefe pro­ fesörü olacak ve Fransız Devrimi'nin ardında bir Mason komplosu5 yathğına dair acayip teorisiyle daha çok ün kaza­ nacakh, ama o sıralar esasen buharın özellikleriyle ve bu özelliklerin küçük bir arabada nasıl kullanılabileceğiyle ilgi­ leniyordu. Bunun pek devrim niteliğinde bir girişim olduğu söylene­ mezdi. İnsanlar su kaynatmaya başladıklarından bu yana, buharın ağır bir kapağı kaldırabileceğini veya yukarıdaki ça- 276
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler tının sazını sarsabileceğini biliyorlardı. MS birinci yüzyılda Yunan matematikçi lskenderiyeli Heron, sunak ateşinden çı­ kan buharı kullanarak tapınağın kapılarını açıp kapamaya yarayan incelikli bir yöntem geliştirmişti. Daha sonralan da­ ha pratik bir kullanımı ise 1679'da Fransız Denis Papin'in dü­ düklü tencereyi icat etmesiyle gerçekleşti, "kemikleri yumu­ şatmak için bir buharlı kazan yani makine" olarak taruhlan düdüklü tencere için Paris'te basılan bir broşürde La Maniere d'amollir les os et de faire couire toutes sortes de viandes en fort pe­ u de temps et il peu dejrais, avec une description de la marmite, ses proprietes et ses usages" yazıyordu. 1690' da Papin buhar maki­ nesi De novis quibusdam machinis ile ilgili ilk çalışmasını ya­ yımladı, bu çalışmada suyu Kassel'le Karlshaven arasındaki bir kanala çıkacak şekilde yükseltmek için yapılmış bir meka­ nizma tanımlanıyordu. Kısa süre sonra Papin hamisi Hesse­ Kassel prensine ait bir sarayın çatısı üstündeki bir hazneye su pompalamak için bu makineden bir tane daha yaptı. Pompa­ nın yapılma amacı şatonun bahçesindeki çeşmeden suyun basınçlı şekilde akmasını sağlamaktı. 1 707'de Papin Yeni Sa­ nat: Buhar Kullanarak Su Pompalamak adlı eserini yayımladı. Ne var ki Papin'in buhar makineleri çok kötü sızdırıyordu ve piston bölmesi de ancak havayla soğutuluyordu ki bu da ma­ kinenin amacına pek uygun değildi. Yani aygıt zar zor çalışı­ yordu; Papin'in iyi fikirleri olmasına rağmen mühendisliği pek iyi değildi. Bereket versin ki Papin buhar basmanın ölümcül seviyelere ulaşmasını engellemek için düzeneğinde bir emniyet vanası da tasarlamıştı. Papin'in diğer projeleri arasında, görünüşe göre ilk turun­ da batan ve bu icada epeyce para yatırmış olan hamisi pren­ si hayal kırıklığına uğratan denizaltı ve İspanya Veraset Sa­ vaşı'nda kullanılmak üzere bir havalı silah ve bomba atar da vardı. Papin daha kurallara uygun bir şekilde Royal Soci277
Baş Belası icatlar ety'ye kabul edilmeden, birkaç çalışması 1707 ve 1712 arasın­ da bu kurumun önüne konmuş gibidir; bir tanesi 1690' da yaphğı buharlı makineyle ilgiliydi ki bu Thomas Newco­ men'ın 1712'de yaptığı makineye çok benziyordu. Londra'ya Fransa' dan Protestan mültecisi olarak gelmiş olan Papin'in fi­ kirlerine çok az itibar gösterilmiştir, kişisel rekabetlerden (Pa­ pin Leibniz'in arkadaşıydı ve bu yüzden muhtemelen Royal Society'nin başkanı Isaac Newton'la arası iyi değildi) çektiği kadar, o sıralar bilimin başına bela olan politik ve dini entri­ kalardan da çekmiştir. Bu tarz anlaşmazlıklar halen günü­ müzde de bilimcileri ve çalışmalarını olumsuz etkiliyor. Pa­ pin 1712'de yokluk içinde öldü ve bir fakirler mezarlığına gö­ müldü. 1698'de mucit Thomas Savery bir "suyu ateşle yükseltme makinesi" için patent aldı, madencilik sanayiinde pompa ola­ rak kullanımına istinaden makinesine "Madencinin Dostu" adını vermişti. Yani çeşitli görünüşler altında "buhar makine­ si" uzun süredir ortalıktaydı. Tüm bunlar şu anlama geliyor­ du: Watt ünlü icadını geliştirdiği sırada, o ve diğerleri çok aşina oldukları bir ortamda çalışıyorlardı. Buhar neredeyse aleladeydi. Sonuçlan ise öyle olmayacaktı. İLERLEYEN SANAYI Babasının Manchester' daki gelişen tekstil işinin bir kolu için gönderilen Rhinelander'lı Friedrich Engels sosyal yaşamı dikkatle gözlemliyordu. İşten sıkılan ve varlıklı burjuvaziyi küçümseyen Engels çığır açacak bir çalışmanın temelini oluş­ turacak izlenimlerini derlemeye koyuldu. lngiltere'de Emekçi Sınıjlann Durumu adlı kitap Engels'in tarihçi ve düşünür ola­ rak ünlenmesini sağlayacak ve Kari Marx'a kapitalizme sal­ dırması için gereken malzemeyi verecekti. Marx'ın Kapi­ tal'inin birçok bölümü bana son derece sıkıc gelmesine rağ278
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler men, Engels'in metinlerinde habn sayılır bir ifade gücü var­ dır: Kaba saba bir sıranın, direk ve çamaşır iplerinin yanın­ dan geçerken insan bu küçük, tek katlı, tek odalı kulü­ belerin karmaşasını daha iyi anlıyor, çoğunda insan ya­ pısı bir döşeme yok; mutfak, oturma odası ve yatak odası hepsi bir arada ... Her yerde kapıların önünde çer­ çöp ve süprüntü var; herhangi bir kaldırım varsa da görmek mümkün değil, ancak ayağınızla tek tük hisse­ debiliyorsunuz. İnsanlar için yapılmış bu ahır derleme­ si iki yandan evler ve fabrikalarla kuşatılmış... Burada dehşet ve infial uyandıran her şeyin kökeni yeni ve sa­ nayi çağına ait. Daha sonra Engels cam sanayinde çalışan çocuk işçilerin durumunu anlatır: "Çocukların çoğu soluk benizli, gözleri kırmızı, çoğu kez haftalarca şuursuz haldeler, şiddetli mide bulantısı, kusma, öksürük, soğuk algınlığı ve romatizmadan mustaripler. Cam üfleyenler genelde genç yaşta zafiyetten veya göğüs enfeksiyonlarından ölüyorlar." İngiltere'nin sanayi yoksullanrun ürkütücü sefaletinden etkilenen sadece Engels değildi. 1883'te yazar Andrew Me­ ams kentli gecekondu sakinlerinin durumunu geçmişte köle gemilerinin kullandığı köle yoluyla kıyasladı ve "İsa'nın uğ­ runa öldüğü ırka sizin kadar ait olan bu binlerce insan" için merhamet çağrısında bulundu. Engels ve Mearns gibi yazarlar bu sefaletin nedenini ça­ buk tespit ettiler. İngiltere' de ekonomik modellerde gerçekle­ şen değişim, kirli, aşın kalabalık şehirlere ve bu şehirlerin, geçinmek için fabrika esaslı işlere son derece bağımlı olan iş279
Baş Belası icatlar çilerle dolup taşmasına yol açmışh. Ateş kullanılmasaydı bü­ tün bunlar mümkün olmayacakh. Birçok yazar sanayi devriminin neden ilk olarak İngilte­ re' de ortaya çıkhğını bulmak için epeyce mesai harcamışlar­ dır. Evvela, ada olmak demek, Marx'ın Rhineland'ındaki ara­ zi sahipleri ile sanayicilerin büyük bir açgözlülükle kapıştık­ ları sınırlı kereste kaynakları demekti. Bu da İngilizleri başka yerlerde güç kaynaklan aramaya itti. Topraklarımız taranın­ ca bol miktarda erişilebilir kömür daman, yani taşınabilir, üs­ tün randımanlı bir yakıt bulundu. Avrupa' da çoğu ülkenin halen, gücü birkaç soylunun eline teslim eden ve orta sınıfın ihtiraslarına karşı çıkan eski feodal kurumlarca eli kolu bağ­ lanmış olmasına rağmen, Britanya'da bu ayrıcalıkların birço­ ğu İç Savaş' ta kaldırılmıştı ve kendilerine miras kalan bir ser­ veti olmayan fakat kendi servetlerini yapmak için yeterli eği­ timi almış olan insanların enerjilerinin önünde daha az engel vardı. Reform sonrasında ortaya çıkan etkiler de buna katkı­ da bulundu: İnsanların çoğunun seçmiş olduğu Protestanlık, inananlara Tanrı'ya, günlük yaşamın içinde, hatta hani harıl para kazanarak bile ibadet edilebileceği inancını aşıladı. Bu arada Protestanlığın dünya nimetlerinden elini eteğini çekme hususundaki ılımlı eğilimleri, insanları kazandıklarını servet gösterilerinde har vurup harman savurmaktansa, tekrar işle­ rine yahrmaya teşvik ediyordu. Bu da dolayısıyla Protestan­ ların sahip olduğu işlerin sürekli genişlemesini sağladı. Fakat bu devrim kömürle başlamamışh. tik olarak 1760'­ larda dokuma makinesi ortaya çıkmışh; gücünü Derbyshire Peak bölgesinin akarsularından alan bu makine birkaç kişi­ nin yaptığı işi yapabiliyordu. Ancak su gücünün ciddi kısıt­ ları vardı. Fabrikaların güç kaynaklarına yakın yerlere, ço­ ğunlukla uzak nehir vadilerine kurulması gerekiyordu. Bu durum hem hammaddelerin nakliyesi hem de bitmiş malla- 280
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler rın gönderilmesinde sorun teşkil ediyordu. Rüzgar gibi su da kullanılabilirdi ama toplanması ve kontrol alhna alınması da­ hi mümkün değildi: Sert bir kışın ardından gelen ani bir don çözülmesi sele neden olabilir, uzun süren bir yazın ardından güç kaynağı azalabilirdi, keza fabrikatörün karlan da öyle. Kömür farklıydı. Taşınabilirdi, bu nedenle kömüre ihtiyaç duyan girişimler en uygun ve en ekonomik bölgelerde ko­ numlanabilirdi. Kömür isteğe göre kapahlabilen veya açılabi­ len düzenli bir güç kaynağı sağlıyordu. Buhara dönüştürü­ len, makine tahrikinde yararlanılan kömür, insanın doğaya olan bağımlılığından kurtulduğu ve doğanın gerçek hakimi olduğu bir aşamaya işaret ediyordu. Ya da insanın hakimi ol­ duğuna inanabileceği bir aşamaya. Yunan mitolojisinde Hephaistos -Romalılarda Vulkan­ metal işçilerinin tanrısıydı. Vazolarda sakat, bazen de ayakla­ n geriye doğru veya bastonla yürürken tasvir edilmiştir. Be­ lirleyici nitelikleri de deforme haldedir, arsenik zehirlenmesi­ nin klasik belirtilerini gösteriyor olabilir. Sakat tanrının bu özelliklerinin geleneksel toplumla bir bağlanhsı olabilirdi. Metal işçileri, demirciler ve madenciler korkunç koşullar al­ tında çalışıyor, tehlike, zararlı duman ve kuvvetli ateşe ma­ ruz kalıyorlardı. Dahası kabiliyetleri o kadar değerliydi ki efendilerinin onların kaçmasına engel olmak için kasten sa­ katlamaları da az görülen bir şey değildi. Dünyanın değerli kaynaklarının çoğunluğu, Almanca ma­ denler anlamına gelen Bergwerke sözcüğünün ima ettiği gibi, dağların alhnda gömülüydü. Madencilik çok tehlikelidir, çünkü değerli maden filizlerine ulaşmak için toprağın yüze­ yinden aşağıya inmek gerekir. Bu da madeni sellere karşı ön­ ceden hazırlamanın yanı sıra, madencileri ve çıkardıkları ma­ deni yüzeye ve yüzeyden uzağa başka yerlere nakletmek için de bir güç formu gerektiği anlamına gelir. 281
Baş Belası icatlar On beşinci yüzyıl başlan gibi erken bir dönemde Alman madenciler Avrupa'run değerli maden filizlerinin çoğunluğu Kutsal Roma lmparatorluğu'nun topraklan içinde bulundu­ ğu için bu soruna kısmi bir çözüm getirmişti. Hund veya kö­ pek olarak da bilinen tekerlekli bir araba tahta raylar üzerine konuyor ve tekerleklerin arasına yerleştirilen metal bir çivi vasıtasıyla raydan çıkmaması sağlanıyordu. Arabayı yine in­ sanlar itip çekiyordu, ancak iş çok daha kolaydı, çünkü araba sabit bir yol üzerinde kalıyordu. Bu ilk raylar bir yüzyıl boyunca kullanıldı ta ki İngiltere ormanları Kraliçe 1. Elizabeth zamanında (çoğunlukla gemi yapımında kullanılmak üzere ağaçların kesilmesinden ötürü) iyice azalana dek. Sonra kömür yakıt olarak odunun yerini almaya başladı. Odun yokluğu aynca inşaatlarda kullanıl­ mak üzere tuğlalara olan talebi arhrdı ve tuğla imalah için de yoğun ateş gerekiyordu. Bu esnada nüfusun dengesiz artışı, kömür genelde kuzeydoğu madenlerinde bulunduğu halde, talebin çoğunun güneyde olduğu anlamına geliyordu. Maden arayıası Huntington Beaumont 1603'te Notting­ hamshire'deki madenlerinden Trent Nehri'ne kömür naklet­ mek için Sir Philip Strelley' den arazi kiralayarak bu soruna çözüm bulan ilk kişi oldu. "Ray döşenmiş 3 kilometrelik bir yolda bu amaçla vagonlar kullanıma girmiştir." Bu sabit va­ gon yollan, kömürün yük beygirleriyle olduğundan daha hızlı ve daha büyük miktarlarda taşınabileceği anlamına ge­ liyordu. Aynca coğrafya ve yerçekimi de katkıda bulunuyor­ du: Çoğu maden ocağı girişi ırmaklardan ve limanlardan çok daha yüksekteydi, bu nedenle kömür arabalarını hareket et­ tirmek için az bir güç gerekiyordu. Beaumont'ın kendi arazisinden epeyce kAr ettiğini fark eden Strelley kira anlaşmasının şartlarının değiştirilmesi için parlamentoya başvurdu. Uğraşmaktan yorulan Beaumont iş- 282
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler lerini Northumberland'e aktardı ve orada kömürü Blyth Ir­ mağı'na, oradan gemiyle Kuzey Denizi'ne ve sonra da Lon­ dra'ya götürecek üç sabit yol inşa etti. Bu süreçte neredeyse bütün parasını kaybetti, fakat bu bir emsal oluşturmuştu ve diğerleri de sonraki iki yüzyılda onun peşinden gittiler. Bu yıllarda inşa edilen, madenden denize giden vagon yolları arasında en önemlisi ilk olarak 1806' da hizmete açılan Kil­ lingworth'tü. Kömür vagonlarıyla yüklü trenlerde frenlerden George Stephenson adında genç bir adam sorumluydu. Fakat Stephenson' dan önce başka bir isim öne çıkacaktı: Thomas Newcomen, 1 712'de Papin'in buhar gücüyle çalışan piston aygıhnı alıp çalışan bir motor haline getiren adam. De­ vonshire hırdavatçısı ile vaizinin bu Fransız'ın işleri hakkın­ da bilgi sahibi olup olmadığı �lli değildir, ama Fransız'ın aygıh onunkine epeyce benzer şekilde çalışıyordu. On sekizinci yüzyıl başlarında İngiltere'de iklim koşulları­ nın özellikle sert olup olmadığını tam olarak bilmiyorum ama bu yıllarda kesinlikle seller nedeniyle birçok maden terk edilmişti. Deniz seviyesinin aşağısındaki Staffordshire'da bu durum özellikle zor bir problemdi ki burada Newcomen'ın buharlı makinesi ilk olarak 1712' de Dudley Şatosu madenin­ deki suyu pompalamak için kullarulmışh. 12 metrelik bir tuğ­ la yapıya yerleştirilmiş bu makine, hayli sermaye yatırımı ge­ rektiriyordu, ama yararlarını sulu arazilerdeki maden sahip­ leri hızla fark etmeye başlamışh. Üç yıl içinde benzer motor­ lar bütün İngiltere' de yapılmaya başlandı ve 1729'da Newco­ men öldüğünde, motorları Macaristan, Belçika, Slovakya ve Fransa' da bulunuyordu. Kömür madenciliği sanayinin de bizzat artık kömüre ba­ ğımlı olması ve daha az madenin seller dolayısıyla kapanma­ sı neticesinde, Newcomen'ın pompaları sabit vagon yolların­ da trafiğin hızlanmasını sağladı. Güzel bir geri besleme dön- 283
Baş Belası icatlar güsünde, kömürün gitgide daha da bollaşması Abraham Darby'nin Shropshire'deki Coalbrookdale'de demir ergitme işlemini mükemmelleştirmesine olanak verdi; bu da dolayı­ sıyla Newcomen motorlarının en eski modellerde kullanılan bakır ve pirinçten daha ucuz malzemeler kullanarak yapıla­ bileceği anlamına geliyordu. Newcomen'ın motoru harikaydı ama kusurları vardı. İste­ nen su pompalama işine uygundu, ancak bu sistemi diğer bağlamlara aktarma teşebbüsleri başarısız oldu. Karşılıklı aşağı yukarı hareketi olan Newcomen motoru tekerleğin ran­ dımanlı olarak döndürülmesinde kullanılamıyordu. O za­ manlar kömür vagonları sarım tamburu vasıtasıyla yüzeye çekiliyor, güç atlardan sağlanıyordu. Newcomen motorunun hayli dengesiz gücünü bu amaç doğrultusunda kullanma gi­ rişimleri başarısız oldu. Sel basması elbette ki kömür madenlerindeki tek hatta en ciddi tehlike bile değildi. Genellikle kaya düşmesinden kay­ naklanan her tür yaralanma çok görülürken, açık ara en ür­ kütücü tehdit ateş, bilhassa patlamaydı. 25 Mayıs 1812' de sa­ at l l .30'da, "grizu"nun tutuşmasıyla County Durham, Fel­ ling'teki loş ocakta muazzam bir patlama meydana geldi. Kö­ mür yerden 180 metreden daha derindeydi ve iki kuyu kulla­ nılıyordu: küçük bir tepedeki William kuyusu ile aşağı yuka­ rı 500 m uzaktaki John kuyusu. John kuyusunun ağzından iki patlama yükseldi, hemen ardından William kuyusu patladı. Çok miktarda toz, kömür ve kaya parçası havaya fırladı; görgü tanıkları gri gökyüzü­ nün kömür tozundan karardığını (ve o şekilde kaldığını) an­ lattılar. Yarım mil öteden toprağın sallandığı hissedildi ve patlama sesi 3-4 mil öteden duyuldu. İki kuyunun da sargı dişlisi kırılmış, William kuyusundaki bobinler ayrılmış ve tahta çerçeveler tutuşmuştu. Neyse ki John ocağındaki sargı 284
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler bobinleri patlama bölgesinin dışında bir vince asılı halde ol­ duklarından kopmadı ve yarım saat sonra, sersemlemiş hal­ deki otuz iki adam ve çocuk bu kuyudan vinçle çekildiler. Ne var ki patlama meydana geldiği sırada 128 adam aşağıda oca­ ğın içindeydi. Üzüntü içindeki akraba ve arkadaşlan maden ocağı girişine koşturduklarında madencilerin eşleri neredey­ se kesinlikle çoğunun dul ve muhtemelen çocuksuz da kaldı­ ğını biliyorlardı.7 Patlamalardan kırk beş dakika sonra ocaktan başka insan çıkmayınca, fevkalade cesur birkaç adam aşağıda başka ha­ yatta kalan olup olmadığını görmek için aşağıya inmeye gö­ nüllü oldu. Dokuz madenci John kuyusundan inip yüzeyden 200 m aşağıdaki zemine ulaşhlar, ancak çatının yer yer çöktü­ ğü alçak koridorlarda çok az ilerleyebiliyorlardı. Her yer ya­ nık kokuyordu ve gaz halen apaçık oradaydı; bu yüzden kur­ tarma ekibi iple yukarı çıkmak için istemeye istemeye kuyu­ nun yanına döndü. Tam bu cesur adamlardan beşi vukar çıkmışh ki ikisi hala kuyuda, diğer ikisi de dipteyken gaz ikinci kez patladı. İpteki adamlar ısı dalgasının yanlarında patladığını hissettiler, ancak epeyce yanmalarına rağmen tu­ tunmayı başardılar. Aşağıdaki iki arkadaşları "kendilerini yüzüstü yere ahp, sağlam bir payandaya sıkı sıkı tutundu" ve ağır yaralanmadan kaçmayı başardı. Sonra iki kez daha kurtarma girişiminde bulunuldu, ancak aşağıya daha fazla inmenin yalnızca riskli değil son derece umutsuz olduğu da barizdi. İki kuyu da aşağıdaki yangını söndürmek amaayla oksijeni bloke etmek için kapahldı. Patlamalarda doksan iki madenci hayalını kaybetti; en so­ nunda temmuzda Heworth'taki St. Mary Mezarlığı'nda def­ nedilebildiler, için için yanan madenden cesetleri çıkarmak güvenli olmadığı için daha önce çıkanlamamışlardı. Altmış beş yaşındaki oduncu Isaac Greener patlamada ölen en yaşlı 285
Baş Belası icatlar madenciydi; aynca biri yirmi dört, diğeri de yirmi bir yaşın­ daki iki oğlu da hayatını kaybetmişti. Ölen en küçük çocuk­ lar ise on yaşındaki Joseph ile sekiz yaşındaki Thomas Gor­ don' dı. Babaları Robert da vefat etmişti. Joseph ve Thomas maden kayıtlarında "tuzakçılar" olarak geçiyordu. Tuzakçı­ lar ocağın çeşitli bölümlerinde kapılarda durur, kömür ara­ baları geçerken kapıları açarlardı. Ardından, havanın yan ko­ ridorlardan geçmesi için kapıyı hemen kapatmaları gerekirdi. Tuzakçılar sabahın ikisinde çalışmaya başlar ve genellikle ocakta on sekiz saat kalırlardı, günde beş pens karşılığında. Bu küçük çocuklar arabalar geçtiği zaman hariç madendey­ ken sürekli zifiri karanlıkta tek başlarına dururlardı. Felling felaketi kömür madenlerindeki güvenliği artırma, özellikle de metan patlamalarını önleme konusunda bir uya­ rı vazifesi gördü. Daha fazla maden felaketinin meydana gel­ mesinin önüne geçmek isteyen bir grup rahip, aynı yıl bilime hizmetleri dolayısıyla şövalyelik unvanı almış olan ünlü Humphry Davy'yle temasa geçti. Bunun sonucunda Davy alevin tel örgüden yapılma bir tüpün içinde yalıtıldığı Davy lambasını yaptı. Bu lamba alevin ısı yaymasını önleyecek ve dolayısıyla havadaki metan tutuşmayacaktı. Lambanın başka bir yararlı özelliği daha vardı: Etrafta metan varsa alevin bo­ yutu değişiyor, madencilerin metanın varlığını tespit etmele­ rini sağlıyordu. Davy, lambasından kar gözetmediği halde, fikrin ilk önce kimden çıktığı hususunda anlaşmazlık devam ediyordu, çünkü hem George Stephenson hem de Dr. Willi­ am Clanny adında biri lambayı ilk önce kendisinin icat ettiği­ ni iddia ediyordu. Ancak şüphesiz bir gelişme olmasına rağmen, lamba pek de ideal sayılmazdı. Verdiği ışık çok sönüktü ve yarı karan­ lıkta uzun saatler boyu çalışan bir sürü adamın gözleri ciddi ölçüde bozulmuştu. Dört dörtlük de değildi, çünkü örgü pas286
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler lanırsa veya kenarlardan sıkıca kapatılmazsa, sızıntı metanın alevle temasa geçmesine yol açabilir ve yine de bir patlama olabilirdi. Zaten adamların kullandığı kazmalardan çıkan kı­ vılcımlar bile ara sıra grizuyu tutuşturmaya yetiyordu. "Gü­ venli" aydınlatma kullanıldığında dahi, ateş müthiş bir risk­ ti. Galler' deki Senghenydd Colliery' de elektrikle aydınlatılan bir ocak, muazzam bir patlama sonucu 14 Ekim 1913'te 439 madenciye mezar oldu. Ateş ve sel ve ayrıca kafa, kol ve bacak yaralanmalarıyla ilişkili riskler dışında, madenciler birçok ağır hastalığa da ya­ kalanıyorlardı ve halen, dünyanın kömür çıkarılan bazı yer­ lerinde bu durum devam etmektedir. Toz hastalığı, amfizem, tüberküloz ve kanser de dahil olmak üzere, çeşitli akciğer hastalıkları madencilerde çok yaygın olarak görülür ve geçti­ ğimiz yüzyıllarda Galler' de yalnızca birkaç bin adam patla­ malar veya kaya düşmeleri sonucu ölmüş olmasına rağmen, on binlercesi akciğerlerinden ciddi derecede rahatsızlanmış­ tır. Bu akciğer hastalıklarının hangi ölçüde vaktinden önce ölüme yol açtığı tartışmalı8 olsa da birçok kömür madencisi­ nin karşı karşıya kaldığı kronik sağlıksızlık hususunda bir anlaşmazlık yoktur. Maden işçilerinin sağlığı benzer gelir se­ viyesinde, madencilik dışındaki sektörlerde çalışan işçilerin­ kinden fark edilir derecede kötüdür. Örneğin 191 1'de Güney Galler' deki Aberdare' de bebek ölüm oranı yerel genel nüfu­ sa göre dört kat daha fazlaydı ve bu ailelerin çoğu çok sağlık­ sız koşullar altında yaşadıkları için, hayatta kalanlarda da kronik hastalık sıkça görülüyordu ve tüberküloz en büyük sorundu.9 Madencilik halen çok tehlikeli bir meslektir. Birleşik Dev­ letler'de her yıl ortalama 315 madenci hayatını kaybediyor, bu da yılda 100.000 işçide 30, l ölüm oranı demektir. Bu ra­ kam 100.000 işçide 9 olan ulusal ölüm ortalamasıyla kıyasla- 287
Baş Belası icatlar nabilir. Çin' de bir madencinin ölme olasılığı Birleşik Devlet­ ler' dekinden otuz yedi kat fazladır ve 2000 yılında yaklaşık 6.000 kömür işçisi hayatını kaybetti. Bu rakam dünyadaki nükleer güç istasyonlarındaki kazalar sonucu meydana gelen bütün ölümlerden çok daha fazladır. MÜKEMMEL MOTOR Teknolojik değişim hızını göz önüne alacak olursak hemen hemen başka bir çağ diyebileceğimiz 1791'de Londra'nın Ber­ mondsey bölgesindeki Albion Un Fabrikası açıldıktan beş yıl sonra alevler içinde kaldı. Un tanecikleri ile havadaki un to­ zu çok yanıcıdır ve un fabrikaları da yangına yatkındır, fakat bu vakadaki kanıtlar kundakçılığa işaret ediyor. Güç kayna­ ğı Jarnes Watt'ın yeni döner buhar makinelerinden biri olan Albion, Londra' daki ilk büyük fabrikaydı. Saatte 10 kilelik üretimiyle benzeri görülmemiş bir üretim kapasitesi vardı, birçok rakip değirmenciyi saf dışı bırakmıştı. Thomas Crump' a bakılacak olursa, ıo Londra' da çok sayıda iŞadamırun 3 Mart gecesi olanlara sevinmek için gerekçesi vardı. Bu yan­ gın Charles Augustus Pugin'in ünlü bir tablosunda da resme­ dildi.11 Uzunca bir süre müdahale edilmeden duran fabrika­ nın kararmış iskeletini Lambeth'li şair ve ressam William Bla­ ke sık sık ziyaret ederdi. Bazı insanlar bu görüntünün onun sanayi devrimine karşı çıkan ve sık sık alıntılanan (ve genel­ likle yanlış alıntılanan) "Kudüs" şiirine, özellikle de en etki­ leyici dizesine ("Thames'in kıyılan bulutlu! Albion'un eski sundurmaları kararmış") konu olan savını beslemiş olabile­ ceği yorumunda bulunurlar. Suçlular, eğer varsa bile hiç bulunamadı, ancak Albion Fabrikası'na bu kadar muazzam, kıskançlık uyandıran bir avantaj kazandıran şey, Newcomen'ın makinesinden daha iyisini yapma arzusuydu. James Watt girişimci Matthew Bo- 288
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler ulton'la ortaklık kurarak buharlı arabadan uzaklaşb ve gay­ retini sanayi ihtiyaçları üzerinde yoğunlaşbrdı. Geliştirilmiş buharlı makinesinin nakliyede olası uygulamaları için bir pa­ tent aldı ama Watt'ın asıl önceliği devir hareketli makinesini geliştirmekti. Bir kez daha, makinenin sanayiye vaat ettiği ya­ rarlar kömüre olan talebin artmasıyla sonuçlandı ve lngilte­ re'nin sıkışık deniz yollarına biraz daha baskı bindi. Watt'ın sanayi devrimine olan katkısı önemliydi ama bu­ nu bir bütün içinde değerlendirmek gerekir. Çoğu bilimsel keşif ve bu keşiften kaynaklanan teknolojik gelişmeler, küçük sıçramalar halinde yapılır, fakat çoğu kez sadece bir birey se­ çilir ve o takdir edilir. Görmüş olduğumuz gibi, Watt ısı, ateş ve basınç gibi konulara kafa yoran ilk bilimci değildi, hatta sanayinin ihtiyaçlanru karşılamak için buhar gücünü uygula­ yan ilk bilimci bile değildi. Ancak bu gücü maliyet ve verim­ lilik açısından tam anlamıyla cazip kıldı. Watt Kalvinist yetiş­ tiriliş tarzından dolayı israftan nefret ediyordu. Hayatında uzun dönemler boyunca kişisel hesaplarını detaylı olarak tut­ tu; diş çekiminden "eski, büyük bir palto'nun satışına kadar, her dakika bütün parasal işlemleri kaydediyordu. Ziyan ve israfla alakalı bu kişisel endişesi Newcomen makinesi üzerin­ deki çalışmasına da yansıdı: bu makinenin çalışır durumdaki minyatür bir modeli Glasgow Üniversitesi'nin depolarında çürümeye terk edilmiştir. Bu model çok iyi çalışmıyordu ancak yine de başlatıldı­ ğında epeyce bir miktar yakıt kullanıyordu. Bu madencilik sanayiinde modelin gerçek boyutlara sahip işlevsel versiyon­ larını kullananların da dile getirdiği bir şikayetti. Watt'ın "mükemmel motor" adını verdiği, en az buhar ve ısı kaybıy­ la ve mümkün olan en az yakıtla maksimum gücü sağlayan makineyi yaratma hususunda övgüye değer bir takıntısı ol­ masına rağmen, Watt'ın uğraşı her zaman kısmen parasaldı . 289
Baş Belası icatlar Babası parasının çoğunu kaybetmişti; bu yüzden kendisine miras kalmamıştı, üniversitedeki işinden de az bir geliri var­ dı. Watt "mükemmel motor' un satacağına inanıyordu, çünkü fiziksel avantajlan ekonomik açıdan tekrarlanıyordu: mini­ mum maliyetle maksimum kazanç. Newcomen motoru karmaşık bir aygıt değildi. Tepesi açık dikey bir demir silindir içindeki bir piston dairenin dörtte bi­ ri şeklindeki bir kadrana zincirlerle bağlıydı. Bu kadran tam ortasından yüksekçe bir kaideye bağlanmış bir aşağı bir yu­ kan salınan tahta bir kolun bir ucuna tutturulmuştu, kolun diğer ucu bir pompaya bağlıydı. Fınn çalıştırıldığında, kazan­ daki buhar silindirin dibine giriyor, sonra suyla kanşıyordu. Daha sonra bu kanşım yoğunlaşıp pistonun altında kısmi bir vakum bırakıyordu. Atmosferik basınç pistonu aşağı doğru itiyor, tutturulmuş kolun pompayı çalıştırmasını sağlıyordu. Ne kadar basit prensipler esasında çalışsa da ortalama bir Newcomen motoru uygulamada pürüzler içeriyordu. Bir su tedarikine, buharla karışmış suyu alacak bir hazneye, suyu silindire verecek bir pompaya, bunu ayarlayacak bir vanaya, buhan sağlayacak bir kazana, silindirin hava geçirmesini ön­ lemek için de sızdırmazlık malzemesine ihtiyaa vardı. İlk motor 15 metre yüksekliğindeydi ve kendine ait bir tuğla eviyle ve yanında bir ateşçi ve mühendisle birlikte geliyordu. Watt üniversitenin küçük çaplı modelini çalıştırmaya kalktığında Newcomen motorunun yapısı gereği randıman­ sız olduğunu fark etti, çünkü kazanı sınıf gösterisi boyunca dayanacak kadar bile buhar üretemiyordu. Bu problemi çöz­ mek için yaptığı ilk girişimlerin hiçbiri işe yaramadı. Suyu daha hızlı kaynatarak daha fazla buhar elde etmeye çalıştı. Aynca depoyu da daha yükseğe koydu, böylece su daha yük­ sek bir basınçta girebilecekti. Watt model makineyi geliştirmek için uzun süre uğraştık­ tan sonra, ısı ve basıncın nerede kaybolduğunu bulmak için 290
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler çeşitli tam ölçekli Newcomen motorlarını inceleyerek sorun üzerinde kafa yormaya devam etti. Meselenin, pistonun yük­ selip alçalmasını sağlamak için kaç tane buhar silindiri gerek­ tiği ve vakumun güvenli olup olmadığı olduğu sonucuna vardı. Arkadaşı Joseph Black'e danıştıktan sonra, ki daha sonra Watt, Black ve Watt'ın destekçisi Boulton bunun kimin fikri olduğu hakkında kavga edeceklerdi, Watt pistonun ha­ reket aralığında ne kadar buhara ihtiyaç olduğunu çözdü. Daha sonra bunun ne kadar azaltılabileceğini hesapladı ki bu da motorun çalışması için gerekli yakıt miktarını azaltacaktı. Bazı potansiyel kayıp kaynaklarını tespit etmek kolaydı. Black' in gizil ısı üzerindeki çalışmalarının gösterdiği gibi, farklı metallerden yapılma kazanlar ve silindirler ısıyı farklı oranlarda alıp geçiriyordu. Mükemmel vakumu oluşturmak için, çabuk soğuyan bir silindir gerekliydi. Watt aynca buha­ rı yeterince yoğunlaştırmak amacıyla silindiri soğutmak için ne kadar soğuk suya ihtiyaç olduğunu da hesaplamak zorun­ daydı. Bu d a bir muammaya yol açtı. Teorik olarak silindirin sıcaklığını ("ısı sığasını*) artırmak için gereken ısı miktarını hesaplayıp, sonra bu rakamı ağırlığıyla çarparak ne kadar so­ ğuk su gerektiğini değerlendirmek mümkündü. Ancak Watt bu rakamı pratiğe döktüğünde, biraz daha soğuk suyun ge­ rektiğini fark edince şaşırdı. Ve soğuk su işini yaptıktan son­ ra da, su Watt'ın beklediğinden çok daha sıcak çıktı. Watt başka bir sorunla daha karşılaştı. Mükemmel vaku­ mu elde etmeye çalışırken, silindir ve buharın kaynama nok­ tasının altında çok fazla soğutulması gerekmediğini farz et­ mişti çünkü bu sıcaklık buharın suya yoğunlaştığı sıcaklıktı. Ancak silindirin içindeki basınç düşük olduğunda, sıcak yo­ ğunlaşma suyu tekrar buhara dönüştü çünkü düşük basınç­ taki su düşük sıcaklıklarda kaynar. Bu da vakumu yok etti. 291
Baş Belası lcatlar Black'le olan müzakereleri Watt'ın gizil ısı kavramıyla il­ gili bir şeyi ve bunun buhara nasıl uygular;tdığıru anlamasına yardıma oldu. Buharın, kaynama eşiğindeki sudan daha çok ısı içerdiğini fark etti ki işte bu yüzden suyu buhara dönüş­ türmek, sadece kaynamasını sağlamaktan daha fazla yakıt gerektiriyordu. Dolayısıyla bu yüzden az miktardaki buhar silindirin sıcaklığını arbnyor ve soğuması için de Watt'ın dü­ şündüğünden daha fazla soğuk su gerekiyordu. Özetle sorun buydu. Pistonu hareket ettirmek için en az bir tane dolu buhar silindiri gerekiyordu. Ne var ki buharla dolu bir silindir kaynayan sudan daha sıcaklı. Sonra soğuk su kahlması icap ediyordu, sadece buharı yoğunlaşhrmak için değil, aynı zamanda silindiri bir vakum üretecek koşullara getirmek için de. Piston yükselip de buhar silindirin içine tek­ rar girdiğinde, bu buharın çoğu silindiri doldurmaktan çok tekrar ısıtmada kullanılıyordu. Newcomen motorunu sürekli soğutup ısıtmak, buhar, yakıt ve vakumda sürekli kayıp ya­ şanmasına yol açıyordu. Watt çözüm birden aklına geldiği sırada, 1765'de bir pazar öğleden sonra Glasgow Green' de yürüyordu. Fikri şuydu: eğer buhar silindire vanalı bir boruyla bağlı ayn bir hazne içerisinde yoğunlaşhnlırsa, silindirin sabit ısıtma ve soğutma devirlerine ihtiyaa olmayacakh ve buhar boşa harcanmaya­ cakb. Bu ayn "yoğunlaşhna", bir dizi gelişmenin ilkiydi. Başka bir israf kaynağı olan ısı kaybı, silindiri başka bir silin­ dirin içine koyup, aralarındaki boşluğu buharla doldurarak ve dış yüzeyi yalıtkan bir tahta "ceket"le kaplayarak önlendi. Bir süre için Watt o yöredeki maden sahibi John Roe­ buck' ın verdiği ihtiyatlı destekle bu fikrinden bir pompalı makine geliştirmeye uğraşlı. Ancak becerilerini inşaat mü­ hendisi olarak kullanması daha kazançlıydı ve buharlı maki­ neler üzerindeki çalışmalarına son verdi ta ki 1767' de Bir- 292
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler mingham'lı toka yapımcısı Matthew Boulton'la yaptığı gö­ rüşmeye dek. Boulton' ın birçok çalışması güç elde etmek için su çarkından yararlanıyordu ki görmüş olduğumuz gibi, su güvenilmez bir enerji kaynağıdır. Boulton suyu yukan ve su çarkının üzerinden geçecek şekilde pompalamak için bir Newcomen motoru kullanmayı düşünmüş ama sonra vaz­ geçmişti. W att'la konuştuktan sonra güç kaynağı olarak bu­ hara dönmeye ikna oldu. Roebuck ve Boulton, Watt'ı desteklemek hususunda ne kadar heveslilerse birbirlerine de o kadar ihtiyatla yaklaşı­ yorlardı. Gelgelelim 1769'da ilk çalışan motor Roebuck'l!). madenine yerleştirilince, Roebuck Boulton'a Watt'ın paten­ tinden üçte bir pay teklif etti. Boulton bu teklifi sessiz sedasız geri çevirdi ki daha sonra bunun akıllıca bir karar olduğu meydana çıktı, çünkü 1770 itibariyle Roebuck ciddi bir mali kriz içine girmişti. Boulton en sonunda tek destekçi olarak işe girişti ve o sırada karısını kaybettiği için yas tutan ve motor­ lardaki tırnaklama sorunları yüzünden sıkıntı yaşayan Watt'ı, lskoçya'dan ayrılıp Birmingham'a yerleşmesi için ik­ na etti. İ775'de iki adam ortaklıklanru resmiyete döktü ve Com­ wall ve lskoçya gibi uzak bölgelere bile Watt motorlan sat­ maya başladılar. Comwall' da yeni teknoloji tam anlamıyla sı­ nanıyordu. Kalay madenleri derindi; keza kömürün de epey­ bir masrafla taşınması gerekiyordu. Yaklaşık altmış Com­ wall'lı maden yöneticisi 1775 itibariyle Watt makinesinden ce satın almıştı ve genelde notlanru karşılaştırarak makineleri­ nin ne kadar iyi çalıştığının kaydını tuttular. Alışılmamış bir ödeme sistemi uygulanıyordu; maden sahipleri Watt maki­ nesi kullanarak ne kadar paradan tasarruf ettiklerini hesaplı­ yor ve Watt-Boulton şirketine bu toplamın üçte birini ödü­ yorlardı. Bu da sürekli anlaşmazlıklara yol açtığından Watt o 293
Baş Belası icatlar kadar sık Cornwall'a gidip geliyordu ki oranın Cornwall'ın görünümünden, insanlarından ve iş yapma yöntemlerinden hiç hoşlanmamasına rağmen orada bir ev aldı. Satış temsilcisi, alacak tahsildarı ve problem çözücüsü ol­ maktan bıkan Watt en başa döndü. Boulton'la olan direkt iliş­ kisi sayesinde basit, karşılıklı hareket eden bir motorun ma­ den sahibinin fazla işine yaramadığını biliyordu. Dairesel bir hareket gerekiyordu ancak bu hareket, yüzyıllardır ayakla hareket ettirilen pedalın dikey hareketini tekere güç vermek için dönüştüren ayaklığın sarsıntılı, randımansız hareketi ol­ mayacaktı. Watt birkaç hatalı başlangıç yaptıktan ve rakibi mühendis Matthew Wasborough'la atıştıktan sonra 1 781'e gelindiğinde bir çözüm buldu: Bu "güneş ve gezegen" adını verdiği bir aletti. Bu aletin aynı ebatta iki dişlisi vardı. Zamanla İngiltere sanayisi ve toplumunda devrim yaratacaktı. Bunlardan biri, Watt'ın verdiği isimle güneş, bir volanı destekleyen bir dingi­ lin ucuna tutturulmuştu. Diğeri, gezegen, bir çubuğa sabit­ lenmişti ki diğer ucu döner bir tahta kolla birleştirilmişti. Gü­ neşin aksine gezegen tekeri kendi ekseni etrafında dönemi­ yordu, ama bir "yörünge'ye sabitlenmişti. Motor çalıştınldı­ ğında, inip çıkan kolla birlikte birleştirici çubuğun üst ucu da hareket ediyor, gezegene dönen güneş etrafında bir daire çiz­ diriyordu. İki tekerin de birbirine kenetlenen dişleri olduğu için, güneş gezegenin her yörüngesine karşılık iki tam dönüş yapıyordu. İsraf konusunda her zaman hassas olan Watt makinesinin pistonunun yalnızca yukarı doğru hareket ederken güç üret­ mesinden rahatsızdı. Cihazı ikiye çıkardı, böylece buhar si­ lindirin hem altına hem de üstüne girebilecek, piston iki vu­ ruşta da güç sağlayabilecekti. Her ne kadar Albion Fabrikala­ nru yangının da gösterdiği gibi, rekabet açısından cazip ol­ masa da fikir yüksek çıktılı sanayiye çok cazip geldi. 294
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler "gezegen" dişlisi "güneş" dişlisi Watt'ın "güneş ve gezegen" mekanizması O aşamada motorlar itıne, çekme ve pompalama için kul· larulıyor olsa da, motoru bir tekerlekli aracı yürütmek ama· cıyla kullanmak ihtimal dışıydı, çünkü aygıhn büyüklüğü ve ağırlığı, hareket etınesi için neredeyse kendi ağırlığı kadar yakıt gerektiriyordu. Ancak 1799'da Comwall'lı maden mü· hendisi Robert Trevithick yüksek basınçlı motoru piyasaya sürdü, bu motorda buhar daha güçlü bir bölmede üretiliyor· du. Ağır kondansatörden vazgeçerek motorunun daha ucuz, hafif ve küçük olmasını sağlayan Trevithick mal<inenin nak· liye amaçlı kullanımı üzerinde çalışmaya başladı. 1801 'de Noel'in ertesi günü, kalabalık bir grup Trevithick'in memle­ keti Cambome'ın dışında Beacon Hill'de, ilk buharlı taşıt "Duman Tüttüren Şeytan'ı görmek için toplandı. İkinci bir deneme 27 Aralık'ta yapıldı, ama Noel'deki aşın içki tüketi· mi nedeniyle araç bir çukura sürüldü. Ekip ve seyirciler sa· kinleşmek için yandaki tavernaya girip, kaz kızartması ile iç· kinin tadını çıkardılar: içeride o kadar uzun süre kaldılar ki 295
Baş Belası icatlar dışarıda bıraktıkları motor aşın ısındı ve bütün araç yanıp kül oldu. Gelgelelim Trevithick buhar gücüyle nakliyenin mümkün olduğunu tespit etmişti ve 1802' de patent aldı.12 İki yıl sonra Trevithick'in buhar motoru Güney Galler'deki de­ mir fabrikasından Glamorganshire Kanalı'na giden vagonla­ rı çekmek için kullanılıyordu. Buhar gücüyle nakliye başla­ dıktan on yıl sonra, ülkenin diğer tarafında, Killingworth kö­ mür ocağındaki işverenler kendi kendini yetiştirmiş bir ma­ den pompası operatörü olan George Stephenson' dan, Tyne Irmağı'na vagonları götürecek kömürle çalışan bir alet yap­ masını istediler. Kuzeydoğudaki madencilik sanayi 1 70 yıl daha ayakta ka­ lacak olmasına rağmen, Stephenson işine başladığı sırada krizdeydi. Denize ve iç suyollarına en yakın olan ocakların gelirleri düşüyordu. Bu esnada maden arayıcıları Orta Auck­ land kömür yataklarının zengin damarlarından istifade etme­ ye heveslendiler ama oradan ülkenin diğer bölümlerine kö­ mür taşımak karlarının çoğunu götürecekti. Bu sorunu çöz­ mesi için, 1821'de Stockton ve Darlington sakinleri, artık oğ­ lu Robert'la birlikte çalışan Stephenson'ı kömür yataklarını suyollarına bağlayan bir demiryolu inşa etmesi için görevlen­ dirdi. Bu şimdiye kadar bir demiryolundan beklenen en karma­ şık işti. Yaklaşık 26 millik rota uzun olmasının yanı sıra, dik bayırlar da içeriyordu. Bu nedenle 26 Eylül 1825'de insanlar hattı faaliyet halindeyken görmek için toplandıklarında epeyce merak içersindeydiler. Heyecan inşaat mühendisliği­ başarılarıyla da sınırlı değildi: Stephenson'ın, Deney adı­ nı verdiği özel olarak dönüştürülmüş yirmi bir kömür vago­ nuna bağlı motoru Lokomosyon 'un -günümüzde yolcu treni diyebiliriz- biletleri bölgedeki 300 şanslı vatandaşa dağıhl­ nin mışb. Öylesine bir coşku vardı ki bu rakamın neredeyse iki 296
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler kah insan trene akın etti. Pek hızlı bir yolculuk sayılmazdı, tren 30 kilometreyi iki saatte kat etti. Buna rağmen Stephen­ son' ın treni bir devri tamamlayarak, Darlington ve Stockton arasında hem kömür hem insan taşıdı. Stockton Rıhbmı'na saat 15.45'de vardığında, yedi pare top ahşıyla karşılandı ve gece boyunca kutlamalar devam etti. PARLAK BİR YENİ ÇAC MI? Her tarafta dökümhane ateşleri parlar, dört bir yandan makinelerin boğuk uğultusu duyulur, buhar ıslık çalar­ ken, kapkara duman yol boyunca buram buram çıkıyor veya istim ince beyaz bir sütun içinde yükseliyor. ls­ timbotlar nehrin üzerinde yanınızdan süzülürken lo­ komotifler önünüzden trenleriyle birlikte gümbür gümbür gidiyor. 1860 dolaylarında Belçika' daki Liege şehrine yaphğı ilk zi­ yareti anlahrken böyle yazmış Hollandalı sosyalist tarihçi Henrik Quack. Biraz abarthğı için onu bağışlayabiliriz bence, çünkü ateşle beslenen Sanayi Devrimi'nin yayılımı sonuçla­ rından daha az önemli değildi. Daha ucuz ve hızlı ulaşımın da katkısıyla insanlar fabrikalarda iş bulma umuduyla kırsal­ dan kasaba ve şehirlere akın ettiler. Avrupa'run belli başlı kentleri farklı bölgelerden ve milliyetlerden insanların ergit­ me potası haline geldi ve bu yeni iyimser çağın duman, bu­ har ve kıvılamlan arasında fikir alışverişleri yapılıp taze ide­ olojiler oluşturuldu. Buhar gücüyle çalışan baskı makineleri, beşinci bölümde gördüğümüz gibi, yazın ve gazetenin gitgi­ de daha ucuzlamasını sağlarken, demiryollarmdaki güvenlik ihtiyaa da hızlı, etkin küresel iletişim amaayla telgrafın ica­ dını doğurdu. Dünya daha küçük bir yer haline geldi, çünkü 297
Baş Belası lcatlar buharlı gemiler mallan, fikirleri ve insanları gitgide daha da kısalan sürelerde okyanuslarda taşıyabiliyordu. Delifişek bir çağdı ve bu ruh onun ihtiraslı, geniş erimli ve hafif debdebeli kültürünün tonuna da yansıyordu. Erkek mo­ dasındaki yüksek silindir şapkalar ve favoriler özgüven ve kararlılığın işaretiydi; erkekleri sanki efsanevi figürlermiş gibi gösteriyordu. Liverpool'daki St. George' s Hall ve Manc­ hester Belediye Meclisi gibi yapılar en ufak bir tevazu göster­ meksizin antik Roma'nın ihtişamını hahrlahyordu, çünkü bunları özellikle ısmarlamış olan şehir kurucuları kendilerini yeni bir medeniyetin kurucuları olarak görüyorlardı. Başka seviyelerde de değişimler meydana geldi. 1603'te Huntington Beaumont'ın, arazi sahibi baronet Sir Philip Strelley'le yaphğı iş anlaşmasının bozulmasına sebep olan husumet daha sonra aristokrasi ile sonradan görmeler arasın­ da oluşacak daha şiddetli anlaşmazlıkların habercisiydi. Ge­ orge Stephenson'ın bir sonraki büyük demiryolu projesi olan Liverpool limaru ile Manchester'ın pamuk fabrikaları arasın­ daki bir hattın rotası, Lord Derby ile Lord Sefton'ın ataların­ dan kalma arazilerinden geçiyordu. İkisi de demiryoluna ya da daha doğrusu, halktan insanların topraklarından para ka­ zanma olasılığına öylesine karşıydılar ki Stephenson'ın arazi mühendislerinin taciz edilmesini, hatta onlara saldırılar dü­ zenlenmesini kışkırttılar. Ancak ne kadar mücadele ederlerse etsinler, asilzade sınıfı servetin toprak sahiplerinden makine sahiplerine geçmesini engelleyemedi. Artık küresel ticaret için fırsatların ortaya çıkmasıyla birlikte, bu servet türünün yanında eski toprak sahibi sınıfların malları hızla önemini kaybediyordu. Dolayısıyla güç ve nüfuz, değişime en açık olanlara geçti. On dokuzuncu yüzyıl Avrupa' da eşi görülme­ miş bir barış çağıydı, çünkü eski savaşçı sınıfların savaşmak- 298
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler tan kazandıklarına kıyasla sanayicilerin işbirliğiyle kazana­ cakları daha fazlaydı. Banker James Mayer de Rothschild'ın 1830'da savaşın kiralarını %30'a kadar düşüreceğini söyleme­ siyle birlikte, savaş ilk kez ekonomik maliyetleri açısından değerlendirilmeye başlandı. (Bu arada bu James Mayer de Rothschild, Louis-Philippe'in kısa süre önce Fransa tahhnı ele geçirmesini finanse eden James Mayer de Rothschild'ti.) Stephenson'ın Liverpool Manchester hath 15 Eylül 1830'da açıldığında, aynı coşku sahneleriyle kutlanmadı. Li­ verpool parlamento üyesi William Huskisson, aynı zamanda Wellington Dükü olan başbakanı açılışa davet etmişti. "De­ mir Dük'ün, aşağı kademelerden gelen taleplere karşı keyfi bir tutumu olduğuna dair kötü bir ünü vardı ye giderek bü­ yüyen sanayi dar gelirlilerine imtiyaz vermek anlamına gelen her şeye inatla karşıydı. Bununla birlikte, kuzey şehirlerinde­ ki imajını düzeltmek isteyen dük daveti kabul etti ki bu da o günkü etkinlikler için .karmaşık hazırlıklar yapılmasını ge­ rektiriyordu. Sonuçta dükün treni tali bir hatta biraz bekledi. Kral IV. George'un uzun süren cenazesinde oturmaktan ayaklan tutulmuş olan talihsiz Bay Huskisson ise raylarda gezinirken diğer hattan gelen Stephenson'ın Roket'i altında kalıp hayahnı kaybetti. Wellington Manchester' a gitmekten vazgeçmeyi düşündü ama yağmur alhnda onu bekleyen kalabalığın, bunu hakir görme olarak algılayabileceği söylenince devam etmeye ka­ rar verdi. Geç vardı ki esasen bunun nedeni yuhalayan kala­ balığın son bir milde yolu kapatmış olmasıydı. Tren durdu­ ğunda öfkeli kalabalık platformda etrafını sardı. Demir Dük trenden inmedi, polis de trenin Liverpool'a geri dönebilmesi için kalabalığı kovalamak zorunda kaldı. 299
Baş Belası icatlar Manchester'da Wellington Dükü'nü karşılayan öfkeli ka­ labalık esasen, ateşle beslenen sanayi devriminin yarattığı şartlardan kaynaklanıyordu. Kömür kullanımı bizi su ve rüz­ gar gibi öngörülemez doğa kuvvetlerine daha az bağımlı kıl­ mış olabilirdi, ama bizi birbirimize gitgide daha çok bağımlı hale getirdi. Üçüncü bölümde gıda sanayi konusunda gör­ müş olduğumuz gibi, zanaatkar ile ürünü arasındaki bağ kopmuştu. Daha önceleri arka odasında sandalyeler yapan köy marangozu ile ekmeğini pazarda satan fırıncı, yaptıkla­ rından ve müşterilerinden ayrı düşmüştü. Fabrikalar üretimi öylesine ayrıştırmıştı ki kadınlar ve erkekler bir ömür boyu, hiç bütün halde görmeyecekleri bir nesnenin tanınması mümkün olmayan bir parçasına delik açmak gibi anlamsız bir işle meşgul olabilirlerdi. Bu, Kari Marx'ın Das Kapital'inde oldukça inandırıcı bir dille ifade ettiği "yabancılaşma"nın kö­ küydü. O günlerde kapitalizm doğası gereği kaotik bir sistemdi, hepsi de pastadan daha büyük pay almak için sürekli olarak mücadele eden uzun ve karmaşık bir tedarikçi, acente, yatı­ rımcı ve dağıtıma zincirinden ibaretti. Bunun sonucunda sık sık aşın üretim yapılıyordu, bu da üretim fazlası, fiyat indi­ rimleri, kitlesel işsizlik ve zincirin en altındaki işçiler için da­ yanılmaz bir eziyet demekti. Bu insanların ellerine geçen tek şey hasadın güvenilmezliğine karşılık ücretli emeğin güve­ nilmezliği olmuş ve aynı zamanda özgürlüklerini de kaybet­ mişlerdi. İşçinin bütün hayatı, yani gününü, haftasını, takvi­ mini düzenleme şekli, aynı şekilde kansı ile çocuklarının ha­ yatı da makine esaslı üretimin düzenine tabi hale gelmişti. Kirli, sağlığa zararlı, aşın kalabalık şehirlere hapsolmuş işçi­ nin eski kırsal meşgaleleri erozyona uğramıştı, Kuzey lngilte­ re'nin en şanslı işçisi ancak fabrikası zorunlu bakıma girdi­ ğinde iş arkadaşlarıyla birlikte, örneğin Blackpool gibi bir 300
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler yazlığa gittiği "tatil dönemini" iple çeken kişiydi. Bu bile zor kazanılan bir ayrıcalıktı. Marx buna sıradan adamın yoksullaştınldığı veya daha doğrusu perişanlaştırıldığı süreç anlamına gelen Verelendung diyordu. Varlıklı kesimin hepsi de bunun dehşetli yönlerin­ den habersiz değildi. 1835' de Manchester'a yaptığı bir ziyare­ tin ardından Fransız politikacı düşünür Alexis de Tocquevil­ le şöyle not düşmüştü: "İşte köle, işte efendi; azınlığın serve­ ti, çoğunluğun yoksulluğu; bir adamın kar etmesi için binler­ cesi emek harcıyor, toplumun henüz vermeyi öğrenmediği şey... İşte medeniyet mucizelerini yaratıyor ve medeni insan neredeyse yine bir vahşi adama dönüşmüş."13 Fabrika siste­ mine özgü bu eziyeti gördüğümüzde, Marx'ın ideolojisinin cazibesini anlayabilir ve 1917'de Rusya'daki çarlık rejimini devirenlerin haklı olduklarını düşünebiliriz. Ancak Lenin'in idaresi altında 3,5 milyon, Stalin'in idaresi altında da yakla­ şık 50 milyon ve Mao Tse Tung'un hükümranlığı altında da 40 milyon insan öldü. Soğuk Savaş da 13,1 trilyon dolara mal oldu.14 Eğer bu rakamlar büyük olduğu için size kavraması zor geliyorsa, o zaman 1 %1 ve 1989 arasında hiçbir suç işle­ medikleri halde, sadece şehrin bir bölümünden diğer bölü­ müne geçmek istedikleri için Berlin'de vurulup öldürülen ço­ ğu genç, sağlıklı 125 insanı düşünün. Britanya gibi devrim yapılmamış ülkelerde, sanayi devriminin sıkıntıları büyük şeyler doğurdu: işçi hareketi, genel seçim hakkı, halk sağlığı ve eğitimiyle daha çok ilgilenilmesi, refah devleti. Ancak bu yararların, kapitalistlerin anlayacağı şekilde, maliyetlerine karşılık ölçülüp tartılması gerekir. GELİŞME Mİ ZEHİR Mİ? Hindistan'ın kuzeybatı eyaleti Maharashtra'daki Dombivli şehrini bulmak zor değil. Aşağı yukarı 100.000 sakini var, ço­ ğunlukla boya sanayi için ara kimyasallar üreten sanayi sek301
Baş Belası icatlar töründe çalışıyorlar. Şehir millerce uzaktan görülebiliyor, çünkü sürekli olarak boğucu bir kirli havayla sarıp sarmalan­ mış vaziyette. Şehir sakinleri zararlı atıkların yakınlardaki tarlalara boşaltıldığını, oradan da seller sırasında insanların evlerine girdiğini iddia ediyorlar. Doktorlar sürekli olarak so­ lunum, cilt ve göz rahatsızlıklarıyla karşılaşıyorlar. Bir kay­ nağa göre, bölgede faaliyet gösteren elli farklı kimya tesisi klor gibi zehirli gazların salınımını koordine ediyor, böylece tek bir tesis fail olarak tanımlanamıyor. Maharashtra ile yanındaki Gujarat eyaleti yeni Hindistan tacının mücevherleri: Hindistan'ın en çok sanayileşmiş iki eyaleti birlikte fabrika esaslı imalatla elde edilen gelirin üçte birinden fazlasını sağlıyor. iki eyaletteki yönetim de hızla ar­ tan refah ve bölge halkının yakaladığı fırsatlar dolayısıyla övünç duyuyor �e yeni sanayileri çekmek için her şeyi yapı­ yorlar. Ancak Ahmadabad ve Mumbai civarındaki kırsala yolculuk ederseniz, gelişme aklınıza gelen ilk kelime olmaya­ caktır. Bacalar gökyüzüne boğucu dumanlar püskürtürken, sanayi tesisleri yol kenarlarına toksik atık döküyor. Köyler­ deki çiftçiler sadece sağlıksızlıktan değil, ürünlerini tahrip eden ve geçimlerini yok eden parlak kırmızı sudan da bahse­ diyorlar. Topraklarından çıkarılan bu köylülerin çevreyi kir­ leten fabrikalara girmek dışında iş için fazla bir seçenekleri yok: sanayilerin yaptıklarına karşı çıkmamalarını garantile­ yen bir değişim bu. Hindistan hükümetinin çevre kirliliğini çözmeye çalışmak için fazla nedeni yok. Maharashtra bütün Hindistan eyaletle­ ri içinde, en yüksek vergi gelirini ve gayri safi yurt içi hasıla­ yı sağlıyor. Sanayilere mevzuatla gem vurmak finansal ka­ yıpla sonuçlanacaktır. Sanayi gelişiminin bu güç merkezin­ deki bütün büyük beldelerde, havanın solunuma uygun ol­ madığı tahmin ediliyor. 1985'ten bu yana, eyalette rapor edi- 302
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler len kimyasal kazaları en yüksek orana sahip; 83.000 sanayi te­ sisinin %80'inin suyu, %15'inin de havayı kirlettiği belirtil­ miş. Şehir alanlan çok sıkışık hale geldikçe, muhtemel iş alanlan kırsala taşınıyor, bunun sonucunda çevre daha da bozuluyor. Çin, Afrika ve eski Sovyetler Birliği'nin imalatında da ben­ zer bir tablo ortaya çıkıyor, aslında öylesine benzer ki çevre gruplarından oluşan birleşik bir yapı kısa süre önce en kirli on bölgeyi içeren bir liste yayımladı. Listenin başında, kanser oranlan ulusal ortalamadan yaklaşık %20-50 fazla olan Azer­ baycan' daki Sumgayit var. Üçüncü sırada Çin' deki, ülkenin kurşununun üçte birini karşılayan Tianying şehri var. Yedi ülkedeki on bölgenin 12 milyondan fazla insanın sağlığını olumsuz etkilediği tahmin ediliyor: hepsinin de ortak tek bir noktası var. Oluşan hasarın nedeni yoğun madencilik, ağır sanayi ve bunları güdüleyen ticari baskılar. Tanımlamalar tek başına, solunum ve kalp şikayetlerinin başlıca ölüm nedeni olduğu Çin' deki şartlara adalet getire­ mez. Çinliler yüksek katranlı sigaraların tiryakisi fakat kötü hava tek başına her yıl meydana gelen bir milyon ölümün üç­ te birine sebep oluyor. Durum öylesine kötü ki 2005'te Zheji­ ang eyaletinde yaklaşık 30.000 kişi bir çevre kirliliği isyanın­ da polisle çatıştı. Gösteri barışçıl başlamış, bir grup emekli bölgede peyda olan fabrikaları protesto etmek için geçici bir kamp kurmuştu. Protestocular, turp bitkisi fabrikalardan çı­ kan gazlardan olumsuz etkilendiği için Hindistan' da olduğu gibi, yöre çiftçilerinin çevreyi kirleten fabrikalara dönmeye zorlandığını iddia ettiler. Yaşlı bir protestocunun polis tara­ fından öldürüldüğü söylentisi yayılınca hırçın kalabalık şid­ dete başvurdu. Bir ekonominin nispeten yeni olmasıyla kirliliği arasında kesinlikle bir bağ var. 1970'lerden 1990'lara kadar, Batılı dev- 303
Baş Belası lcatlar letler sanayilerin çevresel sorumluluklarını artırdılar ancak gelişmekte olan ülkelerde yahnm yaparak ve komünist ülke­ lerde kapitalizmi destekleyerek, çevre kirliliği sorumluluğu­ nu devrettiler. Birçok ülkede devletteki mevzuat eksikliği, bazen de yozlaşma dikkat edilmesi gereken ebnenler. Ne var ki küresel pazarların iniş çıkışlarının da bir rolü var. Yeni ve nispeten istikrarsız ülkelerde, küçük ekonomik dalgaaklan büyük dalgalar gibi hissedilir. Finansal açıdan mücadele ve­ ren yeni sanayiciler genellikle güvenlik ve çevre kirliliği kon­ trollerini geçiştirerek maliyetleri kısma ve karlanru sağlama almanın yollanru ararlar. Aslında sorun bundan daha karma­ şık. Maharashtra' daki periyodik olarak görülen ekonomik daralmalar sırasında, büyük fabrikalar küçük ve kötü vurgun yemiş iş dallarına ahklanru vermek için nakit para teklif edi­ yorlar. Yüksek maliyetlerle karşı karşıya kalan uzak bölgeler­ deki kimya tesisleri ahklanru işlenmiş ürün olarak etiketleyip denize yakın tesislere "sahyor", daha sonra da bunlar orada boşaltılıyor. Sanayinin çevreyi boğması yalnızca gelişmekte olan ülke­ lerde görülen bir olgu değil. Seksenlerin ekoloji hareketinin şeytanı asit yağmuru, Avrupa' da büyük ölçüde azalmışhr ama kömürle çalışan tesislerin ülke elektriğinin halen %50'si­ ni sağladığı Birleşik Devletler'de devam ebnektedir. Kükürt dioksit ve nitrojen oksit gibi, kömürün yandığı işlemlerden çıkan çevre kirleticiler, havadaki suyla birleşip sülfürik asit ve nitrik asit oluşturduğunda meydana gelir ve bu asit yağ­ muru ağaçlardan balık ve böceklere kadar, bütün ekosistem­ leri tahrip edebilir. Aynca insanlar da bundan olumsuz etki­ lenir. Asit yağmurundan fayda sağladığı bilinen birkaç hay­ vandan birisi bir sivrisinek türüdür, bu sinek toksik şartlarda gelişir ve rakip ve yırhcılann olmadığı ortamlarda, eşi benze­ ri görülmemiş bir şekilde çevreye egemen olur. İnsan cildin- 304
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler de aa veren ısırıklar ve çirkin izler bırakan bu sivrisineklerin istilası, turizm ve diğer yerel sanayilerde dikkate değer zin­ cirleme etkileriyle birlikte kırsalın bütün bölgelerinin iskan edilemez hale gelmesine yol açar. Asit yağmuru insan hayalını daha az belirgin şekillerde de olumsuz etkiliyor. Amerika İç Savaşı'ndaki dönüm noktası olan Pennsylvania'daki 1863 savaşının anısına dikilmiş Gettysburg Anıh asit yağmurundan bozulmuş 300 tarihi anıt­ tan biridir. Meksika'run Veracruz eyaletinde, Totonac mede­ niyetinin sıra dışı gelişmişliğini gösteren kadim taş oymalar El Tajin tapınak şehrinde yer alır. Bu şehre ait birçok hazine eski bir top oyununun eşine ender rastlanan tasvirlerini içerir ki bu oyunun genç savaşçılar için bir kabul töreni olduğuna inanılıyor. Keşfetme ihtimalimiz arhk yok, çünkü oymalar si­ nir bozucu bir hızda kayboluyorlar. Parmaklar özellikle Me­ xico City yakınındaki ağır sanayileri işaret ediyor ama emin olmak zor. Mexico City özellikle zor bir vaka. 20 milyona yakın nüfu­ suyla dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Mexico City' de insanların faaliyetleri topolojiyle birleşip zehirli bir senaryo doğuruyor. Şehir deniz seviyesinden 2.240 m yük­ sekte ve eski bir volkanın kraterinde. Bu yükseklikte oksijen seviyeleri azalıyor ve otomobillerin içten yanmalı motorların­ daki küçük ateşler o kadar etkili değil. Böylece yanmayan ya­ kıt, çözünrnez bileşimler ve karbon monoksit ince atmosfere boşalıyor. Ozon seviyesi de son derece yüksek. Mexico City tropikal bölgede bulunduğu, ekvator bölgelerinden çok uzakta olmadığı için, çoğunlukla yoğun bir güneş ışığı var. Sonuçta ortaya çıkan kirli hava ışığın daha iyi nüfuz etmesi­ ni önlüyor ve aşın kirli hava şehrin üzerinde öylece asılı du­ ruyor. Endişe konusu olanlar sadece heykeller değil: Meksi­ ka'run başkentinin üzerindeki havanın, çocukların akciğerle305
Baş Belası lcatlar rine sigara dumanından daha çok zarar verdiği düşünülüyor ve muhtemelen yetişkin olduklarında akciğer hastalıklarına yakalanma riskini de artırıyor. Mexico City'deki Instituto Na­ cional de Pediatrfa' dan Dr. Lilian Calderon-Garciduenas ile meslektaşları korkunç bir tablo çiziyor.15 Çocuklardaki akci­ ğer hasarına dair kaygılarından ayn, Mexico City'deki bazı köpeklerin beyinlerinde, yetişkinlerdeki nörodejeneratif has­ talıkların etkilerine çok benzeyen iltihap kanıtlan buldular. Bu çevreye maruz kalan bazı çocukların yetişkin oldukların­ da Alzheimer hastası olma riskinin fazla olabileceğine dair teorik bir risk olduğunu öne sürüyorlar. Dünyanın bu bölge­ sinde yetişkin bunamasının ortalamadan daha fazla olduğu­ nu gösteren bir kanıt yok bildiğim kadarıyla; ancak kirlilikte­ ki artış nispeten yeni, o yüzden bütün etkilerinin tam anla­ mıyla değerlendirilebilmesi için birkaç yıl geçmesi gerekebi­ lir. Asit yağmuru hiç şüphesiz dünyanın diğer bölgelerinde olduğu kadar Meksika'da da arttı. Asit yağmuruna sebep olan çevreyi kirletici maddeler yüzlerce kilometre uzağa gi­ debilir, bu da neden ulusal veya eyalet bazında mevzuatın yararsız olduğunun ve küresel kontrolün gerektiğinin neden­ lerinden biridir. Sorunun kökenleri ne olursa olsun, bu bizzat medeniyetin alameti farikası sanayinin, kendi tarihimizin na­ sıl defteri dürdüğünün ve şimdiki zamanımızı bozduğunun keskin bir örneğidir. En azından Avrupa' da on dokuzuncu yüzyılın tüten baca­ ları ve yüksek fınnlan müzelere düştü: Modem santralde yanma bir bölmede olur, dumanlar başka bir bölmeye gider, üçüncü bir bölmeden de ısı çıkar. Ancak ateş ve ateşin ürün­ leri hala bilinçaltıyla bağlantılı da olsa, tuğla duvarlarımız, fayans kaplı banyolanmız, ampullerimiz ve pişirme kaplan­ mızda, kısaca tüm çevremizde mevcuttur. Ateş halen toplu306
Düşündürücü ve Kükürtlü Ateşler mumuzda muazzam bir rol oynuyor: Kullandığımız enerji­ nin çoğu halen fosil yakıtlann yanmasından elde ediliyor. Otomobil gizli ateşin yaşamlanmıza hükmetmeye devam et­ tiğinin klasik bir örneğidir; bir yandan yanma ve ısı, otomo­ bilin imalat ve nakliyesindeki hemen her aşamaya dahilken, diğer yandan motor otomobili yüzlerce küçük patlamayla ha­ reket ettirir. Kontak anahtanru çevirirken ateş aklımıza gel­ mez ama kullandığımız ateştir ve bu hareketimizle en eski atalarımızın hareketlerini tekrarlarız. Sanayi devrimi hız kazandıkça, fabrika sahipleri üretimi maksimize etmenin yollannı aradılar. Kolay çözümlerden bi­ ri de fabrikaları bütün gece çalışhrmakh. Bu öyle bir hamley­ di ki bir sonraki mühendis neslini aydınlatmanın ucuz ve gü­ venli yollannı aramaya itti. Her ne kadar nihai çözüm olma­ dığı ortaya çıksa da bu süreçte petrol bol ve verimli bir meta olarak kendini gösterdi. Çok geçmeden insanlar petrolün ya­ kıt kaynağı olarak daha geniş bir potansiyeli olduğunu ve hatta bu buluşun sonuçlannın kurmuş olduğumuz bütün uy­ garlıklann sonunu getirebileceğini fark ettiler. 307

Dokuzuncu Bölüm İNSANI MUTLU EDEN PETROL 1901'de ilaç satıası Sidney Reilly elinde bir çanta dolusu pa­ tentli ilaçla Tahran' a doğru yola çıktı. Yakışıklı şehirli, Şah Muzaffer ed-Din'in sadrazamıyla sıkı fıkı olmasının yanı sıra, çabucak bu doğu şehrinin çeşitli uluslararası sefaretlerinin dans ve kokteyl partilerinin gedikli siması haline geldi. Bir­ kaç ay kaldıktan sonra, yüklü miktardaki ödemeler ve sonra­ dan hepsi karşılanacak olan bir defter dolusu siparişle oradan ayrıldı. Ancak çok sonra Reilly'nin minnettar müşterileri ikinci kez ilaç ve tıbbi gereç ısmarlamaya kalktıklarında kafa­ ları karıştı. Adamın nerede olduğunu bulamıyorlardı. Şirketi hiç var olmamıştı. Ve aynı şekilde Reilly de. Sidney Reilly, Odessa'dan 1 893'te ayrılan Georgi Rosenb­ lum adında bir Rus Yahudisinin gayrı meşru oğluydu. Adam dengesiz biriydi, zaman zaman İrlandalı bir denizcinin oğlu, bazen de Çar 111. Alexander' ın maiyetinden bir Rus aristokra­ tının oğlu olduğunu iddia ederdi. On sekiz yaşındayken ça­ rın gizli polisi onu tutuklayınca, Odessa limanında kendini ölmüş gibi gösterdi ve bir İngiliz gemisiyle Brezilya'ya kaçak olarak gitti. Rio de Janeiro'da yol tamircisi, genelev kapıası ve tersane işçisi olarak çalıştıktan sonra, 1895'te keşif hareka­ hndaki bir İngiliz istihbarat birimi için aşçılık yapmaya baş­ ladı. Birçok tarihçi Reilly'nin, yerliler saldırdığında bir suba309
Baş Belası icatlar yın tabancasıru ele geçirerek birliğin ve komutanının hayah­ nı kurtardığını iddia eder, ama Reilly'nin biyografisinin ya­ zan Andrew Cook bundan o kadar emin değil.1 Bu esraren­ giz adam hakkındaki hakikat ne olursa olsun, Scotland Yard'ın Özel Birimi'nin kendisine muhbir olarak ödeme yap­ hğı açıktır ve izleyen yıllarda Rusya' daki İngiliz Gizli Servis Bürosu'nun gizli başkanı olarak hizmet etmiştir. Tahran'daki asıl görevi William Knox D'Arcy adında birinin faaliyetlerini araşhrmaktı. Bu Avustralyalı altın madencisi ülkenin var ol­ duğu farz edilen petrol kaynaklarından istifade etmek için İran Şahı'ndan 1 0,000 sterlinlik bir imtiyaz almışh. Bu yeni yakıt kaynağının potansiyelinin değerini bilen ve bundan yararlanmak isteyen İngiliz hükümeti endişeliydi. Petrol Rusya'ya ait Azerbaycan eyaletindeki Bakü'nün yakı­ nında bulunmuştu. İran; Rusya ve Britanya Hindistan'ı ara­ sındaki tampon bölgedeydi, Rudyard Kipling'in, süregelen kedi fare oyunlarına "Büyük Oyun" adını verdiği bölge. İs­ mine rağmen, on dokuzuncu yüzyılda Büyük Britanya ile Rusya arasındaki diplomatik gerilimler ciddiydi. Britanya açısından, Ortadoğu; Hindistan ve Malaya'run doğu koloni­ lerine giden hayati transit yollarını kapatıyordu. Rusya açı­ sından ise çoğu Müslüman olan kendi kolonilerinin sırurla­ nnda bulunan kararsız ve belalı bir bölgeydi. İki tarafın da üstünlüğü elde etmek ve korumak için zorlayıa nedenleri vardı ve petrolün varlığı da bunları şiddetlendiriyordu. Re­ illy'nin Rus kökenleri nedeniyle durumu soruşturacak mü­ kemmel adam olduğu düşünülüyordu, yalnızca bölgede petrol bulma olasılığını değil, Rusların buna ilgisinin boyutu­ nu da tartacaktı. Reilly komuta merkezine döndüğünde, pet­ rolün keşfinin an meselesi olduğunu doğruladı. Rusya'nın, lran'ın kuzey eyaletlerindeki bölgelerde başarılı olabileceğini iddia etti. İki güç, aralarındaki toprağı etkili bir biçimde tak­ sim edebilirdi. 310
lnsaru Mutlu Eden Petrol MUSLUCU AÇMAK 1905'te İngiliz hüküıneti maden arayıası D'Arcy'nin iflas et­ tiğini öğrenene kadar, Reilly'nin önerisiyle ilgili bir şey yapıl­ mamışh. D' Arcy İran' da petrol çıkarmıştı, ancak beklediği miktarlarda değil. Arhk Avrupa'ya gelmişti ve şahtan aldığı imtiyazı satabileceği birini bulmaya çalışıyordu. Britanya D'Arcy'nin imtiyazı kendilerine satması hususunda kararlıy­ dı. Aynca rakipleri Fransa ile Rusya'nın anlaşma yapılana ka­ dar bu konudan haberdar olmaması hususunda da yine aynı şekilde kararlıydı. Reilly Cannes' a gönderildi, orada D'Arcy'nin bankacılıkla uğraşan köklü aile Rothschildler'in Fransız şubesiyle görüşmeler yapmakta olduğuna dair söy­ lentiler vardı. Yetimhanesi için varlıklı tatilcilerden bağış top­ lamaya çalışan bir Katolik rahibi kılığına giren Reilly, D' Arcy'nin her gün ziyaret ettiği Rothschild yahru gözetle­ meye başladı. Misyon arhk ajanın kökleşmiş kuruntu ve nev­ rozlarının çoğundan faydalanıyordu. Bazı rivayetlere göre, yetişkinliğinde bir Rus arazi sahibi sülalesinin varisi değil de Yahudi bir doktorun evlilik dışı oğlu olduğunu öğrenen Re­ illy travma geçirmişti. Görünen o ki Rothschild'i alt etmek bir bakıma, altüst olmuş hayahna sunulmuş bir tazminat gibiydi. Öyküsünün bu versiyonunda, Reilly'nin Rusya'dan sürgün edilmesi, bu sırrı keşfettikten hemen sonra gerçekleşmişti ve şimdi geri dönebileceği olası bir yol görüyordu: arka kapıdan kılık değiştirmiş biri olarak değil de, çarla kral arasında bü­ yük bir anlaşmaya aracılık etmiş bir ulusal kahraman olarak. Uygun fırsah yakalayan Reilly rahip kılığı içinde Roths­ childler'in yatına dalarak, gönülsüz ev sahiplerine yetimha­ nesine yardımda bulunmaları için yakardı. Davetsiz girişinin yarathğı kargaşadan yararlanan Reilly şaşkın haldeki D'Arcy'yi bir kenara çekip, İngiliz hüküınetinden bir mesajı olduğunu söyledi. Rothschildler ne teklif ediyorlarsa iki katı- 311
Baş Belası icatlar ru ödeyeceklerdi. Reilly, şaşkına dönmüş insanlar sahte rahip ile "yetimlerine" yüklüce bir bağış yapmayı kabul etmeden önce bu mesajı iletecek ve o akşam bir otelde bir toplanh ayarlayacak kadar vakit bulabilmişti. Reilly'nin parayla ne yaphğı tarih kayıtlarında yer almı­ yor. Şu var ki D'Arcy'nin İngiliz hükümetiyle akdettiği anlaş­ ma yer alıyor. Bunun sonucunda daha sonra British Petrole­ um adını alan Anglo-Persian Petrol Şirketi kuruldu ki bu şir­ ketten dönemin genç bakanı Winston Churchill'in tavsiyesiy­ le İngiliz hükümeti %51 pay aldı. 26 Mayıs 1908'de saat 4.00'da İran' da tekrar petrol çıkarılmaya başlandı. Bu defa Britan­ ya'nın hayati bir yakıt kaynağından faydalanmasını on yıllar­ ca garantileyecek miktarlarda üretim yapılıyordu. Petrolün böylesine bol miktarda olması, Churchill'in İngiliz donanma filosunu petrolle çalışacak şekilde dönüştürme kararını etki­ ledi ve Birinci Dünya Savaşı'nda önemli bir avantaj sağladı: Bu üstünlükle ancak karada benzinle çalışan tankların gücü boy ölçüşebilirdi. Reilly'nin gizli görevlerinin dünya tarihinde günümüze kadar devam eden belirgin bir etkisi olmuştur: özellikle de karbon yakıtlarına olan bağımlılığımızı pekiştirdikleri için. İngiliz ajanı olarak fevkalade ve değişken kariyerine devam eden Reilly Kanada Kraliyet Hava Kuvvetleri'nden teğmen rütbesi aldı ve Majestelerinin Gizli İstihbarat Servisi'nde (SiS) vaka istihbarat görevlisi oldu. 1919'da ordu nişanı aldı. Bir­ çok casusluk operasyonundan sonra nihayet Sovyetler Birli­ ği'nde tutuklandı ve OGPU tarafından sorgulandı. 1925'te kı­ sa bir süre hapis yattıktan sonra, Sovyet istihbarah tarafından Moskova yakınlarındaki bir ormanda öldürüldü. Reilly'nin itibarı memleketinde hiçbir zaman iade edilmemiş olabilir ama lan Fleming'in kahramanı James Bond'a ilham kaynağı olmuştur.2 312
lnsaru Mutlu Eden Petrol KARA ALTIN Petrol kullanımı binlerce yıl öncesine uzanır; gemileri su ge­ çirmez yapmak, yollan kaplamak için ve muhtemelen savaş silahı olarak kullanan Yakın Doğu'nun kadim imparatorluk­ larına dek: ham petrol yedinci bölümde sözü geçen "Rum ateşi"nin ana öğesi olabilir. Bununla birlikte kullanımı birkaç amaçla, üretimi de petrolün yüzeye sızdığı bir avuç dolusu yerleşimle sınırlıydı. Dünyadaki petrol yataklarından yaygın ölçüde istifade etmek ve nakliye, imalat, plastik ürünler ve zi­ raat gibi faaliyetlerde neredeyse genelgeçer kullanımı ise çok yeni bir fenomendir. Oldukça da şaşırtıa bir şekilde başla­ mışhr. Sanayi devriminin doğurduğu fabrikaların, kurulmaları için yapılan muazzam masrafları karşılamak için gün boyu çalışması ve dolayısıyla aydınlahlması gerekiyordu. Aydın­ latma için. llk başlarda tercih edilen yakıt balina yağıydı, an­ cak Atlantik'te aşın avlanma sonucunda bu iş on dokuzuncu yüzyılın ortası itibariyle çok masraflı hale gelmişti. Üstelik denizden çıkarılan bu ışık kaynağı iğrenç bir koku yayıyor ve yanarken de sürekli bir hslama sesi çıkarıyordu: ev halkı için can sıkıa ve yüzlerce feneri olan bir fabrikada da devasa bir güçlük. Hava gazı da kullanılıyordu ancak toksikti ve çok ko­ lay tutuşan bir maddeydi. Yani 1854' te mucidi Kanadalı Ab­ raham Gesner tarafından patenti alınan, petrolün rafine edil­ miş bir versiyonu olan "kerosen" yani gazyağı için hazır bir pazar vardı.3 Gazyağırun hayvan yağından daha ucuz, daha etkili bir makine yağı olması gibi ilave bir avantajı da vardı, bu sayede sanayiciler bir ürün fiyahna iki ürün alıyorlardı. Bu avantajlarına rağmen, petrol peynir ekmek gibi sahlmadı, çünkü mevcut petrol çıkarma ve rafine etme yöntemleri mas­ raflıydı ve büyük ölçekli üretime uygun değildi. 313
Baş Belası icatlar Bu durum petrol ve diğer enerji kaynaklanrun öyküsünde önemli bir kavramı ortaya çıkarır. Bazı bilimciler buna EROEI (Yahnm Yapılan Enerjiden Elde Edilen Enerji) diyor. Basitçe ifade edecek olursak, eğer bir varil petrolü çıkarmam ve rafine etmem bana 1 liraya mal olursa ve ben varili 10 lira­ ya satarsam işimi yürütebilirim. Diğer yandan bir varil petrol çıkarmam bana 1 0- 1 1 liraya mal olacak olursa iflas ederim. Bilimciler bu terimle şüphesiz bir yakıt kaynağı elde etmek için kullanılan enerji miktarını kastediyorlar, parasal maliye­ ti değil: Ne var ki bu ikisi genelde bağıntılıdır. İleride görece­ ğimiz gibi, bu basit belitin yerküremiz, yerküremizin ekono­ mileri ve kültürleri üzerinde güçlü bir etkisi vardır ve hatta gelecekte varlığını sürdürebilmesiyle de bir ilgisi olabilir. Artrit hastası, eski tren kondüktörü ve istimbotta gece yazmanı olan Edwin Drake üzerinde ise kesinlikle güçlü bir etkisi oldu. Drake 1859' da Connecticut, New Haven' da has­ talık iznini geçiriyordu. Orada George Bissell adında bir ban­ kerle tanışh. Bissel kısa süre önce Pennsylvania, Titusville ci­ varındaki çamurlu tepelerden petrol çıkarma maksadıyla bir konsorsiyum oluşturmuştu. Gelişmekte olan tekstil sanayin­ den gelen talep bir galonun fiyatını 75 sentten yaklaşık 2 do­ lara çıkarmışh. Bissell'in Drake'e kanı kaynamışh, Drake'i petrol çıkarma projesinin koordinatörü olarak işe aldı ve müstakbel yahnmcıların etkilenmesi için de ona "albay" adı­ nı takh. Drake'in kariyeri bu noktaya kadar tuhaf seyretmesine rağmen, kuyu açmak hakkında birkaç şey biliyordu. 1847' de Azerbaycan' da kullanılan bir petrol donanımını kopya ede­ rek. buharla çalışan bir çark yaptı; çark çelik bir matkap ucu­ nu toprağın içine ve dışına doğru hareket ettiriyordu, bu sa­ yede yaklaşık otuz beş varil petrol üretildi. Drake bu kaygan ürünü tahta viski fıçılarında saklamayı tercih ederek petrol 314
1nsaru Mutlu Eden Petrol sanayinin en kalıcı sembollerinden birine imza attı. O gün bu gündür petrol fiyatı varille* ölçülür. Drake'in ilk değerli kargosu varili 40 dolardan satıldı ve bir ilgi patlamasının da fitilini yaktı. Bölge "yabani kedici" maden arayıcılarının akınına uğradı. Onlara bu ismin takıl­ masının nedeni salt vahşi yaşamın çığlıklarının duyulabilece­ ği uzak bölgelerde kuyu kazmaları ve öldürdükleri yabani kedilerin postlarını petrol kuyusu iskelelerinin tepelerine as­ malarıydı. Uzun süre Califomia'da altın madeni bulmaya ça­ lışıp da hayal kırıklığına uğrayan çapulculara yeni bir umut ışığı doğmuştu. Bu ilgi yoğunluğu petrol sanayinin gelişimi­ ni öylesine hızlandırdı ki 1861 itibariyle dünyadaki ilk petrol rafinerisi kurulmuş ve Britanya' daki fabrikalar deniz yoluyla ilk kandil yağı sevkiyatlanru almıştı. Dört yıl sonra, Birleşik Devletler'in doğu yakasında, dünyadaki muhtemelen ilk pet­ rol boru hattı Pennsylvania, Titusville' de tamamlandı; Edwin Drake'in Titusville yakınındaki petrol sahasından Union City & Titusville Demiryolu'na kadar 8 km uzunluğundaydı. Ancak petrol bollaşması yüzünden fiyatlar düşüşe geçti, bazen 2-3 dolarlık tahta varillerin içindekilerden daha paha­ lıya geldiği bile oluyordu. O günlerde kuyu kazma işinin bir tekniği yoktu: Kara altın ortaya çıktığında, petrol arayıcıları oraya akın ediyor, birkaç aylık bir süre içinde kuyunun dibi­ ni buluyor ve genellikle de bu süreçte bölgenin coğrafi altya­ pısına zarar veriyorlardı. Bölge kuruduğunda, kıtlık fiyatla­ rın tekrar aniden artacağı anlamına geliyordu ve böylesine çılgınca dalgalanan bir pazarda servetler yapılıp kaybedili­ yor, sonra haftalar içinde tekrar yapılıyordu. Drake bütün kaynaklanru yanıp kül olan yeni bir petrol kuyusunda batır­ dı ve daha sonra yokluk içinde öldü. Bu yeni sanayinin kaotik yapısı ve yaşamları ve geçim yol­ larını mahvetmesi Ohio'lu Baptist muhasebeci John D.· Roc• lngilizcede barrel sözcüğü hem hçı hem de varil anlamına gelir. 315
Baş Belası icatlar kefeller'i dehşete düşürmüştü. Eğer bir şirket bütün kuyuları ve tedarik hatlarını kontrol ederse bu hızlı büyüme-iflas dön­ güsünün önüne geçilebileceği kanısına varmışh. Böylece işe koyuldu. "Cleveland Katliamı" diye bilinen bir dönemde, Ohio'nun yirmi alh petrol şirketinden yirmi dördünü bir ay içinde sahn aldı. Yöntemleri tek kelimeyle amansızdı. Şirket­ lere cömert fiyatlar teklif ediyor, sahn aldığı şirketlerin eski sahiplerine Standard Oil adını verdiğini kendi firmasında yüksek maaşlı yöneticilik işleri ve hisseler veriyordu. Gelgelelim Rockefeller'in bazı yöntemleri itibarını zedele­ yecekti. Bu durum ise büyük ölçüde asistanı Henry Flag­ ler' den kaynaklanıyordu. Flagler'in masasının üzerindeki plakette şu yazılıydı: "Sana Nasıl Davranılmasını İstiyorsan Sen de Başkalarına Öyle Davran. Ve tık Sen Öyle Davran."4 Flagler petrol boru hatlarının yokluğunda hayati önem taşı­ yan demiryolu şirketleriyle, Rockefeller petrolünü taşımaları karşılığında onlara daha fazla ödeme yapmak için gizli anlaş­ malar yaptı. Flagler'in gizli ajan ağı tüm ülkeye yayılmıştı; yeni sondaj bölgelerini, demiryolu istasyonlarını ve petrolcü­ lerin barlarını gözetliyorlardı. Eğer bir petrol arayıcısı yeni bir keşifle coşup da varili Standard Oil' den daha düşük fiya­ ta satarsa, Rockefeller bunu öğrendiğinde fiyah daha da indi­ rir ve büyümekte olan imparatorluğunun başka bölgelerinde fiyatları yukarı çekerek bunu dengelerdi. En sonunda Rockefeller'in petrol sanayi üzerindeki haki­ miyetini zayıflatan Flagler'in hileleri oldu. Amerika hakkani­ yet ilkeleri üzerinde kurulmuştu. On dokuzuncu yüzyılın so­ nunda Oklahoma, Califomia ve Teksas'ta yeni devasa petrol alanlarının keşfedilmesi insanların pastadan bir dilim alma arzularını kamçıladı. Bazı unsurları Avrupa'daki baskıcı ve ketum diktatörlüklerden kaçıp gelmiş insanlardan oluşan halk Standard Oil'in piyasayı, ajanları ve kurnazca anlaşma316
İnsanı Mutlu Eden Petrol lanyla nasıl manipüle ettiğini öğrenince protestolar patlak verdi. Popüler basında Rockefe ller adı aşın açgözlülük ve gaddarlıkla eşanlamlı hale geldi. Aslında bu utanç verici bir şeydi, çünkü adam bizzat mütevazı yaşamıştı ve kapitaliz­ min en hayırsever işverenlerinden biriydi. Her şeye karşın 1911'de Başkan Theodore Roosevelt kamuoyunda haklın olan havaya yanıt olarak Standard Oil'in bölünmesini emret­ ti. Bu şirketin parçalan halen Exxon, Mobil ve Texaco gibi ta­ nınmış firmalarda yaşıyor. Hatta belki de daha da önemlisi, Rockefeller'in nefret edilen tekel mirasının petrol üreten şir­ ketler birliği OPEC formunda varlığını sürdürmesidir. SARSICI BiR DECIŞIM: OTOMOBiL e Rockef ller imparatorluğunu yıkan sadece halkın bakış açısı değildi. Rothschild ailesinin finanse ettiği Marcus Samuel adında bir adam Karadeniz'de, Bakü' den Batum' a petrol ta­ şıyacak bir demiryolu yapmıştı. Aynca bir tanker filosunun yapımını yönetmişti. Petrol bu gemilere doğrudan pompala­ nabilecekti ve gemiler Süveyş Kanalı'ndan geçebilecek kadar da küçüktü. 1897' den sonra tek başına devam eden Samuel yeni işine babasını onurlandırmak için onun işiyle ilgili bir isim verdi. Samuel'in babası ölü deniz canlılarından yapılma süs kutuları satıyordu. Günümüzde bu şirket tüm dünyada tanınan Shell'dir. Tam Samuel Doğu'ya giden ve Doğu'dan gelen rotaları açmıştı ki Royal Dutch Şirketi Surnatra adasın­ da petrol buldu. Marcus Samuel nihayet Bearsted Vikontu ol­ du ve hayırsever olarak tanındı. Ben Tıp Fakültesi'nde okur­ ken, Samuel'in Londra Hastanesi'ne bağışladığı oldukça ra­ hatsız Viktorya dönemi amfisinde ders görürdük.. Rockefeller' in tekelinin tam da daha büyük bir şeylerin eşiğine gelmiş olabilecekken sarsılması kaderin garip bir cil­ vesi olsa gerek. Petrolün aydınlatma kaynağı olarak kullanı- 317
Baş Belası icatlar mı sınırlıydı, özellikle de Thomas Edison 1882' de ampulünü dünyaya tanıttıktan sonra. Günlük yaşamda bu büyük deği­ şim vuku bulurken, bir grup küçük mucit içten yanmalı mo­ tor üzerinde çalışıyordu. içten yanmalı motorun ve otomobilin öyküleri için bir baş­ langıç noktası belirlemek istersek çok seçeneğimiz var, çünkü petrolün öyküsüyle öylesine iç içedirler ki ayırmak neredey­ se mümkün değildir. tık içten yanmalı motorlar ateşli silah­ lardı, itici güç silahın namlusunun içindeki hava basınçların­ da meydana gelen ani bir değişimle sağlanırdı. 1680' de insan anatomisindeki ilerlemelerden ilham alan Hollandalı fizikçi Christiaan Huygens barutla çalışan bir motor denemesi yap­ h, bu motorda deri tüplerden yapılma özel "arterler" boyun­ ca itilen havaya güç veriliyordu. Bir sonraki yüzyılda patla­ mayla tahrik edilen birkaç pompa ortaya çıkh. Daha sonra 1791'de İngiliz mucit John Barber petrol buharının yanması­ na dayalı bir motorun patentini aldı. Britanya daha sonralan motor sanayiyle dünyada tanına­ cağı halde, teknolojideki ilerlemeler uzun süre halkın karşı çıkmasıyla hız kesti. Barber'ın icadı, buhar mühendisliği ve benzeri alanlarda Britanyalı mucitlerin kaydettikleri devasa gelişmelerin ardından ikinci sıraya düştü ve iş kara taşımaa­ lığına geldiğinde, insanlar doğal olarak bu özel tahrik araçla­ rı yönünden düşündüler. Ancak ağır, randımansız buharlı ta­ şıtlar yollara zarar veriyordu, kazanlar tehlikeliydi ve patla­ ma olasılıkları yüksekti ve genelde kullandıkları kömür ateşi yoğun bir duman tabakası oluşturuyordu; bu erken dönem araçlarından "paralı yol tröstleri" fahiş fiyatlar istiyorlar, ay­ nca yine bu tröstler posta arabası operatörlüğü işini kaybet­ mekten de korkuyorlardı. 1865'teki "Kırmızı Bayrak Hareke­ ti" buharlı taşıtların hızını sınırlandırarak, köprüden geçme­ lerini, yolcu taşımalarını yasaklamış ve üç kişilik bir ekiple 318
insanı Mutlu Eden Petrol yol almalarını zorunlu kılmıştı; bunlardan birinin görevi ileri doğru yürümek, arabanın yaklaştığına dair insanları uyar­ mak için bir kırmızı bayrak sallamaktı. Britanya'da mekanize kara taşımaalığına yaklaşım bu ka­ dar olumsuz olunca avantaj Avrupa' ya geçti. 1863'de Etienne Lenoir kendi tasarımı içten yanmalı bir motoru bir taşıta monte etti ve Paris'in içinde saatte 8 km'lik hızla 10 km yol kat etti. Ardından dört zamanlı motor geldi, bu daha randı­ manlı bir mekanizmaydı, piston her yanma hareketine karşı­ lık dört vuruş gerçekleştiriyordu. Bu dört vuruş modem ara­ ba motorunun temelidir. Pistonun aşağı doğru ilk hareketi, bir giriş vanası vasıtasıyla silindir içine yakıt karışımını ve oksijeni çeker. Sonra krank mili dönerken, piston yukarı doğ­ ru tekrar itilir, yakıt karışımı küçük bir boşluğa sıkışır. Üçün­ cü harekette, bir kıvılcım tutuşturduktan sonra karışımın pat­ lamasıyla piston aşağı doğru itilir ve bu gücün momentumu krank milini döndürür, pistonu geri yukarı iter ve patlama­ dan ötürü oluşan atık ürünleri egzoz vanası vasıtasıyla egzoz borusuna yönlendirir. İçten yanmalı motora o kadar rağbet yoktu. Kendi otomo­ bil taslağını Viyana'run banliyölerinde deneyen mucit Sieg­ fried Mercus, komşularını gürültü ve egzoz dumanlarıyla ra­ hatsız etmeyi kesmezse tutuklanmakla tehdit edildi. Ne ente­ resandır ki bir tren makinistinin gayrimeşru oğlu olan Alman Kari Benz daha sonra satılacak ilk araba olacak kendi araba­ sını test ederken, kalabalık bu girişimle alay etmek için top­ lanmıştı. Şu var ki bu eğilim durdurulamadı, yirminci yüzyılın ba­ şı itibariyle otomobiller bütün Avrupa ve Birleşik Devlet­ ler'de üretiliyordu. Bununla birlikte zenginlerin oyuncağı olarak kaldı ve sınıf temelli sosyal gerginliğin odak noktası oldu. 1910'da Kraliçe Mary'ye "İngiltere'nin köylü kadınları­ nın" gönderdiği bir dilekçede şunlar yazıyordu: 319
Baş Belası icatlar Bizi otomobillerden kurtarmanız için size yalvanycr ruz. Eminiz ki majesteleri bizim bunlardan neler çekti­ ğimizi bilmiyordur. Çocuklarımız sürekli tehlike altın­ da, eşyalarımız tozdan mahvoluypr, pencerelerimizi açamıyoruz, geceleri seslerinden huzurumuz kaçıyor. Köy içinde yavaş gitmeleri sağlanabilse çok iyi olurdu, fakat bizler yoksul insanlarız ve otomobil kullananla­ rın büyük çoğunluğu bizi hiç dikkate almıyor. Ne yazık ki Kraliçe Mary'nin kocası Kral V. George, aynı yıl bu dilekçeye bir Daimler satın alarak yanıt verdi. Daimler İngiliz monarşisinin, Galler Prensi zamanından Kral VII . Ed­ ward' a değin tercih ettiği arabaydı; ilki 1896'da kullanıldı, 1950'lerin ortalarına dek kraliyet ailesi bu arabayı kullanma­ ya devam etti. Bu özel limuzin büyüklüğü, yüksek kalitesi ve seçkin görünümü yüzünden tercih ediliyordu. 5 m uzunlu­ ğunda, 2 m 30 cm yüksekliğindeydi; 57 beygir gücünde düz­ gün ve ·sessiz çalışan 9,4 litrelik, 6 silindirli Knight döner valf­ li motoru vardı. Şimdi California' da bir müzeyi onurlandır­ ması pek de şaşırtıa olmasa gerek. Trafik kazalarında ölü sayısı yüksekti: 1914 itibariyle gün­ de bir kişi. Ta ki 1930'da daha sert düzenlemeler getirilene dek. Gazeteler de sık sık varlıklı, hız delisi otomobil sürücü­ leriyle sıradan, meteliksiz kurbanları arasındaki muazzam eşitsizliğe dikkat çekiyorlardı. Plaka ve hız limitleri daha ön­ ceden yürürlüğe konmuştu, ancak AA gibi kuruluşlar sürü­ cüleri polisin hız tuzaklarına karşı uyarmak için bisikletli devriyeler tutarak muhalefet oluşturmuşlardı. Otomobil tarihindeki büyük vites değişimi, 1908'de Henry Ford, diğer adı "Model T" olan "Tin Lizzie"yi piyasaya sür­ düğünde gerçekleşti. Rus lideri Lenin' in dahi hayranlığını kazanan aktif bir hayırsever olan Ford ortalama bir çalışanın 320
insanı Mutlu Eden Petrol alım gücüne daha uygun modeller üretebilmek için çok çalış­ tı. Araba piyasaya sürüldüğü yıl 890 dolardı ve ortalama bir Amerikalırun yıllık geliri 500-570 dolar arasında değişiyordu. 1924 itibariyle fiyatı sadece 290 dolar olmuştu. Britanya' da benzinli motor etkisini ülkede ve ülke sakinle­ rinin günlük yaşamlarında çabucak gösterdi. İnsanlar daha uzak iş yerlerine gidebildiği için şehirler kırsala yayıldı. Ma­ kineleşmiş çiftçilik kırsal alanda iş kayıpları ve sonuç olarak şehir nüfusunun daha da artması demekti: Çoğu kişi özellik­ le de Midlands' te, yeni bir iş dalı olan otomobil imalatı işine girdi. Yiyecek üretimi ülkenin artık daha da küçük bir bölü­ müyle sınırlandığı için, insanlar günlük ekmeklerini alabil­ mek için makineleşmiş nakliyeye gitgide daha bağımlı hale geldiler. Ve yine de, daha önce Kraliçe Mary'ye sunulan sa­ mimi dilekçe gibi birkaç itiraza rağmen hiç kimse petrol esas­ lı gücün, toplumlarının birçok yönüne yavaş yavaş sızmasını sorgulamamış gibidir. Sürekli artan bir bağımlılık söz konu­ suydu. Bu bağımlılık yalruzca Birinci Dünya Savaşı'nda pet­ rolle beslenen zaferle değil, ardından yeni araçları sürmek için eğitim almış on binlerce kadın ve erkeğin terhis edilme­ siyle de artıyordu. Savaşın başlangıcı ve sonundaki araç kul­ lanımı istatistikleri çarpıcıdır. İngiliz ordusu Fransa'ya doğru yola çıktığında, yanlanna sadece 827 taşıt ve 15 motosiklet al­ mıştı. 1918 itibariyle ise 56.000 kamyonu, 23.000 arabası ve 34.000 motosikleti vardı. Ancak artık bu teknoloji furyasının yanında kıyamet uyarıları da söz konusuydu. İnsanlar petro­ lün tükenmesi olasılığından söz etmeye başlamışlardı. 1919'da ABD Jeolojik Araştırma Kurumu'nun başkanı 1928'e ge­ lindiğinde ülkede hiç petrol kalmayacağını duyurdu. 1963'teki Buchanan raporuna5 kadar, ki o zamanlar Britan­ ya' run yollarında en fazla 7 milyon araç vardı, otomobillerin yol açtığı zarar pek dile getirilmemişti. Buchanan ile komite321
Baş Belası icatlar sinin tasviri kıyamet habercisi gibidir: "Şehirlerdeki trafiğin geleceği üzerinde bir çalışma yaparken," diyordu idari grup, "yaklaşan aciliyetin büyüklüğü karşısında afallamamak mümkün değil. Büyük yıkıcılık potansiyeli olan canavarı [motorlu araç] muazzam maliyetlerle besliyoruz ve gene de onu çok seviyoruz. Çıkardığı zorluğu kabul etmeyi reddet­ mek yenilgiyi kabul etmek demektir." Benim çalışhğım Imperial College London'da Ulaşım Pro­ fesörü, motosiklet düşkünü ve bir karavan sahibi olan Bucha­ nan sert kararlar alınması gerektiğini vurgulamışh. Raporda arabaların bazı kasaba ve şehirlerin semtlerinde yasaklanma­ sı gerektiği; mevcut bina ve yolların yıkılarak trafiğin toprak seviyesinde akması ve dükkan ve yayaların yukarıda bir se­ viyede olması önerildi. Park etmeler kontrol edilmeli ve ara­ ba sahiplerine "sıkışıklık vergisi" konmalıydı. Raporda ayrı­ ca şehir içinde kamu ulaşımının ucuz olması gerektiği vurgu­ landı. Aslında Buchanan'ın öngörüleri aşın kötümserdi: Rapor­ da 1980 itibariyle Britanya yollarında 27 milyon motorlu araç olacağı öngörülüyordu ama gerçekte yirmi yıl sonra toplam­ da bu kadar artış olmadı. Buchanan'ın Britanya'da 2010'da ulaşılacağını düşündüğü ve "doyma" noktası olarak tanımla­ dığı 40 milyon araç şimdi çok az olası görünüyor. KEŞİF COŞKUSU Bağdat'ın 70 mil bahsındaki Felluce şehrinin adı arhk savaşın hüznüyle eşanlamlı. Felluce'yi duyduğumuzda, aklımıza bi­ rinci Körfez Savaşı'nda kalabalık bir pazar yerine İngilizlerin athğı bombalar sonucu ölen 200 sivil geliyor. Aklımıza yarı­ sından fazlası o savaşta ve ardından gelen savaşta enkaza dö­ nüşen binalar geliyor. Felluce İkinci Körfez Savaşı'ndan önce 322
insanı Mutlu Eden Petrol ülkenin nispeten zarar görmemiş bir bölgesindeydi, ancak daha sonra Sünni ayaklanmasının yuvası ve Amerikan asker­ leriyle yapılan gece muharebelerinin bölgesi haline geldi. Fel­ luce'nin adının Pumbeditha iken ve MS ikinci yüzyıl civarın­ da dünyadaki Yahudi biliminin başta gelen akademilerinden biriyken daha mutlu, hoşgörülü bir dönemi olduğunu da unutmamalıyız. Babillilerin ele geçirmesinden sonra Yahudi yaşamının merkezi olarak kentin ne kadar önemli olduğu, Pumbeditha'nın Gaon'una (akademi başkanı) yeniden ele ge­ çirilen çalınmış şarabın Yahudi inançlarına uygun olup olma­ dığı sorulmasından bellidir (Yahudi kanunlarına göre, eğer Yahudi olmayan biri tarafından çalındıysa puta tapma ama­ cıyla kullanılmış olabilir, bu durumda şarabın bir Yahudi ta­ rafından kullanılması uygun olmaz). Gaon da endişelenmeye mahal olmadığını söyler, çünkü Pumbeditha' daki hırsızların çoğunun Yahudi olduğu sonucuna varmıştır.6 Petrol Felluce'yi bölen savaşın merkezindedir, ama bu du­ rum 2003'te veya 1991'de değil Birinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra başladı. Azalan petrol kaynaklarına dair Ame­ rikan raporlarıyla alarma geçen İngilizler, Arapları kendileri­ ne bağlamak ve buradan hareketle topraklarında olması muhtemel petrol rezervlerinden faydalanmak amacıyla Os­ manlı hükümdarlarına karşı ayaklanmalarını teşvik eden, it­ tifakla belirledikleri bir politika izlediler. Bu ikiyüzlü strateji­ yi uygulayan Britanya T. E. Lawrence adında birinin hizmet­ leriyle bir yandan Arap ayaklanmasını finanse ederken, bir yandan da eski Osmanlı topraklarını kendi aralarında bölüş­ mek için Fransa'yla da gizlice plan yaptı. Türkler geri çekilip de Irak'ın egemenliği Britanya'ya geçtiğinde 1920'de toplu is­ yanlar patlak verdi. İngilizler Nasiriye ve Felluce gibi kentler­ de sert tepki verdiler ve yaklaşık 10.000 Iraklı sivil katledildi. O sırada Sömürgeler Bakanı olan Winston Churchill, Kral 323
Baş Belası lcatlar Faysal'ın tahtı arkasında bilfiil İngiliz hakimiyetini tesis eden, kukla hükümet politikası uygulanmasını önerdi. Çok benzer bir şey Orta Amerika'da da oldu. 1901'de Meksika' da devasa bir petrol yatağı bulundu ve hakları Shell'e satıldı. Sevilmeyen Meksikalı yönetici Porfirio Diaz görevden alınınca, yabanaların petrol şirketleri açısından iş­ ler zorlaştı. Böylece Amerikan şirketleri Venezüella'ya yayıl­ dı ki orada da ahlaksız bir despot olan Juan Vicente Gomez halkının maden haklarını ele geçirip, yabana petrol holding­ lerine satmaktan gayet memnundu. İkinci Dünya Savaşı'run arifesinde, İran, Mezopotamya, Venezüella ve Meksika'run petrol rezervleri bir avuç Amerikan ve Avrupa şirketinin elindeydi. Bununla birlikte çok önemli bir istikrarsızlık öğesinin or­ taya çıkmasıyla birlikte tablo değişmek üzereydi. Her şey 1925'te İngiliz mandasının Filistin'deki Gizli Servis'inin ba­ şındayken ayrılan Harry St. John Bridger Philby'nin (anmaya daha değer olan Kim'in babası) Müslümanlığı kabul etmesi ve Kral Abdülaziz İbn Suud'un danışmanı olarak çalışmaya başlamasıyla başladı.7 İbn Suud, kendilerini İslam'ın püriten formuna adamış dini bir milis olan ve göçebe Bedevi yaşam tarzının bununla uyuşmadığını düşünen thvan'ın8 desteğiyle ateşli Bedevi kabilelere baş eğdirerek Arap çöl krallığını bir­ leştirme peşindeydi. İhvan maalesef kralın da birçok mo­ dernleşme politikasının inançlarına uymadığını düşünüyor­ du. thvan'ın ayna, araba, telefon ve telgraf gibi "yabana pis­ liklere" duydukları nefret kralı topyekfın harbe sürükledi ki kral sonunda zafer kazanmasına rağmen parasız kaldı, kral­ lığını sürdürmek için Mekke ve Medine'ye gelen haalardan gelen kıt gelire muhtaç oldu. Büyük Philby'nin yol göstermesiyle, Kral Suud petrol şir­ keti Chevron'ın topraklarına girmesine izin verdi, şirkete el324
lnsaru Mutlu Eden Petrol Hasa petrol alanı üzerinde altmış yıllık bir imtiyaz verdi. Bu bölgede halen dünyadaki petrol rezervlerinin yaklaşık %20'si bulunuyor. Dünya arhk petrol üretiminde devasa bir değişi­ me tanık oluyordu. Bunun nedeni kısmen, Suudi Arabis­ tan'ın ve yakınındaki Bahreyn ve Kuveyt gibi Körfez ülkele­ rinin açılmasıydı. Arıcak bu bölgelerin hiçbirinin, eğer petrol şirketlerinin bel bağladıkları teknikte ani bir değişiklik olma­ saydı keşfedilmesi veya istifade edilmesi mümkün olmazdı. Yukaç teorisi sayesinde petrol, doğalgaz ve su havuzlarının gözenekli kayaların yüzey altlarında hapsolarak yerkabu­ ğunda yukarı doğru tümsek oluşturduğu bulundu. Yukaçla­ rın yerinin belirlenmesiyle 1913'te Oklahoma'da büyük bir petrol keşfi yapılınca, bütün büyük şirketler kadrolarına jeo­ logları aldı. Petrol keşiflerinin yaklaşık %70'i yukaçlar dahi­ linde olmuştur. 1920'lerde Oklahoma eyaletindeki Seminole yöresinde bü­ yük bir petrol yatağının daha keşfedilmesi yeni bir bilim olan sismik inceleme sayesinde başarıldı. Bu sistemde yer altı yapı­ larının haritasını çıkarmak için patlayıa yükünün yansı örün­ tüsü kullarulmışb. Petrol rafine etme işlemlerinde kaydedilen ilerlemelerin de katkısı oldu: özellikle de 1891'de Rus mühen­ dis Vladimir Shukhov' un icat ettiği termal kırılma tekniğinin. Bu sistemde petrol yüksek sıcaklıklara erişinceye dek ısıtılır ve böylece gazyağı gibi daha uygun yakıtlar elde edilebilecek şekilde büyük hidrokarbon moleküller ayrıştınlırdı. Bu tek­ nikle çıkarılan maddenin her varilinden daha kullanışlı yakıt­ lar elde edilebilirdi. Petrol çıkarma işlemi de gaz püskürtme işleminin kullanılmaya başlamasından sonra gelişti, bu saye­ de petrol kuyusunun ikincil kalıntıları da kullanılıyordu. Gelişen petrol pazarı Doğu Teksas'taki Rusk County'de ünlü "Kara Dev" yatağının açılmasıyla büyüdü ki öyküsü eyalet kasabası Henderson' daki müzede abideleştirilmiştir. 325
Baş Belası icatlar Bu keşfi bir ayağı çukurda yetmiş yaşındaki "yabani kedici" Columbus Marion Joiner yapmıştı. Oklahoma' dan taşınmış ve sadece önsezisine dayanarak birkaç bin Doğu Teksas pet­ rol kira sözleşmelerinin tümünü satın almıştı. Elinde kalan son dolarları nereye harcadığını görmek için 1926' da Rusk County'ye geldi. Sondaj kulesi birkaç paslı boru, güç kayna­ ğı olarak sızdıran bir kazan ve yakacak olarak da eskimiş las­ tik ve odun yığınından ibaretti. Joiner ertesi yıl dul Daisy Bradford'ın 4.000 dönümlük çiftliğini kiraladı. Bayan Da­ isy'ye abayı yakan Joiner ilk kuyusunu onun mülkünde aç­ maya söz verdi. Ancak kuyu tıkanıp da açılmayınca, Joiner kur yapmaktan da sondajdan da vazgeçmek zorunda kaldı. Petrol sondaj kulesini yaklaşık 30 m kaydırdı ama sonuç ge­ ne başarısız oldu. Üçüncü denemesinde kuleyi 100 m daha oynatınca kuleyi destekleyen köhne kirişlerden biri gürültüy­ le koptu, ancak can kaybı olmadı. 5 Eylül 1 930' da ırgat ve tuhaf sondaj işçilerinden ibaret küçük kadrosu yüzeyden 1 .077 m aşağıda görünüşe göre pet­ role doymuş kuma ulaşınca hepsi de çok heyecanlandı. 3 Ekim' de her an petrol bulabilecekleri haberi yayılınca kilo­ metrelerce uzaklardan gelen 8.000 insan Daisy Bradford'ın çiftliğindeki kuyuya akın etti. Genelde kuşkulu olan bu in­ sanların çoğunun yapacak başka işi yoktu. Ancak iş eğlence­ liydi, atıştırmalık ve içecek alıp geziniyorlardı ve Joiner da kendine özgü bir insandı: hayalperest, kendi ayaklarının üs­ tünde duran girişimci, sabık şair ve başarısız olmuş bir yaba­ ni kedici. Bütün uzmanlar Doğu Teksas'ta petrol bulunması­ nın mümkün olmadığı hususunda hemfikirdi. Ne var ki ka­ labalık izlerken çiftlik işçileri, her an kuyudan petrol fışkıra­ cağı umuduyla sondaj yapmaya devam ettiler. Hava karar­ maya başlamış, petrol çıkmamıştı. Bunun üzerine hepsi de 326
insanı Mutlu Eden Petrol eve gitti, en azından güzelce gezmişler ve yasa dışı mısır vis­ kisinden birkaç yudum tatmışlardı. Kalabalık yatmaya gittikten birkaç saat sonra Joiner'ın ku­ yusundan petrol fışkırdı. Daha sonra yakınlarında başka son­ daj kuyuları açılmaya başlandı. Bir fala Kilgore'lu tüccar J. Malcolm Crirn adında birine, Joiner'ın kuyusunun 9 mil ku­ zeyinde petrol bulacağını söylemiş, Crim 30 Aralık' ta gerçek­ ten de orada petrol bulmuştu. Yirmi yedi gün sonra kuzey­ den yirmi mil ileride sondajalar üçüncü petrol yatağını bul­ dular. Petrol yukarı fışkırırken, manzarayı seyreden çiftçiler ve kasaba halkından oluşan 18.000 kişilik seyirci grubu da te­ zahürat yapıyordu. Bu kuyulardan günde toplam 20.000 va­ rilden fazla petrol çıkarılıyordu. Çam ağaayla kaplı tepelerin binlerce metre altında, 72 kın uzunluğunda ve 19 kın genişli­ ğinde, yaklaşık 57.000 hektarlık kara bir dev, koskoca bir pet­ rol okyanusu uzanıyordu. İlerleyen yıllarda 6 milyar varil petrol verecekti. Doğu Teksas neredeyse bir gecede değişmişti. Kilgore 700 kişilik çok sakin bir kasabayken ilk ayda 1 0.000 nüfuslu canlı bir şehre dönüştü. Bütün bölge servet avalanrun Kabe' si ha­ line geldi. Petrol hariç her şeyin fiyatı tavan yaptı. Bir varil petrol sadece 10 sentken, dört litre suyun fiyatı 1 dolardı. Bir israf çılgınlığında 31.000 kuyu açılmıştı, 1931 Ağustos'u itiba­ riyle günde bir milyon varil petrol çıkarılıyordu: Bu miktar o zamanlar dünyanın kullanabileceği petrolden yaklaşık yirmi altı kat daha fazlaydı. Eyalet valisi Ross Sterling bu kuyuların kapatılmasını emrederek, Teksas Ulusal Muhafızlardan 1 .300 süvariyi gönderdi. Çapulcu petrolcüler yasaları çiğneyip yasa dışı üretilmiş "sıcak petrol" satıyor, bazen de ahlaksız petrol arayıaları başka petrolcülerin borularına gizlice bağlantı yapıp petrol çalıyordu. Diğer becerikli petrolcüler tesisatlarına bir "ters" 327
Baş Belası icatlar vana monte ettiler; askerler yasayı uygulamak için vanayı "kapahp" kilit vurmaya geldiklerinde, aslında vanayı açıyor­ lardı. Uyanık bir adam da petrol kulesinin üzerine tuğladan bir bina dikti ve orayı evi olarak kaydettirdi. Ne zaman yet­ kililer gelse, taşınabilir basamakları yukarı çekiveriyordu. Suç, şiddet ve ayyaşlık norm haline gelmişti ve yöre polisinin elinden bir şey gelmiyordu. Neticede Kilgore belediye başka­ nı Teksas Muhafızlarının en meşhuru "Yalnız Kurt" Gonza­ ullas'ı işe aldı. Yakışıklı (Daniel Craig'e benzerdi), güçlü kuv­ vetli Gonzaullas, üzerinde sedef kabzalı iki silah ve kafasın­ da kovboyların taktığı büyük beyaz şapkadan olduğu halde, belediye başkanıyla görüşmek için kara bir aygırın üstünde Kilgore' a girdi. Gonzaullas gizlice başka muhafızları topladı ve ilk gecesinde 300 "kötü adamı" tuzağa düşürdü. Adamla­ rı Main Caddesi'nden yürütüp Kilgore hapishanesi henüz bitmediği için Baptist kilisesine soktu ve hepsini uzun, ağır bir zincire vurdu. Bir ay içinde günde yaklaşık 100 kişiyi tu­ tukladı. Nihayet hemen hemen bütün çapulcular ve haydut­ lar kasabadan süratle atıldı. 1930'ların ortalarında Piyasa Talep Yasası, istimlak Yasa­ sı, Rafineri Kontrol ve ihale Kanun Tasarısı ile diğer mevzu­ atlar yürürlüğe girmiş ve büyük şirketler gelmeye başlamıştı. Petrolden gelen para sayesinde yöre halkı Rusk County, East London'da bütün Teksas'taki en modem devlet okullarından birini yaphrdı. Ne var ki 19 Mart 1937'de öğleden sonra saat 3'te, çocuklar okuldan çıkıp eve gitmeye hazırlanır, daha kü­ çükler de okul otobüslerinde ağabey ve ablalarının gelmesini beklerken, bir sanayi zanaatları öğretmeni sınıfındaki zımpa­ ra makinesini açh. Bir kıvılam okulun alhndaki borulardan sızıp bodrumda hapsolmuş kokusuz doğalgazı tutuşturdu. Okul infilak etti; 7 km uzaktan bile duyulan patlama 298 ço­ cuk ve öğretmeni kelimenin tam anlamıyla havaya uçurdu. 328
İnsanı Mutlu Eden Petrol Cesetlerden bazıları hiç bulunamadı. Petrol sanayinin tehli­ keleri artık yavaş yavaş ortaya çıkıyordu. ABD bu olayın sonucunda bütün doğalgazlara belirleyici bir koku verilmesini şart koşunca çürümüş lahana gibi kokan merkaptan maddesi doğalgaza ilave edildi. Aynca petrol üreticilerini belli kotalarla sınırladı; gerekli bir adımdı, ancak bu adım son derece tehlikeli bir sembolik mirasla atılmıştı. insanların petrol tedarikinin, sadece devlet ve üreticilerin ge­ çici heveslerine dayandığına inanmaları için geçmişten gelen sağlam gerekçeleri var. Uygun görürlerse, vanayı kapatıp açar, fiyatları değiştirir, benzin istasyonlarındaki kuyrukları kısaltıp uzatabilirler. Bir zamanlar durum buysa da, dünya­ daki petrol rezervleri şimdi artık tamamen farklı bir neden­ den dolayı baskı altında. PETROL POLİTİKALARI ikinci Dünya Savaşı, Amerikalı yazar James Howard Kunst­ ler'in dediği gibi, "petrolle ve petrol uğruna yapılmıştı".9 Ve şunu da ilave edebiliriz ki, petrolden mahrum bırakma saye­ sinde kazanıldı. Ada imparatorluğu Japonya Hollanda'run hAkim olduğu Endonezya'daki petrol sahalarına erişmeye ça­ lışıyordu ve ABD donanmasının Japon petrol tankerlerini he­ def almasıyla bütün yakıt operasyonu yakıtsız kaldı ve Ja­ ponya'yı Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasından da­ ha kötü etkiledi. Aynı şekilde Almanya'nın Bakü'nün petroi yataklarından yararlanma teşebbüsleri de 1943'te Stalingard açmazıyla sonuçlandı ki bu durum Nazi Almanya'sının mo­ ralini bozmakla kalmadı, kömürden pahalıya elde edilen sen­ tetik yakıtlara da mecbur bıraktı. Petrolün ve tarihin bu ikili dansı yirminci yüzyıl boyunca devam etti ki bu dönemde ço­ ğu zaman Birleşik Devletler lider petrol üreticisi ve ihracatçı· sıydı. 32�
Baş Belası icatlar 1950'lerdeki barış şartlan petrol furyasıyla birleşmiş, geçi­ ci bir istikrar ve refah yanılsaması yaratmışh. Bu balayı döne­ minde birçok esef verici karar alındı. Hammadde olarak ucuz petrolün bol miktarda bulunması nedeniyle, dünyadaki çoğu ülke plastik, sentetik elyaf ve suni gübrelere geçiş yaph. Pet­ rol esaslı ucuz boyayla boyanmış, içi hafif, petrol esaslı akse­ suarla donahlmış otomobillerin geniş çapta yaygınlaşmasıy­ la birlikte, yaşam tarzları geri dönülmez biçimde değişti. Özellikle Birleşik Devletler' de ve daha az oranda Britanya' da insanların büyüyen banliyölere akın etmesiyle beraber, şehir merkezleri en fakir insanlar hariç boşaldı. Bu insanların evle­ ri büyük oranda petrol esaslı malzemelerden yapılmışh, emekten tasarruf sağlayan çamaşır makinesi, buzdolabı gibi son model aletleri vardı, bu aletlerin hepsi de petrol ekono­ misine bağlıydı. İnsanların işe veya okula gitmek, hatta gaze­ te veya bir poşet sebze meyve almak için arabalarına ihtiyaç­ ları vardı, hpkı gazetecilerin ve bakkalların mallarını onlara gönderecek kamyonlara ihtiyaç duyduğu gibi. Herkesin pet­ role ihtiyaa vardı. Ve kimse de petrol olmasa neler olabilece­ ğini merak etmiyordu. Petrol çoğunlukla nispeten kolay elde edilebildiği için mü­ kemmel bir yakıt kaynağı olmuştur. Kolay tutuşmasına rağ­ men, bilhassa toksik değildir. Randımanlı ve sessiz yanar ve kimyasal açıdan dengeli bir sıvı olduğu için taşıması ve uzun süre depolaması kolaydır. Pek tabii, petrolü odun ve balina yağına tercih ettik. Yaşam biçimimizi böylesine dönüştürmüş olan bu madde tam olarak nedir? Basitçe ifade edecek olursak, petrol güneş ışığının bitki yaşamı üstündeki ürünüdür: Eski bir enerji kay­ nağının, milyonlarca yıl boyunca, yer alhnda yüksek sıcaklık­ larda, muazzam basınçlarda ve çok derinlerde bir diğerine dönüşmesidir. Petrolün su yosunlarından kaynaklandığı dü330
. insanı Mutlu Eden Petrol şünülüyor, su yosunlan bundan 300 milyon yıl öncesinden 30 milyon yıl öncesine kadar süren bir dönemde sıcak bir böl­ gede tarih öncesi göllerde serpildi. Yerkabuğunun hareketle­ riyle toprağın alhna sürüklenen bu küçücük bitkiler yerden 2.000-4 .500 m aşağılarda öyle sıcaklıklara maruz kaldılar ki pişip hidrokarbona doymuş bir tortuya dönüştüler. Ara sıra bu başlangıçtan beri var olan çorba havuzunun parçalan, toprak erozyonu ve tektonik plakların oynamasıy­ la birlikte yüzeye veya yüzeyin yakınına sızabilirler. Ancak bu çok nadir olur. 1859' dan bu yana çıkarılan petrolün çoğu toprak alhndaki sonlu, görece dar bir rezervden gelmektedir. Okyanuslarımızın aksine, bu rezervler gezenirnizi sarmaz; bir avuç dolusu küçük bölgede toplanmışhr, muhtemelen ka­ dim ırmakların koylara akhğı veya yağmurun deniz suyu­ nun tuz yoğunluğunu etkileyip de su yosunlarının gelişebil­ diği bölgelerde. Bu temel jeolojinin, kara alhn peşinde heves­ le koşan erken dönem petrol arayıcılarının göz ardı ettiği ba­ zı önemli içerimleri vardır. Dünyadaki petrol kuyuları geze­ genin içindeki başka bir yerlerde bulunan daha derinlerdeki bir yakıt kaynağı tarafından "ağzına kadar doldurulmaya­ cak" . 2.000-4.500 metredeki "petrol penceresi" içinde yeni kayda değer cepler bulmamız da olası değil. Muhtemelen dünyadaki petrolün çoğunu çıkardık, tükettik ve daha fazla­ sını bulamayacağız. Bu meseleden ileri gelen, panik ve kayıtsızlık karışımı bir ruh hali İkinci Dünya Savaşı'nın sonundan ve özellikle de 1970'lerden bu yana küresel politikanın yol gösterici gücü ol­ muştur. Bu ikinci dönemde Birleşik Devletler'in petrol üreti­ mi gitgide azalmaya başladı. Aynı zamanda petrol kullanımı hala arhyor, gitgide daha büyük miktarlarda ithal edilmesi gerekiyordu. Daha önceden Suudi Arabistan 1967' deki Alh Gün Savaşı'nda lsrail'i destekleyenlere karşı bir petrol ambar- 331
Baş Belası icatlar gosu uygulamaya kalktığında bu girişim işe yaramamıştı. Amerika'run, kendi ülkesindeki ve Avrupa'daki herkesi, çer cuklan okula götürecek ve mallan alacak kadar petrolü oldu­ ğuna ikna edecek ve yaptırımları alt edecek kadar petrolü vardı. Gel gör ki 1970'lerde hayati bir değişim meydana geldi ve dünyadaki üretim fazlasının kontrolü Ortadoğu'ya geçti. 1973'te Sovyetler Birliği'nin desteklediği Mısır ve Suriye kuvvetleri İsrail'e en kutsal günleri Yom Kippur'da saldırdı­ ğında bunun sonuçlan belliydi. Bu çok basiretsiz bir stratejiy­ di. Çoğu zaman İsrail'deki trafik kaotiktir; ancak Yom Kip­ pur' da insanlar genelde araba kullanmaz ve neredeyse herkes sinagoga gider, hal böyle olunca İsrail'in büyük ölçüde vatan­ daşlardan oluşan ordusunu hızla seferber etmesi çok kolay ol­ du. Birleşik Devletler ile müttefikleri İsrail'i daha etkili biçimde destekleyeceğini ilan edince, Suudilerin başkanlığın­ daki Petrol İhraç Eden Ülkeler örgütü (OPEC) kendi fiyatları­ nı % 100 artırmak için Ortadoğu' daki Batılı petrol şirketleri üzerinde baskı kurdu. Onlar reddedince de OPEC'in Arap üyeleri kendi fiyatlarını belirlemek üzere karteli serbest bırak­ tıklarını ilan etti. Kısmen Amerika'run finanse ettiği İsrail Mı­ sır kuvvetlerini geri püskürtünce, Arap petrol bakanlan Birle­ şik Devletler'e petrol satışında toplu bir ambargo ve Batı Av­ rupa'ya satışlarda 70 sent zam uygulayacaklarını duyurdu. Bir varil petrolün fiyatı dörde katlandı. Benzin istasyonların­ da az kalsın isyan çıkacaktı. Daily Express'teki bir "Giles" ka­ rikatüründe, arabası araba yolunda paslanmaya terk edilmiş şişman bir kadın, kaldırımda istemeye istemeye yürüyen yine çok şişman bir çocuğun elinden tutmuş, "İşte bu; bir adım, sonra bir tane daha," diye mırıldanıyordu. "Pis Araplar!" Şok dalgalan Batı ekonomilerinin bütün seviyelerinde his­ sedildi. Yiyecek ve malların fiyatları, yapımlarında olduğu kadar dağıtımlarında da petrol kullanıldığı için tavan yaptı. 332
İnsanı Mutlu Eden Petrol Amerikan borsası bir ayda % 15 kadar değer kaybetti. Ameri­ kan otomobil ticaretinin "Büyük Üçlüsü" -General Motors, Ford ve Chrysler- hiçbir zaman tam olarak atlatamadıkları bir darbe yediler. Faiz oranları fırladı ve piyasalarda büyük daralmalar başladı. Bu aşamada birkaç ses petrolle ilişkimizi yeniden gözden geçirmemiz için baskı yapmaya başlamıştı. Başkan Jimmy Carter hidroelektrik güç vergisini artırmanın yanı sıra alter­ natif yakıt araştırması için de kaynak ayırdı. 1950'ler gibi er­ ken bir dönemde jeolog M. King Hubbert gibi uzmanlar dün­ yadaki petrol tavan yaptıktan sonra inişe geçmeye başladığı anda ekonomik ve politik gerilimlerin artacağını göstermişti: Hubbert bunun 1990 ve 2000 arasında olmasını bekliyordu.10 Fevkalade öngörülü bir tespitti, ancak o zamanlar çok az in­ san onu ciddiye aldı. Çok daha yakın zamanlarda, Shell'den emekli araştırma şefi Colin J. Campbell ve Princeton'dan Kenneth Deffeyes dahil diğerleri zirveyi 2007 ve 2010 arasın­ da bir yere koydular.11 Bu teorilere göre, eğer dünya tarihini bir saatlik bir süre olarak görürsek, petrole olan bağımlılığı­ mız milisaniyeden daha kısa bir süreye karşılık gelecektir. �iz bu mesajları önemsemedik. Alaska ve Kuzey Deni­ zi'nde petrol bulunması aldatıa bir görüntü yaratarak, dün­ yanın bir bölgesinde petrol kurumaya başladığında, başka bir bölgesindeki musluğun öylece açılabileceği hayaline güç verdi. 1979'da İran' da katı bir İslami rejim başa geçip de ihra­ cat için günde 50 milyon varil petrol üretmeyi kestiğinde bu basit iyimserlik inanılmaz sarsıldı. Dünya petrol rezervlerin­ deki bu %5'lik düşüş benzin istasyonlarındaki sahnelerin tek­ rarlanmasına yol açtı ve enflasyon tekrar fırladı. Bu esnada Irak'ın laik başkanı Saddam Hüseyin İran'ın, kendi sınırları içindeki Şii isyanına destek vermesinden dolayı intikam ama­ oyla İran'ın petrol limanlarına saldırdı. İran da Irak'ın boru 333
Baş Belası icatlar hatlarından biri hariç hepsini kapatarak yanıt verdi, küresel pazarlardan dünya petrolünün %8 kadarını da çekti. Fiyatta­ ki artışlar piyasalarda daha çok daralma demekti. Bu ikinci istikrarsızlık döneminde birileri alternatifler ara­ mamız, bu birdenbire parlayan maddeye köle gibi bağımlı ol­ madan toplumumuzun ayakta kalabilmesinin yollarını araş­ tırmamız gerekip gerekmediğini merak etmiş olabilir. Fakat belki de yazar Erik Davis'in "mutabakat transı" dediği şey yüzünden suçlanamayız.1� Yaratmış olduğumuz dünya bir yağ tabakasının su üzerinde durması gibi petrol üzerinde du­ ruyor. Petrol ve petrol ürünlerinin olmadığı bir dünya hayal etmek... Pekala, yakın zamana dek böyle bir şey tasavvur et­ mek mümkün değildi. 1980'lerde trans durumunun devam etmesinin nedeni de Suudi petrol sahalarının, Kuzey Denizi'ndekilerle birlikte, Irak ve lran'dan kaynaklanan kayıpları telafi etmek için üre­ timlerini artırmasıydı. 1991'de Saddam Hüseyin Kuveyt'i iş­ gal edince de aynı şeyler oldu: görünüşte Kuveyt' in Irak top­ raklarında açmış olduğu petrol işletmeleri için Kuveyt' ten in­ tikam alınıyordu. Dünyada kısa süren bir darboğaz ve akar­ yakıt istasyonlarında bir panik rüzgarı yaşandı, sonra Suudi­ ler kıtlığı gidermek için devreye girdiler. Avrupa ve Ameri­ ka' da bol petrol, küresel köyü besledi. Ulaşımın da çok ucuz olması sayesinde, ihtiyaç duyduğumuz şeylerin gelişmekte olan ülkelerde imal edilip yetiştirilmesinin maliyetini karşıla­ yabiliyorduk ki oralarda işgücü de ucuzdu. Sanki ne zaman bir petrol kaynağının ne kadar istikrarsız olduğuna dair ikaz alsak ona olan bağımlılığımızı artırıyor gibiydik. İçinde bulunduğumuz yüzyılın ilk başlarında İslam dün­ yasının bazı bölgelerinden Batı'ya doğru açıkça artan bir düş­ manlığa karşı sanki uyan çanlarını duymaya başlamış gibiy­ dik. Çin'in petrol talebi arttıkça, fiyatlar da yükselmeye de­ vam etti. 2004'te Shell hissedarlarına kendi rezervlerini tah334
insanı Mutlu Eden Petrol min ederken petrol miktarını yaklaşık %20 kadar abarttığını itiraf ettiğinde bir skandal patlak verdi. Bu esnada Suudi Arabistan'dan üretimin artmadığına dair raporlar geliyordu çünkü artamıyordu. Devasa El-Gevar petrol sahası kuruyor gibiydi, gitgide azalan petrolü çıkarmak için giderek daha çok miktarda deniz suyu gerekiyordu. 2004'te petrol fiyatı varil başına 50 dolan buldu. Bu bölümü yazmaya başladı­ ğımda, 2008'in başlarında, daha yeni 100 dolara çıkmıştı. Şimdilerde, 2009'un ortalarında, küresel ekonomi zayıflar ve azalan talep en son ekonomik daralmaya sebep olurken fiya­ tı varil başına yaklaşık 40 dolar. Birçok kişiye göre bu tatsız gelişmeler 1 1 Eylül'ün ardın­ dan yaşanan olaylarla yakından ilişkili. Ortadoğu'nun kesin­ likle petrolden dolayı politik bir parlama noktası olması ve öyle kalması tesadüf değil. Dünyanın çoğunun, çok az insa­ nın sahip olduğu ve kontrol ettiği bir şeye ihtiyacı var ve bu asli dengesizliğin şu anki küresel kaygı havasında payı var. Amerika'nın en büyük korkusu, El-Kaide'nin ABD toprakla­ rında tekrar terör eylemi yapması değil, Suudi hanedanını devirerek petrol musluğunu temelli kapatması. Afganis­ tan' daki savaş petrole dayanan bir alt plan içeriyor, çünkü Amerika bu ülkenin, sorunlu Ortadoğu'yu temelli atlayarak, petrol yönünden zengin Orta Asya rezervlerini Hint Okya­ nusu'na bağlayan bir boru hattı bölgesi olmasını umut edi­ yordu. Benzer şekilde Irak da Amerika'nın tam da yakıtının geleceği bir bölgede bir Amerikan karakolu civanndaydı. Bütün Ortadoğu kaygılı. Arabistan genelde ekonomik ge­ lişmeye müsait olmayan, kuru, sıcak bir bölge ve bu çok önemli "ihracat ürünü" olmazsa, Dubai ve Bahreyn gibi var­ lıklı mega şehirler çürümeye terk edilmiş ticaret merkezleri haline gelirler. Bölgeye aniden akan petrol zenginliği bir kül­ tür karmaşasının yanında her şeyin sona erebileceği korkusu335
Baş Belası icatlar nu da getirdi. Bu önemli psikolojik faktörler bölgedeki muh­ telif politik gerilimleri besliyor ve körüklüyor: İsrail devleti­ nin varlığı, Filistinlilerin yerlerinden edilmesi, Suudi haneda­ nının yozlaşması. Usama bin Ladin'in desteklediği, İslam di­ ninin kab bir şekli olan Vahabiliğin Suudi Arabistan' da güç­ lü bir kalesi var, özellikle de oradaki halk mevcut koşulların devam edemeyeceğinin farkında olduğu için bu böyle. Ne petrol devam edebilir ne de petrolün sağladığı bol gelirler. Ne de klimalı alışveriş merkezleri, mimari açıdan gösterişli binalar, çok sayıda yabana işçi, doğal olarak bir çöl bölgesi­ nin destekleyemeyeceği aşın miktardaki nüfus devam edebi­ lir. Bazı insanlar ortaçağ din erkine dönmek istedikleri için onları pek suçlayamazsınız. Bu, gelecekten çok daha emni­ yetli görünüyor olsa gerek. ALTERNATIF YAKITLAR Onuncu bölümde hpta kaydedilen bazı olağanüstü ilerleme­ leri ve bunların ne kadanrun tesadüf eseri bulunduğunu ele alıyorum. Bu kitapta tanımlanan yenilik ve icatların çoğu ay­ nı özelliğe sahip; çok çalışma ve yarahalığın ürünü, evet, an­ cak başka bir şey daha var: tuhaf bir olay, eşzamanlılık, doğ­ ru yönde esen bir rüzgar. Bu büyük ölçüde bizim avantajımı­ za olmuştur, ancak aynı zamanda belli bir kayıtsızlık tohumu da ekmiştir. Her şey daima yolunda gidecektir, çünkü hep böyle olmuştur. Bir şey çıkagelecektir. Bu eğilim, giderek aza­ lan petrol rezervlerimizi göz önüne aldığımızda bilhassa dik­ kat çekicidir. Geçenlerde yaphğım bir uçak yolculuğu sırasında, iki meslektaşımla bir tarhşmaya girdim. İkisi de zeki, kültürlü olan bu kişilerin yorumlan mevcut havayı özetliyordu. "Her zaman daha çok petrol buluyorlar," dedi bir tanesi. "Biraz daha bulacaklardır." Solumdaki hanım farklı görüşteydi. 336
insanı Mutlu Eden Petrol "Petrolün yerine geçebilecek çok sayıda teknoloji var," dedi. "Tek yapmaları gereken bu teknolojilere biraz daha para ya­ hrmak" Daha bilgili olması gereken insanlar tarafından sık sık dile getirilen bu iki bakış açısı da ne yazık ki yanlış. "Onların" -dünyanın daima iyi durumda olacağını garan­ tileyen efsanevi kişilerin- daha çok petrol bulmaları mümkün değildir, çünkü jeoloji bilimine göre petrol sınırlı bir kaynak­ hr. Kuşkusuz daha derin seviyelerde petrol rezervleri olabilir. Muazzam miktarlarda yüksek basınçlı suyla "ölü" kuyuları püskürtmek veya Alberta'run katranlı kumlarını petrol bul­ mak amaayla rafine etmek mümkündür. Fakat burada karşı­ mıza EROEI (Yahnlan Enerjiye Karşı Elde Edilen Enerji) ilke­ si çıkıyor. Bu petrolü ortaya çıkarmak kullanımından elde edeceğimizden daha fazla para ve enerji gerektirecektir. önerilen birtakım alternatif enerji kaynaklan var, ancak mesele bir düğmeye basıp eldeki parasal kaynakları mevcut teknolojilerin bu sorunu çözmek için uygulanmasını sağla­ mak üzere kullanmak meselesi değil. Çoğu o kadar kullanış­ lı değil, kullanışlı olsalar bile, petrolle beslenen bir dünyaya öylesine bağımlılar ki eğer hemen başlamazsak onlardan ya­ rarlanabilecek rezervlerimiz kalmayacak. Doğalgazı ele alalım. Petrol gibi doğalgaz da toprak alhn­ da belli ısı ve basınç şartlarında oluşur. Randımanlı ve temiz yanar, normal hava sıcaklığında borular içinde nakledilebilir ve topraktan çıkarmak için enerji gerekmez. Ancak doğalgaz da tükeniyor, Birleşik Devletler'de yılda %5 oranında. Ve doğalgaz kullanan elektrik tesislerine büyük oranda yahrım yapmış bir ülke açısından bu büyük bir sıkınb. Önemli bir teknolojik ilerleme olmadığı müddetçe, doğalgaz sadece çıka­ rıldığı kıtada kullanılabilir. Doğalgaz özel boru hatlarında, normal hava sıcaklığında, çok düşük enerji maliyetleriyle ta­ şınabilir. Ancak doğalgazı denizaşırı ülkelerden elde edebil337
Baş Belası icatlar mek için, onu sıvılaştırmak, basınçlı düşük sıcaklıklardaki özel konteynerlere doldurmak, özel liman tesislerinde bo­ şaltmak ve sonra tekrar gaz haline dönüştürmek gerekir. Bu işlem büyük miktarda enerji gerektirir. Bu enerji bol miktar­ daki ucuz petrolle sağlanabilir ama bu ucuz petrol tükendi­ ğinde o kadar da rahat elde edilemeyebilir. Ve yakın geçmiş­ te görmüş olduğumuz gibi, gaz boru hatları savunmasızdır; hem politik güçlere -başka bir ülkedeki vanalar kapatılabilir­ hem de terörist eylemlere karşı. Ocak 2009' da Avrupa' da ha­ valar çok soğukken, Macaristan, Slovakya, Bulgaristan ve Ro­ manya gerçekten kötü etkilenmişti ve Almanya, Fransa ve İtalya azalan yakıt kaynaklan yüzünden zor durumdaydı. Avrupa Birliği doğalgazının yaklaşık %25'ini, Ukrayna'dan geçen boru hath vasıtasıyla Rusya' dan alır, bu yüzden dev Rus şirketi Gazprom'un Ukrayna'yla olan anlaşmazlığı yü­ zünden kaynaklarını kapatması karan çok ciddi bir karardı. Rusya Başkanı Vladimir Putin de açıkçası sorunu çözmek için hiç acele etmiyordu, çünkü Ukrayna hükümetinin, Batı Avru­ pa' ya gönderdikleri doğalgazdan çaldıklarını iddia ediyordu. Daha da kötüleşen bir senaryoda, Ukraynalılar bu durumun gene Rusya'nın doğalgazı bir silah olarak kullanan bir zorba olduğunu gösterdiğini söylemeye başladılar. Anlaşmazlığın kökeninde kısmen kar sorunu vardı. Rusya doğalgazının değerinin daha fazla olduğunu iddia ederken, Ukrayna da aldıkları transit ücretinin yeterli olmadığını öne sürüyor. Ancak bu enerji kaynaklan kesintisi sadece ticari bir anlaşmazlıktan kaynaklanmıyordu. Rusya Ukrayna'yı, yakın geçmişte Gürcistan' da meydana gelen ayaklanmalarda asile­ re silah temin etmekle suçlamıştır ve aynca Ukrayna' daki ağır politik istikrarsızlık da Rusya hükümetini çok kaygılan­ dırıyor. Şimdilik her an bozulabilecek bir çözüme ulaşılmış­ tır. Ancak esasen Avrupa enerji kaynaklarını çeşitlendirene 338
İnsanı Mutlu Eden Petrol dek, daima Rusya ile bir zamanlar Sovyetler Birliği içinde olan ülkeler arasındaki çekişmelerin potansiyel kurbanı ola­ cakhr. Hidroelektrik güç Hidroelektrik santral imgesi ne kadar da güzel ve çarpıadır: doğanın gücü, temiz ve dingin, hem bizim yararımıza hem de gezegenin ebedi esenliği için kullanılıyor. Hidroelektrik güç Sanayi Devrimi'nin ilk fabrikalarını çalıştırmış ve 1870'den bu yana elektrik kaynağı ihtiyacını karşılamıştır. Dev gibi barajlar ve tesisler kurulduğunda, bir jeneratöre güç veren türbinleri döndürecek su akışının kullanılması çevreyi kirletici zararlı madde veya sera gazlarına yol açmaz. Günü­ müzde hidroelektrik güç dünyadaki elektriğin %19'unu sağ­ lıyor ve bunun çoğu Çin, Kanada ve Brezilya' da üretiliyor. Bu imge etkileyici olmasına rağmen, su gücü asla genelge­ çer bir enerji kaynağı olmanın yanına bile yaklaşamayacaktır ve çevreye verdiği zarar da genelde oldukça fazladır. Dahası barajlarda büyük miktarlarda beton kullanılması gerekir ve bu malzemeler ile bu malzemeleri enerji üretim bölgesine ta­ şımak için gereken ağır nakliyenin kayda değer bir karbon ayak izi vardır. Barajlar ancak suyun çok yüksekten aktığı bir avuç bölgede yapılabilir. Çoğu ülkede -Britanya da onlar ara­ sındadır- bu bölgelerin çoğunluğundan çoktan istifade edil­ miştir, bu yüzden şu anda toplam enerji tüketiminin beşte bi­ rinden az olan İngiltere'deki· hidroelektrik gücünü artırma­ mız mümkün değildir. Bu bölgelerin çoğu da uzun süredir kullanılmaktadır, erozyon ve alüvyon yüzünden en sonunda oraları işletmek mümkün olmayacaktır. En iyi durum senar­ yosuna göre, bütün eski tesisleri kurtarsak ve dünyadaki kul­ lanılmamış bütün bölgelerde santral inşa etsek bile, bu işi muazzam miktarlarda parçaları imal etmek ve yollamak ve 339
Baş Belası icatlar işgücünü transfer etmek için gereken ucuz petrol olmadan başaramayız. Rüzgir gücü 1929' da ölen Ohio, Clevelandlı Charles Francis Brush kullanı­ labilir elektriğin üretiminde rüzgardan faydalanmayı başa­ ran büyük ihtimalle ilk kişiydi. Daha çok kendi kendini yetiş­ tirmiş biri olan Brush elektrik ark ışığını icat etti ve elektriği ticari olarak üretmek için dinamo teknolojisinin geliştirilme­ sinde öncü oldu. Bu süreçte hahn sayılır bir servet yaptı. Ay­ nca ürettiği elektriği depolamak amaayla kurşun-asitli batar­ ya yapmak için oldukça etkili bir yöntem buldu. 1887-1 888 kı­ şında Brush ilk otomatik çalışan rüzgar türbinini yaph. Ol­ dukça büyük arka bahçesinde inşa ettiği yel değirmeni 1 5 m genişliğindeydi ve sedir ağaandan yapılma 144 tane hareket­ li kanadı vardı. Şaşırha gelebilir ama türbin sağlamdı, yirmi yıl boyunca çalışh. Brush türbini, köşkünün kilerinde bulu­ nan, elektriğin depolandığı bataryaları şarj etmek için kullan­ dı. Yel değirmeni yavaş döndüğü için, yalnızca 12 kilovat ci­ varında elektrik üretiyordu, ancak yine de bütün ev halkına yetiyordu. Brush'ın yaşadığı yerde rüzgar zayıftı, bu biraz sorun teş­ kil ediyordu tabii. Fakat son birkaç yıldır, rüzgar hızının da­ ha yüksek veya sabit olduğu birçok ülke, rüzgarı potansiyel olarak son derece değerli kabul etmiştir. Britanya rüzgarlı bir adadır, İskoçya' da yerden 50 m yüksekte denizden karaya doğru esen rüzgarın hızı saatte yaklaşık 27 km' dir ve kara­ dan denize doğru da saatte 40 km' den fazla olabilir, yani Bri­ tanya potansiyel enerji üretimi yönünden Avrupa' daki en iyi kaynaklardan birine sahiptir. Dev bir rüzgar türbininden el­ de edilen maksimum verim rüzgar hızının küpüyle artar. Ya­ ni rüzgarın hızı iki katına çıkarsa, verim yaklaşık sekiz kat ar340
İnsanı Mutlu Eden Petrol tar. Üstelik rüzgar hızı yükseklik arttıkça artmaya meyillidir: Ortalama olarak, yer seviyesinden yukarıda, kanatları 50 m' den 100 m'ye yükseltmek aşağı yukarı enerjide %40 artış sağlar. Bunların hepsi iyi hoş da büyük problemler var. Büyük makinelerin yapımı zordur ve güçlü rüzgarlar alhnda muaz­ zam kuvvetlerle karşı karşıya kalırlar. Bir de rüzgar çok hız­ lıysa, örneğin saatte yaklaşık 70 km'den fazlaysa türbin daya­ namaz ve elektrik üretimi durur. Tayfın diğer ucunda ise Bir­ leşik Krallık' ıı:ı en rüzgarlı bölgelerinde dahi hiç rüzgarın es­ mediği günler olacakhr. Günümüzde en büyük rüzgar tür­ binleri yaklaşık 2-3 megavatlık enerji üretir. Belki açık deniz­ de deniz yatağında tespit edilmiş, hatta daha çok elektrik üreten daha büyük türbinler yapmak mümkün olabilir, ama türbinleri suyun alhnda sabitlemek, özellikle de aşındırıcı de­ niz suyu alhnda, önemli teknik problemleri beraberinde geti­ rir; doğrusunu isterseniz bazı bilim insanları bunun uygula­ nabilir olduğundan dahi şüphe ediyorlar. n Öyle ki şu an için Birleşik Krallık yönetimi sahil tesislerini geliştirmeye odak­ lanrnışhr; tabii civardaki sakinler çevrelerinin değiştirilme­ sinden her zaman hoşlanmazlar. Toplam sahil rüzgar kayna­ ğımızın teorik olarak yaklaşık 1 10 gigavat olduğu hesaplanı­ yor ve 2010' -da yaklaşık 3.200 rüzgar türbini vasıtasıyla top­ lam 6,5 gigavat kapasitelik rüzgar gücümüz olması bekleni­ yor. Ancak rüzgarın hepsi kullanılamayacağı için, örneğin rüzgar hızı çok fazla olabilir veya bazı makineler her zaman çalışmayabilir, toplam kapasitenin yalnızca %30'undan fay­ dalanabileceği hesaplanıyor. Bu da takriben 2 gigavata karşı­ lık gelir ki bu rakam Birleşik Krallık'ın şu anki toplam ihtiya­ anın yaklaşık %5'idir. Hal böyle olunca bol bulunan bu güç kaynağını kullan­ mak beraberinde ciddi problemler getiriyor. Rüzgar türbinle341
Baş Belası lcatlar rinin yapımı son derece masraflı ve kurulması da zor. İmalat­ larında büyük miktarlarda karbon açığa çıkar; kablolama ter­ tibah karmaşık ve pahalıdır ve ürettikleri elektriğin depolan­ ması için çok büyük bataryalar gereklidir. Açık denizde rüz­ gar türbini kurmak pratik olmayabilir; gemilere bir tehdit teş­ kil edebilirler ve radar profilleri de sahillerimize gelen düş­ man uçaklarını gölgeleyebilir. Hem karada hem denizde tür­ binler ciddi çevre problemleri ortaya koyuyorlar. Örneğin ço­ ğu insan türbinlerin ıssız güzelliklerde kurulmasını istemi­ yor, ki en çok oralarda yararlı olabilirler. Ancak belki de en büyük sorun ürettikleri gücün süreksiz olması: Rüzgar iyi ol­ duğunda yüksek verim var ve sıcak havada da hiç verim yok. Dolayısıyla türbinleri kabloyla ulusal şebekeye bağlamak bü­ yük bir zorluk teşkil ediyor, çünkü ani güç dalgalarının şebe­ keyi "çelmeleme" riski var. Dalga ve gelgit gücü Gelgit önemli miktarda enerji üretmek için kullanılabilir. Bu yeni bir fikir değildir: On ikinci yüzyılın başlarında bile Brit­ tany sahillerindeki mısır öğütme değirmenleri gelgitten güç alıyordu. Gelgit enerjisinden, sular yükseldiğinde deniz su­ yunu koy veya lagüne boşaltarak yararlanılabilir; sular alçal­ dığında da su akışı bir çarkı döndürmek için kullanılabilir. 1920'lerde Fransa' da çeşitli deneyler yapıldı ama elektrik üre­ ten ilk tesis ancak 1967'de La Rance'de kuruldu. Rance lrma­ ğı'run Manş Denizi'yle birleştiği ırmak ağzında son derece yüksek, 13,5 rn'ye kadar çıkan gelgitler var. Fransızlar ağızda boydan boya bir baraj inşa edip denizi ayırdılar. Su barajda­ ki bent kapaklarından geçip nehir ağzını doldurarak türbin­ lere güç veriyor. Bent kapaklan kapatıldığında gelgit hazne­ sinin içinde 18 milyar litre su birikiyor. Sular çekilirken, ka­ paklar tekrar açılıyor ve sular türbinlerden denize dökülü342
İnsanı Mutlu Eden Petrol yor. La Rance' deki türbinler elektriği suyun hem yükselmesi hem de alçalmasıyla oluşturabiliyor, yaklaşık 240 megavat üretiyorlar. B ritanya' da uzun bir sahil şeridi ve büyük gelgitler var, o yüzden gelgit gücü potansiyeli yüksek. Yine de benzer bir sistemin çalışabileceği çok fazla yer yok. Bir tanesi, denizin yaklaşık 13 m yükseldiği Severn Ağzı: 1950'den bu yana ka­ ğıt üzerinde çeşitli teklifler yapıldı ve yapılacak bir baraj ln­ giltere' nin enerji ihtiyaanın %6'sıru karşılayabilecek olması­ na rağmen, yapımı on yıldan fazla sürecek ve deniz ve sahil şeridi çevresinde muazzam bir tahribata yol açabilir. Diğer tasarılar arasında, dalgalar hareket ettirdikçe elek­ trik üreten, denize demirlenmiş yüzer şamandıralar var. Bir tanesi, Sir Christopher Cockerell'in patentini aldığı Cockerell Salı' dır. Sal esasen hidrolik bir pistonla birbirine bağlı iki yü­ zer şamandıradan ibaret. İlk sal iyi çalışmamasına rağmen, üzerinde epeyce değişiklik yapıldı. Teorik olarak 2 m yüksek­ liğindeki dalgaların üstünde duran, 20 m uzunluğunda, 8 m genişliğindeki bir sal yaklaşık 35 kilovatlık elektrik üretebilir. 6 m'lik dalgalar 1,6 megavat üretebilir. Daha çok şamandıra­ nın birbirine bağlanmasıyla çok büyük miktarda elektrik meydana getirilebilir. Ancak okyanus ortamı oldukça aşındı­ nadır, fırtınalar tesisleri tahrip edebilecek kadar enerji açığa çıkarabilir ve bu süreksiz enerji kaynağını herhangi bir kab­ lolama yöntemiyle karaya getirmek çok pahalıdır. Aynca bu tesisler gemiler için büyük bir tehdit oluştururlar ve tabii ge­ milerde de bu tesisler için. Biyoküile yakıh Biyokütle ısı enerjisi üretmek ve sonra bir türbin vasıtasıyla bu enerjiyi elektrik enerjisine dönüştürmek için kullanılabilir. Biyokütle normalde tarım ve orman sanayiinin odun yan 343
Baş Belası icatlar ürünleri, evsel atık veya odun kırıntısı ve talaş gibi işlenmiş yakıtlar olabilir. Biyokütleyi atık gömme sahasında toprağa gömmektense enerji üretmek için kullanmak yeğdir. Nispe­ ten etkin bir işlemdir çünkü biyokütlenin yakılmasından çı­ kan kül gübre yapmak için kullanılabilir. Biyokütle yeterince kullanılmıyor. Birleşik Kralhk'ın saz üretiminin belki üçte biri (yılda 8 ton) ülkenin şu anki elektrik ihtiyacının yaklaşık %3' ünü karşılayacak enerjiyi üretmek için kullanılabilir. Tavuk, inek ve domuz dışkısı, yani şu an­ da büyük oranda israf edilen bütün kaynaklar bu şekilde ya­ kılabilir (ortalama bir ineğin yılda 20 ton dışkılaması entere­ sandır). Yine küller de gübre için kullanılabilir. Günümüzde büyükbaş hayvan dışkısının çoğu tarlalara doğrudan gübre olarak atılıyor ki bunun ırmakları kirletme riski var. Gübre olarak kullanıldığında, dışkı metan gazı da üretiyor ki bu da sera etkisiyle küresel ısınmaya katkıda bulunuyor. Hızla büyüyen enerji üreten ürünler potansiyeli daha da büyüktür. Örneğin uzun ömürlü ot miscanthus değerli bir enerji kaynağı olabilir, koru üretimindeki söğüt dallan gibi.14 Biyoyakıt sadece %25 verimle yandığında dahi, beş yüz hek­ tarlık çiftlik alanı 1 megavatlık sürekli elektrik üretebilir. Bir­ leşik Kralhk'ın toplam enerji ihtiyacının yaklaşık %5-6'sının 350.000 hektarlık alandan sağlanabileceği tahmin ediliyor ve santralde daha iyi kimya ve gelişmiş çiftçilik uygulanırsa ve­ rim daha da büyük olabilir. tleri teknolojilerden biri olan "gazlaştırma'da, odun kırıntıları hava akımında ısıtılıp kar­ bon monoksit, metan ve hidrojen üretilir. Bu gazlar havayla karışınca odun kırıntılarından daha yüksek bir sıcaklıkta ya­ nar, böylece daha çok enerji çıkarırlar. Birleşik Krallık'ta bi­ yokütle elde etmek için kullanılabilecek yaklaşık 1 milyon hektar var, ancak şu anda 2.000 hektardan daha az alanda enerji üreten ürünler ekilip biçilmektedir. 344
insanı Mutlu Eden Petrol Biyodizel Bavyeralı mucit Rudolf Diesel biyodizeli ta 1900' de potansi­ yel bir enerji kaynağı saymışh. O yıl Paris'teki dünya fuarın­ da Diesel makinesinin fıshk yağıyla çalışabildiğini gösterdi ve daha sonralan Henry Ford da Model T'nin mısırdan elde edilen alkolle çalışabileceğini ummuştu. Ancak mineral yağ­ lar çok kolay elde edildikleri için çok az insan sebze yağları­ nı ciddiye alıyordu. Sonra 1970 ve 1980'lerde biyoyakıt kul­ lanma fikri Birleşik Devletler' de tekrar gündeme geldi, bu­ nun nedeni de büyük oranda, kükürt dioksit, karbon monok­ sit, azot oksit ve ozon gibi emisyon gazlarının daha dikkatli düzenlenmesini şart koşan Temiz Hava Yasası'ydı. Daha ön­ ce görmüş olduğumuz gibi, Ortadoğu'daki sorunlar ve yük­ selen petrol fiyatları biyodizel kullanımına biraz daha hız verdi. Biyodizel nispeten çevre dostudur, çünkü biyolojik olarak çözünebilirdir ve fosil yakıtlardan daha az emisyon üretir; ör­ neğin yakıtlarda kullanımı halinde karbondioksit üretimi yaklaşık %80'lere kadar azalır. Motoru yağlamaya yardımcı olur, dolayısıyla motor aşınmasını azalhr ve motorda çok az bir değişiklik yaparak hemen her dizelde kullanılabilir. Fakat biyodizel azot oksit üretimini arhnr ve bunun çözünürlük özelliği de yakıt filtrelerinin tortularla hkanmasına yol açabi­ lir. Aynca yakıt ekonomisindeki ve gücündeki azalmayla da bir bağlanhsı vardır ve üretimi sıradan dizelden daha pahalı­ dır. Güneş enerjisi Güneş enerjisi açıkçası Birleşik Krallık'taki hava şartlan nede­ niyle sınırlı bir kaynakhr ancak küresel düzeyde önemli fır­ satlar sunar. Işığı elektrik enerjisine dönüştürebilen güneş pi­ li (PV) panelleri pahalıdır ve imalatları sırasında önemli rnik345
Baş Belası icatlar tarda karbon salınımı olur. Fakat güneş ışığının elektriğe d� nüştürülmesi için hareketli parça gerekmez ve PV paneli ses­ sizdir ve çevreyi kirletmez. Paneller çoğunlukla bükülmez, dörtgen biçiminde ve 1-2 m genişliğindedir. Bazıları esnektir ve uzunlukları 7 m, hatta daha fazla olabilir. 2004'ten bu ya­ na PV panellerinin üretimi, yenilenebilir enerji kaynağına olan bu yeni talebi karşılayabilmek için dünya çapında yılda %20-30 artmıştır. Bununla beraber PV birimleri halen olduk­ ça randımansızdır, aldıkları ışık enerjisinin sadE:.:e %7-lS'ini elektriğe dönüştürürler. Londra'daki lmperial College camla­ ra monte edilen saydam güneş panelleriyle deneyler yapıyor. Bunlar ofis ve ticari binalarda iyi bir enerji kaynağı olabilirler, özellikle de güç üretiminin verimi iyileştirilebilirse. Kuzey Afrika' daki güneş Güney Avrupa' dakinden iki kat daha güçlü olduğu için, en azından teorik olarak bütün Av­ rupa'ya güç vermek için oradaki güneş ışığının sadece %0,3'ü yeterlidir. Avrupa Komisyonu Enerji Enstitüsü'nden Amulf Jaeger-Waldau'ya göre, Sahra Çölü'nde İrlanda büyüklüğün­ de bir alana devasa bir tesis kurmak Avrupa'nın petrole olan bağımlılığına uygun bir çözüm getirebilir.15 Bu tesisin 2050 itibariyle 100 gigavat üretilebileceği iddia edilmiştir, ama bu tarih büyük ihtimalle gezegeni küresel ısınmanın yıkıcı etki­ lerinden kurtarmak için çok geç bir tarih olacakhr. Tabii ki böyle bir tesis kurmak son derece pahalıya çıkacak ve üreti­ len enerjiyi ihtiyaç duyulan bölgelere nakletmede dikkat edil­ mesi gereken teknik problemler olacakhr. Keza böyle bir te­ sis sabotaj veya terörizme karşı da büyük olasılıkla son dere­ ce savunm asız olacaktır. Güneş enerjisi ayrıca çatılarda yer alan panellerdeki suyu veya borulardaki petrolü ısıtmak için de kullanılabilir. İspan­ ya' daki Granada'da, deniz seviyesinden yaklaşık 1 .000 m yu­ karıdaki bir platoda, Avrupa' daki ilk ticari parabolik güneş 346
İnsanı Mutlu Eden Petrol termal tesisi Andasol güneş santrali var. Burası bir güneş pi­ li tesisi değil ama bir termal depolama sistemi kullanıyor, gü­ neşten gelen odaklanmış ısıyı emip sodyum ve potasyum nit­ rata dönüştürüyor. Bu tuzun bulunduğu tanklar devasa bü­ yüklükte: yükseklikleri 14 m ve çaplan 36 m. Güneş ışınlan parabolik aynalarla yoğunlaştırıldığında, çok yüksek sıcak­ lıklar, örneğin yaklaşık 400 ·c elde edilebilir. Eriyen tuz bu ısıyı geceleyin veya hava kapalı olduğunda çalışan bir türbi­ ne veriyor. Tesis oldukça büyük, yüzey alanı 51 hektar. An­ dasol tesisi İspanya'run ulusal şebekesine elektrik veriyor ve hatırı sayılır bir maliyetle de olsa, 200.000 bin kişiye enerji sağlama potansiyeli olduğu söyleniyor. Hidrojen Kasım 2007' de New Scientist' te yayımlanan kısa bir makalede, Britanya'run Kuzey Denizi'ndeki bir deniz fenerinin temiz, ucuz ve bol bulunan bir güç kaynağıyla aydınlahldığı yazıl­ mışh. Mühendislik firması CPI'run önayak olduğu bir kon­ sorsiyum, uzak ve zor konumu yüzünden sık sık güç kesinti­ lerine maruz kalan South Gare deniz fenerine bir hidrojen hücresi kurmuştu. Bu makale bir güç kaynağı olarak hidroje­ nin yararlarına övgüler düzen birçok makaleden biriydi. Bir diğeri 2006'da, Arizona Devlet Üniversitesi'nden kimyaa Don Gervasio'nun yaphğı, hidrojeni depolayıp salma esasıy­ la çalışan bir prototip dizüstü pilinin reklamını yapmışh.16 Hidrojeni kuşatan iyimserliğin bir kısmı yerindedir. Hid­ rojen sürekli etrafımızdadır ve yanmasıyla ortaya çıkan tek yan ürün su buharıdır. Hidrojeni enerji kaynağına dönüştü­ ren teknolojiyi herhangi bir öğrenci rahatlıkla anlayabilir. Ba­ sitçe ifade edecek olursak, hidrojen su buharı ve elektrik üret­ mek için oksijenle birleştirilir, sonra da iş yapmak için bun­ lardan yararlanılabilir. Bununla birlikte birçok insanın, ener347
Baş Belası icatlar ji sorunlarına cevap bulduğumuza inanma eğilimine karşı konulmalıdır. Hidrojen gerçekte bir yakıt değildir, daha çok bir enerji oluşturma vasıtasıdır. Bizzat hidrojeni imal etmek için aslında başka bir güç kaynağına ihtiyacınız vardır ve şu anki koşullarda bu güçten, aldığınızdan daha fazlasını koy­ manız gerekir. Bir kez daha EROEI söz konusu. Hidrojen evrendeki bütün maddelerin yaklaşık %73'ünü oluşturur. Ancak dünyada genelde diğer elementlere bağlı­ dır: suda olduğu gibi. Hidrojen suya elektrik akımı verilerek sudan "ayrıştırılabilir" ama bu elektriği elde etmek için bir enerji kaynağına ihtiyaç vardır. Doğalgaza kızgın su vererek de elde edilebilir, ancak bu işlemde ısı için bir yakıt kaynağı ve bol miktarda gaz rezervi gereklidir. Buna ilaveten depolama ve nakliyat söz konusu olduğun­ da, hidrojen petrole nispeten zayıftır. Yoğunluğu düşüktür ve çok yer kaplar, o yüzden hidrojenle çalışan araba kullan­ maya kalktığımızda, yakıt depoları araan çoğunu kaplaya­ caktır. Hidrojeni çok yüksek basınçlarda depolayarak gazın kapladığı alanı azaltmak mümkündür, ama bunun sonuçları çok tehlikeli olabilir. Ayrıca hidrojeni zapt etmek çok zordur ve bir hayli aşındırıcıdır, ki bunların hepsi de depolama ve nakliyeyi daha karmaşık ve masraflı kılar. Mevcut petrol ve gaz boru hatlarımızda taşınamaz çünkü bu hatlar çok dardır ve gazla temas ettiklerinde aşınırlar. Hidrojenin bir enerji kaynağı olarak asıl avantajı, örneğin otomobilde kullanıldığı takdirde, enerjinin kullanıldığı yer­ lerde, yani caddelerde karbondioksit üretimi olmamasıdır. Hidrojen imalatında kayda değer miktarlarda karbondioksit ortaya çıkar; şu var ki hidrojen gazı, salınan karbondioksitin yakalanıp tecrit edilebileceği merkezi tesislerde üretilebilir, böylece yollardaki sıradan otomobil motorlarından çıkan eg­ zoz gazı gibi atmosfere boşalmaz. 348
İnsanı Mutlu Eden Petrol Karbon yakalama Birleşik Krallık'ta halen enerjinin %25'inin, çevreyi en çok kirleten güç kaynağı olan kömürün kullanımıyla sağlanması ürkütücüdür. Daha da kötüsü, Birleşik Devletler enerjisinin yaklaşık %50'sini, Hindistan % 70'ini ve Çin de %80'ini bu kaynaktan elde ediyor. Yukarıda tanımlananlar gibi alterna­ tif yakıt kaynaklarına halen acilen ihtiyaç olmakla birlikte, çok yararlı olabilecek bir teknoloji de karbon yakalamadır. Karbon ayırması olarak da bilinen karbon yakalama şu anda fiilen araştırılan bir işlemdir.17 Araştırılan seçenekler arasında, deniz yatakları altındaki büyük mağaralara, örne­ ğin boşalhlmış petrol yatakları veya kömür madenlerine kar­ bondioksit pompalamak ve karbondioksiti karbonat formun­ da gözenekli kayalar içinde depolamak da vardır. Birleşik Krallık'ın etrafında yaklaşık kırk yıllık karbondioksit ernisyo­ numuzu depolamaya yetecek jeolojik yerler olduğu hesap­ lanmıştır. Başka bir alternatif de gazı ince mineral parçaakla­ nndan oluşan sıvı harçla birleştiren bir endüstriyel işlemle karbondioksiti karbonat olarak ayrıştırmaktır; bu yöntem karbondioksitin halihazırda salındığı imalatçılarda uygula­ nabilir. Bu işlemin araştırılması halen nispeten erken bir aşa­ madadır. Ancak hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, karbondiok­ siti ayrıştırmak amaayla yakalamak enerji gerektirir ki bu da açıkçası daha az randımanlı bir santral demektir. Eğer katı halinde ayrıştırılırsa, karbondioksitin gaza dönüşmesi gere­ kir, işte o zaman, örneğin bir çözücü maddeyle yakalanabilir. Daha sonra, depolanacağı yere nakledilebilmesi amaayla karbondioksiti salmak için daha fazla enerji gerekir. Şu ana dek tam anlamıyla çözülememiş bir mesele de karbondioksi­ ti nihai depolama yerine taşıyacak boru hatlarının kullanı­ mıyla ilgilidir. Örneğin bir boru hattı deniz yatağındaysa (ve 349
Baş Belası icatlar depolamanın alhndaki büyük mağaralarda yapılması planla­ nıyorsa), bir gaz sızınhsı ne gibi problemlere yol açabilir? O bölge asitli hale gelir ki bu da deniz yaşamını etkileyebilir. Derin okyanw•ta asit hızla seyreleceği için bu o kadar sorun olmayabilir. An_cak İngiltere'nin etrafındaki sular nispeten sığdır (örneğin Doğu Anglia sahilinin açığındaki Viking pet­ rol sahasının derinliği sadece 30 m'dir). Bununla birlikte ora­ daki güçlü gelgitler herhangi bir taşmayı çok çabuk dağıtabi­ lir. Bu gibi belirsizlikler şu anda bu meselenin etrafında dola­ nan tipik problemler. Karbon yakalama konusunu işlerken, "gezegen mühen­ disliği" denilen alana duyulan son ilgi dalgasına da kısaca değinsem iyi olur. Genel olarak iki strateji ileri sürülüyor. Bir tanesi sadece karbon ayrıştırmasıyla değil, etrafımızdaki ha­ vadan CO/nin çıkarılmasıyla da -atmosferi "temizlemek'le de- ilgili. Bu tip öneriler hayal ürünü gibi görünebilir ama bilhassa bu ikisi şu an bilfiil araştırılıyor. Bir tanesi, bitkilerin yapraklan vasıtasıyla karbondioksiti absorbe etmesini taklit ediyor. Makine Mühendisleri Odası (iME) kısa süre önce oto­ yollara araç emisyonlarını etkili biçimde absorbe edebilecek yapay ağaçlar dikilebileceğini öne sürdü. Tek bir merkezi ko­ londa sıralanan bu "ağaçların" her birinde, iki dikey direk arasında gerili şerit şeklinde "yapraklar" olacak. Görünüşleri devasa sinekliklere benzeyecek ve boylan iki katlı otobüsün yaklaşık iki katı olacak. Bu "ağaçların" bir tanesinin yılda aşağı yukarı 3.650 ton C02 işleyebildiği (aynı yaprak alanına sahip gerçek bir ağaç yılda 0,03 ton civarında C02 işler) iddi­ a edildiği için, iME yaklaşık 100.000 tanesinin Birleşik Kral­ lık'taki ulaşım kaynaklı C02 salımının tümünü ve sanayi ile ev kaynaklı C02 salımının büyük kısmını yakalamaya yetece­ ğini hesaplıyor. Ancak bu yapay yaprakların absorbe ettiği C02'nin etkin biçimde nasıl aynştınlıp çıkarılacağı ya da bu 350
insanı Mutlu Eden Petrol ağaçların imalahnın enerji ve karbon verimliliğinin ne kadar olacağı halen belli değil. Diğer gezegen mühendisliği stratejisi dünyaya ulaşan gü­ neş ışığı miktarını, güneş ışınlarının bir kısmını uzaya yansı­ tarak azaltmakla ilgili. önerilen yöntemler arasında, bize ula­ şan güneş ışığı miktarını azaltmak için dünya yüzeyinde yan­ sıtıa malzemeler kullanmak, hemen üzerimizdeki bulut olu­ şumunu artırmak, düşük seviyedeki atmosfere ayresol enjek­ te etmek veya dünya çevresindeki yörüngeye kalkan veya ay­ na yerleştirmek de var. Ancak güneş radyasyonunu azaltma yöntemleri, yeni bir teknoloji uygulamanın bilinmeyen risk­ lerine çok iyi bir örnek teşkil ediyor, çünkü bilim insanları bunun sonuçlarının belirsiz olduğu ve ciddi risklerinin olabi­ leceği hususunda büyük oranda hemfikirler. Yani şu an için çeşitli karbon yakalama yöntemlerine odaklanmamız kuvvet­ le muhtemel. Fakat gezegenimizde ormanların halen hızla tahrip edildiğini de akıldan çıkarmamalıyız, bunun küresel gaz yayılımına katkısı yılda yaklaşık %16, yılda aşağı yukarı 1,5 gigaton karbon. Doğanın kendi karbon yakalama yöntem­ leri bizim dünyanın zarar görmesi pahasına göz ardı ettiği­ miz bir şey. Jeotermal enerji Güneş yüzeyinden bile daha yüksek sıcaklıklar toprağın al­ tından 6.400 km aşağıda sürekli üretiliyor. Bu esasen bütün kayalarda meydana gelen bir süreç olan, radyoaktif parçacık­ ların yavaş bozunumu sonucu gerçekleşiyor. Dünyanın bir­ kaç farklı katmanı vardır. Merkezinde kah bir demir çekirdek vardır; dış çekirdek ise magma denilen ergimiş çok sıcak ka­ yadan ibarettir. Çekirdeğin etrafında da yaklaşık 3.000 km'lik, magma ve kayadan oluşmuş kabuk mevcuttur. En dıştaki tabaka yerkabuğudur, yerkabuğu okyanuslar alhnda 351
Baş Belası icatlar çoğu yerde aşağı yukarı 8 km ve karada da 56 km' ye kadar çı­ kabilir. Yeralhnın derinlerinde oluşan yoğun ısının bir kısmı dünyanın tektonik plakalanrun karşılaşhğı yerlerde kullanı­ labilir. Dünyanın merkezi ısısı tarihin başlangıcından bu yana in­ sanlar tarafından kullanılmışhr. Üçüncü yüzyılda Çinliler Li­ san' da içinde sıcak su olan taştan bir havuz yaphlar ki bu su­ yun ısısı halen 43 santigrattır. Romalılar jeotermal enerjiden hamamlarda yer altı ısıtmasında yararlandılar ve West Co­ untry' deki kötü havadan kurtulma ayrıcalığı için giriş ücreti talep ettiler. Jeotermal enerji 1892'de Idaho'daki Boise kasa­ basını ısıtmak için kullanıldı ve İzlandalılar da seksen yıldır ısıtma için benzer kaynaklan kullanıyorlar. Jeotermal enerji bugüne dek volkanik bölgelerle kısıtlı olmasına rağmen, gü­ nümüzde bazı insanlar yerkabuğuna delikler açıp, yüzeyin altındaki sıcak kayaların etrafındaki boşluklara su pompala­ yarak bundan istifade etmeye çalışıyorlar ki daha sonra bu bir enerji kaynağı olarak kullanılıyor. Jeotermal enerji bazı yerlerde ısıtma sistemleri vasıtasıyla sıcak suyu devir daim ettirmek veya yüzeysel bir ısı kaynağı üzerindeki binaları ısıtmak için kullanılıyor. Elektrik üretimi çok yüksek sıcaklık­ ta buhar veya su (150-300 derece civarında) kullanır, bunlar genelde yerden bir mil gibi aşağıdaki jeotermal havzalardan yüzeydeki güç türbinlerine pompalanırlar. Hampstead He­ ath'in yakınında bir ev alan oldukça umutlu bir komşum, ye­ ni inşa edilmiş ve döşenmiş evlerinin alhnı, bu bedava ısı kaynağından yararlanmak ümidiyle oldukça pahalıya deldir­ di. Delmeye başladıklarından bu yana bölgede hiç sallanh hissetmedim; tabii şimdilik. Jeotermal elektrik kapasitesinin yaklaşık 10 gigavah dün­ yada çeşitli yerlerde tesis edilmiştir ki bu bir ihtimal küresel elektrik ihtiyacırun %0,3'ünü karşılamaya yeter. İzlanda, 352
İnsanı Mutlu Eden Petrol Kenya ve Filipinler toplam enerjilerinin %15' inden fazlasını jeotermal kaynaklardan elde ediyorlar. En çok jeotermal enerji Birleşik Devletler' de üretiliyor, ancak miktarı çok az; ABD'de ihtiyaç duyulan toplam elektriğin %0,S'inden az. Dört eyalette jeotermal santraller var: Califomia (ülkenin jeo­ termal elektriğinin %90'ıru üretiyor), Nevada, Hawaii ve Utah. Nükleer güç bir seçenek midir? Petrolün tükenmekte olduğunu ve tüm yenilenebilir enerji kaynaklarının dünyanın elli yıl içindeki ihtiyaçlarını karşıla­ yamayabileceğini göz önüne aldığımızda, şu soruyu sormak zorundayız; bizi kötü bir gelecek mi bekliyor? Sanayi devri­ minden önceki yaşam tarzımıza dönmek zorunda mı kalaca­ ğız? Evlerimize yakın yerlerde çalışacak, yiyecek kaynakları­ na yakın yerlerde yaşayacak, giysilerimiz, binalarımız, mad­ di kültürümüz için doğal malzemelere bağımlı olacak ve rüz­ gar, güneş ve sudan üretebileceğimiz küçücük güç miktarla­ rına mı bel bağlayacağız? Bu değişikliklerin bazıları o kadar da kötü olmayabilir. Ja­ mes Howard Kunstler'in apokaliptik kitabı The Long Emer­ ' gency de ortaya koyduğu gibi, sosyal yaşamımızı petrol eko­ nomisi erozyona uğratmışhr.18 Amerika' da ve daha az bir oranda Avrupa' da büyük şirketler gelişmekte olan ülkeler­ den ucuz mallar getirtmek için sahn alma güçlerinden fayda­ lanırken küçük işletmeler bath. Bu işletmelerle birlikte, top­ lumlarını en çok önemseyen meclis üyesi, okul müdürü ve sulh hakimi gibi insanlar da gitti. On sterline DVD oynaha alabilmek ve yıl boyunca çilek yiyebilmek gibi göz alıa haz­ lar karşılığında, arkamıza yaslandık ve ülkelerimiz bağımlı­ lıklarını zaten inişe geçmiş bir yakıt kaynağına mühürleyerek alışveriş merkezlerine dönüşürken seyrettik. 353
Baş Belası icatlar Görünen o ki şimdilerde yitirdiklerimize özlem duyuyo­ ruz. Yakın zamanda en popüler BBC dizilerimizden Cranford ile Lark Rise to Candleford etkilerini petrolün olmadığı bir çağ­ da yaşayan, küçük, yakın, basit toplulukların tasvirine borç­ lu gibi. Eğer herhangi bir değişim dizisi ne kadar rahatsızlık verici olsa da, bizi farklı değerlerle güdülenen daha basit, aşı­ rılığın olmadığı, daha uyumlu ve daha sorumlu bir yaşam tarzına sevk edebiliyorsa o zaman memnuniyetle kabul edil­ melidir. Mesaj açıkhr: Hareket tarzımızı değiştirmemiz gere­ kecek. Otomobil hariç her tür enerji ihtiyacı için bir çözüm daha var veya en azından çözümün bir bölümü. Ben bu yazıyı ya­ zarken, Britanya' da nükleer gücün yeniden yürürlüğe kon­ ması jçin zemin hazırlanmış gibi görünüyor; hükümet yeni bir reaktör oluşumu için yasal şartlan bildiren resmi raporu yayınladı. Başlangıçta ortaya çıkan sorunlar var; özellikle atık yönetimi masraflarını kimin karşılayacağı ve reaktörlerin kullanım ömürlerinin sonunda söküm bedelini kimin ödeye­ ceği hususunda anlaşmazlıklar söz konusu. Her şeye karşın çoğu kısmı mevcut nükleer santral bölgelerinde yapılacak in­ şaahn 2013'te başlaması muhtemel görünüyor. Değişiklikler yapılması gerekecek. Toplumda radikal bir ölçek küçültme işlemi yapılması gerekebilir. Ancak nükleer güç sayesinde bu süreç en azından ısı ve ışığın yararlarını kaybetmeden gerçekleşebilir. Nükleer fisyon yöntemiyle çok makul bir maliyette, çok fazla güç elde edilebilir, öyle ki di­ ğer "alternatif" enerji kaynakları hani neredeyse alternatif ol­ maktan çıkabilirler. Bu öylesine bariz bir noktadır ki Gaia te­ orisini ortaya atan James Lovelock ve Greenpeace'in kurucu ortaklarından Patrick Moore gibi önde gelen çevreciler bile destek vermiştir. 354
insanı Mutlu Eden Petrol Astronom Patrick Moore'un durumu biraz enteresan, çün­ kü kurulmasına yardıma olduğu örgüt halen nükleer enerji­ ye karşı çıkıyor. Greenpeace hükümetin ülkenin nükleer güç kapasitesini revizyondan geçirmek için yaphğı planlara karşı dava açh. Halk müzakeresinin önemli sorularla çarpıtıldığını öne sürüyor. Nükleer sanayinin güvenlik sicilinin hala bozuk olduğuna, santrallerin terörist saldırıların ana hedefleri ola­ cağına ve ahk giderme için net çözümler olmadığına dikkat çekiyor. Nükleer güç atık oluşturur. Reaktör ısı üretir ki ısı da tür­ binleri tahrik etmek için buhar üretir. Ozon veya karbondiok­ sit gibi çevreyi kirletici yan ürünler olmaz. Bir reaktör inşa ederken bunlar kesinlikle ortaya çıkar, ancak muhtemelen gelecekte karbon ve diğer gaz emisyonlarının azalmasını sağ­ layabilecek potansiyel yararlarıyla etkisiz hale getirilecek miktarlarda. Aşağı yukarı iki yılda bir uranyum tanecikleri içeren yakıt çubuklarının değiştirilmesi gerekir ve bu çubuk­ lar uzun süre oldukça radyoaktif vaziyette kalırlar. Ancak muhtelif çözümler var. Kullanılmış yakıt çubuklan daha kul­ lanışlı uranyum elde etmek için "geri kazanılabilir." Uk san­ tral 1957' de faaliyete geçtiğinden bu yana, ortaya çıkan top­ lam nükleer atık miktarı yaklaşık 9.000 tondur. Fin nükleer şirketi Posiva, çubukların dökme demire yerleştirilip bakır kaba konduğu, sonra da yumuşak balçıkla doldurulmuş ku­ yuya gömüldüğü bir imha etme yöntemi buldu ki metalürji mühendisleri bu yöntemin milyonlarca yıl onları güvende tu­ tacağını tahmin ediyorlar. Çemobil gibi facialar nükleer güç üzerinde heyula gibi duruyorlar, fakat bu reaktör özel bir tür­ dü, güvenlik özelliklerinin olmaması gibi kötü bir ünü vardı. Her ne kadar eski Sovyetler Birliği'nde halen aktif olan bir avuç model bir tehdit oluştursa da, hiçbir yeni reaktör bu şe­ kilde yapılmayacak. Tıpkı kamu binalarının terörist saldırısı 355
Baş Belası icatlar riskine karşı önlem alma ihtiyacını göz önünde bulundurma­ ları gibi, çok kısa bir süre sonra reaktörlerin bombalı saldırı­ lara veya kaçırılmış uçaklara karşı dayanıklı olacak şekilde inşa edilmeleri mümkün olacak. Nükleer atıkların sebep olduğu tehlikeleri diğer enerji kaynaklan bağlamında incelemek de önemli bir meseledir. Birçok insan, nükleer atıkların sebep olduğu potansiyel prob­ lemlerin fosil yakıt atıklarının yarattığı sorunların yanına bi­ le yaklaşmadığına dikkat çekmiştir. WHO'nun bildirdiğine göre, her yıl yaklaşık üç milyon insan araç ve endüstriyel gaz emisyonlarının neden olduğu dışarıdaki hava kirliliği yüzün­ den ölüyor. Bina içinde kullanılan katı yakıtlar bir buçuk mil­ yon ölümden sorumludur. Bu istatistiklerin nasıl elde edildi­ ği ise maalesef şüphelidir; elbette, doğru tahminleri elde et­ mek olağanüstü zor ve ortalıkta birçok söylentiye dayalı ra­ kam dolaşıyor. Ne var ki Pittsburgh Post-Gazette'den Don Ho­ pey de dahil olmak üzere, çeşitli gazetecilerin, fosil yakıt atık­ larının yalnız ABD' de 20.000 insanın ölümüne neden olduğu iddiası doğru gibi geliyor.19 Şu da akıldan çıkarılmamalıdır ki bilimciler bir santralde yakılan kömürün çoğunlukla uran­ yum ve toryum20 gibi radyoaktif maddeler salabileceğini uzun süre önce kabul etmişlerdir, bunlar aynı elektrik gücün­ deki bir nükleer santralden 100 kat kadar fazla radyasyon üretebilir.21 Ohio State Üniversitesi'nden Gordon Aubrecht'in tahminlerine göre, 1982' de ABD' de yakılan kömürler atmos­ fere Three Mile Adası kazasından 155 kat fazla radyoaktivite salmıştır.22 Dahası kömür yakmanın atmosfere berilyum, ar­ senik, kadmiyum, krom ve nikel gibi radyoaktif olmayan fa­ kat tehlikeli elementleri saldığını da unutmamalıyız. Nükleer güce dair sorunlardan biri, bu gücün üzerindeki son derece olumsuz baskının, 1960'lardan bu yana kullandı­ ğımız teknolojiyi geliştirmek için nispeten çok az araştırma 356
insanı Mutlu Eden Petrol yapıldığı anlamına gelmesidir. Bu durum sürekli kullanılan makine sanayi gibi diğer teknolojilerle bariz bir tezat oluştu­ rur, bu sanayilerde daima yenilik yapılır çünkü endüstri ka­ muoyunca iyi bilinir ve geniş ölçüde kabul görmüştür. Başka bir nükleer güç kaynağı daha var. Yıldızlar ve güne­ şimiz gücünü nükleer füzyondan alır. Güneşin merkezinde hidrojen atomları füzyonla helyuma dönüşür ve bu reaksi­ yon ekzotermiktir, yani ısı üretir; gezegenimizdeki bütün canlıları hayatta tutan ısıyı. Hidrojen izotoplarını kullanmak daha etkili olduğu için, bilimciler şimdilerde hidrojenin iki izotopu döteryum ile trityumu kaynaştırmaya çalışıyorlar. Kaynaştırılmış hidrojen protonları daha sonra iki nötronlu iki protonlu çekirdeği -helyum- oluşturacak şekilde ayrılırlar. Füzyon tepkimesinden aşın enerji çıkar. Ancak füzyonun meydana gelebilmesi için, son derece yüksek sıcaklıklar, ör­ neğin 100 milyon Kelvin dereceden fazlası gerekir. Bu sıcak­ lıklarda döteryum-trityum gaz karışımı plazma (elektrik yüklü sıcak gaz) haline gelir. Plazmanın içinde, atomu oluş­ turan öğelerin ayrılmasıyla elektronlar atom çekirdeğinden sıyrılır, dolayısıyla pozitif bir elektrik yükü alırlar ve bunlara "iyon" denir. Pozitif yüklü iyonların kaynaşabilmesi için, sı­ caklıkları (veya enerjileri) elektrik yükünün neden olduğu karşılıklı doğal itme gücünü aşmalıdır. Sorunlardan biri de plazmaları kontrol etmek; plazmayı gerekli olan son derece yüksek sıcaklıklara dek ısıtmak ve füzyon tepkimesinin olabileceği şekilde bu halde hapsetmek. Bilinen kapların hepsi de kesinlikle yanar. Aşırı sıcak plaz­ mayı tutmak için en umut verici iki yöntemden biri onu güç­ lü bir manyetik alanla kuşatmak, diğeri de lazer kullanmak. Britanyalı bilimcilerin genelde en uygun gördükleri yöntem Tokomak. "Tokomak" kelimesi Rusça toroidal'naya kamera v magnitnykh katushkakh ten geliyor ve manyetik bobinleri olan '
Baş Belası icatlar bir halka şeklinde bölme anlamına geliyor. Bu makinede, plazma halka şeklindeki kapta ısıhlır ve güçlü manyetik alan onu kabın çeperleıinden uzak tutar. Plazmayı ısıtmak için yaklaşık 5 milyon amper gibi muazzam miktarda elektrik ge­ reklidir. Daha fazla ısıtmak için döteryum ve trityum iyon ışınlan plazmaya enjekte edilir. Isı ve manyetik alanlan mey­ dana getirmek için muazzam miktarda güç gerekse de füz­ yon işlemi çok daha fazlasını oluşturur. Uluslararası bir işbir­ liğiyle en son test edilmekte olan makine, Fransa' daki Cade­ rache'deki ITER' dir. Bu makine plazmayı, protonların çarpı­ şıp kaynaşması için gereken sıcaklığa getirmek için gereken gücün on kahna yaklaşan 500 megavah üretebiliyor olmalı. Füzyonun iyi tarafı bol bulunan lityum, döteryum ve trit­ yuma çok az miktarlarda ihtiyaç duymasıdır. Sera gazlan or­ taya çıkmaz. Santral işlem sırasında radyoaktif hale gelir, ama sonraki parçalanma yaklaşık elli yıl süren nispeten hızlı bir süreçtir, fizyonun ortaya çıkardığı radyoaktif ahğın bo­ zulmasından çok daha kısa sürer. İşlem güvenlidir, çünkü proton füzyonunu oluşturmak için gereken şartlardan her­ hangi bir sapma olursa plazma yüksek sıcaklığını hızla kay­ beder. Bunların hepsi de inarulmayacak kadar iyi görünüyor. Ancak bu işlemin mühendisliği ve fiziği son derece karmaşık ve bizim bir füzyon makinesinden kullarulabilir bir güç elde etmemiz en az otuz kırk yıl süreceğe benziyor. O yüzden şu an için nükleer fizyon meselesi ve bununla alakalı ahk üreti­ mi ve oldukça sınırlı miktardaki uranyum kullanımı bekle­ mek zorunda. Bu yüzden bu noktada, Liverpool Manchester demiryolu­ nun açılışı sırasında aramızdan zamansız ayrılan parlamento üyesi William Huskisson'ı anmamız yerinde olur. Bu olay bu kitabın anlatmak istediklerinin çoğunu özetliyor, yani her ya- 358
İnsanı Mutlu Eden Petrol rahrn ve icat ediminin içinde aynca felakete sürükleme po­ tansiyeli de vardır. Bu nokta enerji meselesiyle çok yakından alakalıdır. Nükleer gücün kullanılması örneğin, Çemobil'de­ ki patlama otuz bir kişinin, daha sonraki radyasyon zehirlen­ mesinden de birkaç bin kişinin ölümüne sebep olmuştur. An­ cak her yaraba düşüncenin olumsuz bir yönü olabileceğini kabul ettiğimizde, o zaman bu bir matematik meselesi haline gelir. Sadece 2007' de, Çin' de kömür endüstrisinden ölenlerin sayısı 3.786'ydı. Kömür çıkarılan diğer tüm yerleri, çevre kir­ liliğinden ölümleri, karbondioksit yayılımının olası sonuçla­ rını ve kaç yıldır kömür çıkarmakta olduğumuzu hesaba kat­ hğıruzda, nükleer güç oldukça açık bir biçimde güvenli görü­ nüyor. Peki, öyleyse bu konu neden daha geniş çapta bilinmi­ yor? Neden olgulardan çok korku bizi yönlendiriyor? Enerji sorununun başka bir yönü bu soruya bir yanıt verebilir. DECIŞEN GEZEGEN Üstgeçitleri ve alışveriş merkezleriyle biraz zevksiz bir şehir olan Auckland' da, bir grup erkek haftada bir ragbi oynamak için toplanıyor. Bu maçlar, çoğu düşük gelirli bu kişilerin stres atmasını ve sosyalleşmesini sağlıyor. Aynca birbirleriy­ le iletişime girmek için de uygun bir fırsat buluyorlar çünkü bu adamlar Yeni Zelanda'dan en son gelen göçmenler. Pasi­ fik Okyanusu açıklarındaki alh mercanadası ve dokuz ada­ dan ibaret Tuvalu'nun yerlileri. Birbirlerinden büyük mesafe­ lerle ayrılan Tuvalu'nun ada halklanrun birbirleriyle çok az etkileşime girme fırsah olmuş. Auckland'da birlikte doya do­ ya eğlenerek. hayati bağlan ve bu arada yeni ve beklerunedik gerilimleri de keşfediyorlar. Şu var ki Yeni Zelanda önümüz­ deki otuz yıl boyunca Tuvalu' dan göç kabul etmeye devam ederse bu gerilimlerin bazıları artabilir. Yeni Zelanda'nın ise 359
Baş Belası icatlar fazla seçeneği yok. Tuvalu bir Pasifik komşusu ve acil bir du­ rumla karşı karşıya. Eylül 2003'te Tuvalu Başbakanı Saufatu Sapo'aga Birleş­ miş Milletler Genel Kurulu 58. oturumunda şu kehanet gibi sözlerini söyledi: "İklim değişikliğinden kaynaklanan olum­ suzluklar nedeniyle daima korku içindeyiz. Bir mercanadası halkı için, deniz seviyesi yükseldiğinde daha şiddetli hava olaylan gitgide büyüyen bir tehdit olarak belirmeye başlar." Tuvalu'nun zor durumu ve aynı zamanda 2003'te Kyoto Protokolü'nü onaylamayı reddettiği için Avustralya hükü­ metini dava etme teşebbüsü de kamuoyunca iyi biliniyor. Ga­ zetelerin pazar ekleri için, adanın aşınan kıyı şeridinin, sele kapılan yapraklı kulübelerinin, tuzlu suyun sızmasıyla bozu­ lan hindistancevizi ağaçlarının ve taro bitkilerinin resimleri bir armağan adeta. Tabii Auckland göçmenlerinin resimleri de insanların yol açtığı iklim değişikliği sefaletlerini kusur­ suz bir şekilde sergiliyor: Soylu kabile insanları beton yığını­ na tıkıştırıldı. Gezegenimiz sera gazlarının atmosferde aşın birikmesi yüzünden ısınıyor. Bu ısınma fosil yakıtlarına aşırı düşkünlüğümüzün direkt bir sonucu. Buzullar eriyor, deniz­ ler yükseliyor ve Tuvalulular taşınmak zorunda kalıyorlar. Bu durum iklim değişikliğinin medya versiyonu. Ancak herkes bu tabloyu bütünüyle kabul etmiyor. Auck­ land Üniversitesi'nden coğrafya uzmanı Paul Kench Tuva­ lu'nun göründüğünden daha dirençli olduğunu düşünüyor. Bunun gibi mercanadası grupları, denizlerin yükseldiği baş­ ka dönemlerde sürüklenen başka adaların kalıntılarından oluşuyor. Bu yerler sular altında kalmaktan çok yeniden bir araya geliyorlar. 2005'te Geology'de yayımlanan bir makale­ sinde Kench, Maldivler'in 2005'teki tsunaminin nasıl üstesin­ den geldiğine dikkat çekti. Maldivler'in topraklarının yakla­ şık %9'u dev dalgalarla sürüklendi, ancak çok daha fazlası adaların uzak köşelerinde birikti. 360
lnsaru Mutlu Eden Petrol Aynca Tuvalu'daki büyük gelgit sızınhsının ne kadarının direkt iklim değişikliğinden kaynaklandığı tam olarak belli değildir. Bu küçük takımada ülkesinin yollarına kısa süre ön­ ce çakıl dökülmesi yeralh su düzeyinin yükselip alçalmasını engellemiş, suyun dışa, yukarıya ve kıyı şeridinin üzerine doğru çıkmasına yol açmıştır. Kocaman çukurların açılıp da doldurulmaması gibi telafi edilmesi mümkün olmayan çok sayıda zarar ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Tuvalu'yu üs olarak kullanan ABD ordusunca verilmiştir. Gene iklim değişikliğinin, deniz seviyesinin yükselmesin­ deki tek etken olup olmadığı veya eşit oranda yükselip yük­ selmedikleri tam olarak belirlenememiştir. Alaska ve Japon­ ya gibi dünyanın bazı bölgelerinde, kıtaların alhndaki tekto­ nik tabakalarda meydana gelen değişiklikler o kadar bariz ki bizzat toprak seviyesi yükselip alçalıyor ve halen deniz sevi­ yesini ölçmede ana araç olan gelgit ölçülerine güvenilmesi mümkün değil. İsveç ve Finlandiya arasındaki Bothnia Kör­ fezi gibi diğer bölgelerde, buzulların erimesi sonucu yüzyıl­ lardır tutulan toprağın serbest kalması da yılda 10 milimetre­ lik bir arhşa sebep oluyor. Aynı zamanda küresel düzeyde, deniz seviyelerinde görülen toplam arhş ile bizim sıcaklık artması veya gezegenimizin buzullarının erimesi sonucu ok­ yanusların genişlemesi gibi ayn ayn faktörlerden beklediği­ miz etkiler arasında bir uyuşmazlık söz konusu. Bu bilgilerin hiçbiri çok gizli değil, konuyla ilgilenen her­ kesin görebileceği şekilde ortada duruyor. Ancak haberin mesajla gönderildiği ve hikayelerin en yalın, en sade ve en çarpıcı öğelerine indirgenmek zorunda olduğu günümüzün hiper hızlı dünyasında, bu tarz belirsizlikler ancak birkaç ha­ ber başlığında yer alma şansı yakalıyor. Sele kapılan adalar ise öyle değil. Yani birkaç sayfa öncesine dönersek, temiz, gü­ venli, sıkıcı nükleer santrallere göre tehlikeli nükleer santral- 361
Baş Belası icatlar ler medyada çok daha fazla yer buluyor. Ve elbette, eriyen buzullar da öyle: İkliın değişikliğiyle ilgili haber yapmak i!"­ teyen gazeteci veya TV belgesel ekibi için başka bir simge di­ yebiliriz. Bu resimlere bakhğımızda anlaşılabilir bir suçluluk­ la karışık şok hissi yaşıyoruz. Bay Al Gore gerçekten haklı mıydı acaba? Sadece Sainsbury's'e arabayla gidere� gerçek­ ten bunu biz mi yaptık diye endişeleniyoruz. Kutup buzulla­ rının düzenli bir genleşme ve büzülme döngüsüne girebildik­ leri olgusunu göz ardı ediyor olabiliriz. Büyük buzul parçala­ n her zaman denize düşüyor, düşmüştür, fakat gitgide geli­ şen uydu görüntüleme sayesinde sürecin daha çok farkında olmamız mümkündür. Hiç şüphe yok ki gezegenimiz şu anda iklimsel bir dönü­ şümden geçiyor ve bunun çok büyük olasılıkla birçok insan açısından felakete yol açan sonuçlan olacak. Ancak halka da sunulduğu gibi, küresel ısınma ve insanların sebep olduğu sera gazlan meselesi hemen her zaman bir noktada bağlanı­ yor. Biri diğerini yarahyor ve bu konuda hiç şüphe yok. An­ cak bilim kuşkucudur ve kanıtlan ölçüp biçer ya da öyle yap­ ması beklenir. Bilim camiası içinde birkaç ses, iklim değişikliği, insanla­ rın sebep olduğu sera gazlan ve bu ikisi arasındaki ilişkiye dair daha dengeli bir görüşü savunmuştur. Örneğin daha ön­ celeri de iklimimizin periyodik ısınma ve soğuma döngüleri­ ne girdiği öne sürülmüştür. Dengeli bir iklim kavramı bir ok­ simoron olabilir. Küresel sıcaklıklar önceleri şu andakinden daha yüksek olmuştur. Örneğin bundan 8.000 yıl kadar önce Holosen Maksimum sırasında. Bu dönemde kutup ayılan açıkça görüldüğü gibi hayatta kaldılar. Bu dalgalanmada ön plandaki karbondioksit de dahil olmak üzere sera gazlarının rolü ve sürece katkılan karmaşıktır. 1940 ve 1970 arasında sı­ caklıkta küresel düzeyde bir düşüş yaşanıyordu, aynı anda 362
İnsanı Mutlu Eden Petrol insanların ürettiği karbondioksit çıkbsı da tavan yapmışb. Diğer taraftan aşağı yukan 433-488 milyon yıl önce, Ordoviz­ yen döneminde karbondioksit seviyeleri günümüzdekinden çok daha yüksekti ve dünya buna rağmen buzul çağındaydı. Belki de karbondioksitle küresel ısınma arasındaki neden­ sel ilişki hakkında daha mesafeli olmamız gerekiyordur. Ku­ tup paleoklimatolojisti ve Ottawa Üniversitesi'nde Dünya Bi­ limleri Profesörü olan Dr. lan Clark, şu anki sıcaklığın artma eğiliminde olduğundan veya bizim faaliyetlerimizin atmos­ ferdeki karbondioksit miktarını arbrdığından emin. Bununla birlikte, karbondioksit emisyonunun sıcaklığı arbrrnasından ziyade.sıcaklık arbşının karbondioksit emisyonuna yol açıyor olabileceği kanaatinde. Kutuptan çıkarılan buz örnekleri ısı­ daki arbş ile gaz seviyelerindeki yükseliş arasında en az 800 yıllık bir boşluk olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni okya­ nusların muazzam miktarda karbondioksit tutması olabilir ki bu da yüksek sıcaklık dönemlerinde salınır. Ancak okyanus­ lar öylesine büyük ve derindir ki ısınmanın gaz salıa etkisi­ ne kavuşması yüzyıllar alır. Bilim bize, eğer kara ve denizler sera gazlarının birikmesi yüzünden ısınıyorsa, o zaman dünya atmosferinin en alt kat­ manı ve bizim yaklaşık 10 km üstümüzde yer alan troposfe­ rin de paralel bir yükseliş yaşaması gerektiğini söyler. Ancak bu kesin olarak tespit edilememiştir: Aslında gezegen yüzeyi atmosferden daha çok ısınıyor olabilir. Dolayısıyla ısınmanın gerçekten de söylendiği biçimde gerçekleşip gerçekleşmedi­ ğine dair temel öncül üzerinde biraz ihtilaf var. Uzun süredir birtakım bilimciler, tablonun büyüyen şehir ve nüfuslarının aşın miktarda ısı üretmesi anlamına gelen "şehir ısı adası" (UHI) denen şeyin etkisiyle çarpıtılmış olabileceğini öne sü­ rüyorlar.23 363
Baş Belası icatlar Bu olağandışı fikrin yakın tarihine bakmamızda fayda var. 2003'te ABD Ulusal İklim Veri Merkezi'nden Thomas C. Peterson, UHI teorisini reddeden bir rapor yayımladı ve bu­ nun ardından gelen sonuçlar da Birleşmiş Milletler İklim De­ ğişikliğiyle İlgili Hükümetler Arası Heyet'in (IPCC) resmi görüşüne dahil oldu. Daha sonra iklim şüphecilerinin web si­ tesi http: // www.climateaudit.org'un kurucusu Kanadalı jeolog Steven Mclntyre, Peterson'ın bulgularına birkaç nedenden ötürü, özellikle de verilerinin kullanıldığı birkaç hava istas­ yon unun niteliği ve yeri bakımından karşı çıkh ve şehir ısısı­ nın yükselmesinde 0,7 derecelik bir fark buldu. Daha sonra Britanya'daki Hadley Hava Tahmin ve Araştırmaları Merke­ zi'nden Dr. David Parker rüzgarsız ve rüzgarlı gecelerdeki sı­ caklık farklarını gözden geçirdi. Şehrin ısısının çoğu kuvvet­ li rüzgarlarla yayıldığından, eğer UHI varsa rüzgarsız gece­ lerde sıcaklığın daha çok yükselmesi beklenir. Parker böyle bir bağlantı bulamayınca, bu etkinin çok önemli olmadığını öne sürdü. Buna karşılık ılımlı şüpheci iklimbilimci Roger A. Pielke 2007'de minimum sıcaklıkların alındıkları yükseklikle­ re ve rüzgar hızına oldukça duyarlı olduğunu gösteren bir çalışma yaptı. Ben burada konunun çok küçük bir bölümü üzerindeki akademik gelgitleri özetledim, çünkü bazı bilimciler arasında çetin tartışmaların devam ettiğini göstermek istiyorum. Ba­ zen halkın izlenimi çok farklıdır, sadece birkaç tane karşı çı­ kan kişi olduğu halde, insanların sebep olduğu iklim değişik­ liği meselesi üzerinde fikir birliği var. Şüphecilerin savların­ da kuşkusuz birtakım eksiklikler var, insanların sebep oldu­ ğu iklim değişikliği fikrini tümüyle destekleyenlerinkinde yetersizlikler olduğu gibi. Buna karşı çıkanlardan bazıları ko­ nuştukları alana pek hakim değil veya bilimci akranlarının incelediği literatürde çok az eser yayınlamışlar. Bazıları fosil 364
İnsanı Mutlu Eden Petrol yakıtları sanayisinden yarar sağlıyor. Gelgelelim bunlann hiçbiri bilimin kanıtlar ile kanıtlarla ilgili müzakereler üze­ rinde temellenmesi ve halka bu şekilde sunulması gerektiği gerçeğini -hakikat değil araşhrma olarak- değiştiremez. Halkın katılımı arlık bilim ve teknolojinin tarihinde hiç ol­ madığı kadar önemli. Bütün sanayileşmiş ülkelerin liderleri­ nin dahil olduğu gitgide artan görüşmelere rağmen, 2012' den sonra zararlı gaz emisyonlarının ne kadarını azaltmamız ge­ rektiğine dair henüz bir anlaşmaya vanlamamışhr. Kuşkusuz bu noktada halkın tavnrun ve görüşlerinin çok daha etkili ol­ ması gerekir. Politikaalanrnız üzerinde etkili olmamız gere­ kecek, çünkü çok dikkatle yapılan bilimsel değerlendirmeler doğruysa, sera gazlarını kontrol etmek için acilen daha fazla şey yapmamız gerekiyor. Avustralya'daki Milletler Toplulu­ ğu Bilim ve Araşhrma Ôrgütü'nden Dr. Michael Raupach ve meslektaşlarına göre, küresel gaz emisyonları yılda %3 kadar artmaya devam ediyor.24 Bu rakam IPCC'nin, şu anda dünya­ da fosil yakıt kullanımına dair en kötümser değerlendirme­ sinde dahi öngörülenden daha hızlı bir oran. Ve bu sınırlı tahmin de 2100 itibariyle, küresel sıcaklık ortalamasında yak­ laşık 4 derecelik (2,4-6,4 °C) muazzam bir arhş25 olacağını ön­ görüyor ki çok az insan bunun sonuçlarının çok ürkütücü olacağından şüphe ediyor. Ancak medyanın bazen yanlış bir fikir birliğini ambalajla­ ma ve satma tarzı bilhassa tehlikeli. İddia daha sesli dile ge­ tirildikçe, resimler daha ürkütücü oldukça, ihtilaf daha bü­ yük, ilgi daha fazla oluyor. Bu bizim kanıtlan iyi anlamamızı engelliyor. 2002-2003 yıllarındaki SARS salgınını ve bu sırada Asyalıları işlerine yüzlerine maskelerle giderken gösteren fo­ toğraflan bir düşünün. Etki ürkütücü ama bu etki ikiyüzlü­ lükle sağlanmışh, çünkü bu rüzgarlı ve tozlu bölgelere gitmiş olan herhangi bir kişi insanların genelde yüz maskesi taktığı365
Baş Belası icatlar ru bilir. Veya Daily Mail' in, kabakulak. kızamık ve kızamıkçık üçlü aşısının sözde yan etkileri hakkındaki haberlerini bir dü­ şünün ki şimdi karma aşıyla bunların bir alakası olmadığın­ dan neredeyse eminiz. Bir dereceye kadar, aynı şey iklim de­ ğişikliğinde de olabilir. Hortumdan tutun da, kasırgalara ve şiddetli sellere kadar bütün ekstrem hava koşullan artık in­ sanların yol açtığı küresel ısınmanın bir sonucuymuş gibi su­ nulma eğiliminde. Esasen herhangi bir kuvvetli rüzgar "ka­ sırga" olarak etiketlenebiliyor, çünkü bu güçlü bir kelime ve geri dönüşü olmayan bir felaketi ima ediyor. Oysaki iklimbi­ limin dengeli bir okuması bizi asıl tablonun muazzam kar­ maşık olduğunu idrak etmeye zorluyor. Bu alandaki tanın­ mış uzmanlar dahi bulut örtüsü üzerindeki güneş lekesi etki­ si gibi faktörlerin veya okyanus akıntılarındaki değişiklikle­ rin hemen hemen hiç anlaşılamadığını kabul ediyorlar. Lon­ dra Üniversitesi'nden Canlılar Coğrafyası Profesörü Philip Stott'ın sözleriyle iklim, "karmaşık, bağlaşık, doğrusal olma­ yan, kaotik'tir. Atmosferin yaklaşık %0,03'ünü oluşturan gaz emisyonlarımızın bu sistemin tetiği üzerinde bazı somut etki­ leri olabilir ama tek faktör bunlar değil ve bunları değiştirme­ nin iklimi değiştirip değiştirmeyeceği şüphelidir. Daha dengeli ve haliyle daha seyrek duyulan birçok ses bu değişimi durdurmak veya tersine çevirmek için pahalıya mal olan beyhude çabalar göstermek yerine, değişen dünya­ ya uyum sağlama çağrısında bulunuyorlar. Eğer deniz sevi­ yeleri yükseliyorsa, o halde savunma duvarı inşa etmemiz, insanları başka yerlere yerleştirmemiz ve şehirlerin, taşkınla­ rı içine çekecek bataklık arazilerin üzerine doğru yayılmasını önlememiz gerekiyor. Eğer petrol tükeniyorsa, alternatif enerjiye para yatırmalı ancak aynı zamanda günümüzün aşı­ n tüketimci dünyasının birçok özelliğinden de vazgeçilmesi gerektiğini kabul etmeliyiz. Ne yaparsak yapalım, kesinlikle 366
lnsaru Mutlu Eden Petrol hareket tarzımızı değiştirmeliyiz. İnsanların sebep olduğu se­ ra gazlarının sıcaklıkta yol açtığı son artışı göz önüne aldığı­ mızda, petrolün kıt olduğu bir dünyada sanayi düşüşe geç­ tikçe eğilim tersine çevrilebilir; ancak sorun şu ki o zamana kadar bu gezegende değerli olan çoğu şeyi kurtarmak için büyük ihtimalle çok geç olacak. Ancak sıcaklık başka neden­ lerden dolayı yükseliyorsa, o zaman buzları çözülen kuzey bölgelerinde yiyecek yetiştirerek buna uyum sağlamalıyız. Eğer sıcaklıklar artıyor ve yakıt kaynaklan daha da azalıyor­ sa, ısınmak ve soğumak için rüzgar ve güneş ışığını kullanan binalar inşa etmeliyiz. Tarihe baktığımızda, bu kitapta da gösterdiğim gibi, in­ sanlar bunu hep yapmışlardır. Sıcaklıktaki değişiklikler bizi ağaçlardan yere inmeye zorladı. Daha sonra yine aynı deği­ şiklikler bizi çiftçilik yapmaya zorladı. Her icat edimi içinde, görmüş olduğumuz yıkım potansiyeli de yatar ve karbon ya­ kıtları kullanımımız da bir istisna değildir. Fakat tersi de doğ­ rudur. Nasıl ki Tuvalu halkı yeni fırsatlar ve zorluklar bulu­ yorsa, gezenin tümünün de kendini yenilemek için bir şansı olabilir. 367

Onuncu Bölüm KELİN İLACI OLSA... Britanya eczanelerinde bir kilo verme ilacı satılmaya başladı­ ğında insanlar çok heyecanlanmıştı. Başkentteki bütün ecza­ neler çok geçmeden ellerinde Alli (veya Orlistat) ilaa olduğu­ nu gösteren levhalar astı. Bu ilaan besin yağının özümsen­ mesini bloke ederek kilo kontrolüne yardıma olduğu iddia ediliyordu. Nispeten pahalı olmasına rağmen, birkaç ay ilaç almak çorbayla idare etmekten veya parkta koşarken nefes nefese kalmaktan daha az aa vericiydi. Şu var ki bu ürünle­ rin bazılarının yanındaki broşürü okursanız satın almadan önce duraksayabilirsiniz. Alli'nin listelenen yan etkileri ara­ sında "gaz çıkarma, yağlı damlalarla birlikte gaz çıkarma, ani bağırsak hareketleri, büyük veya yağlı dışkı" var. Yellenme ve yağlı ishali daha olumlu gösterme çabası içindeki imalat­ çılar şunu eklemişler: "Birçok kullama bize bu etkilerin kap­ süllerin işe yaradığını gösteren bir işaret olduğunu ve daha sağlıklı beslenme alışkanlıkları edinmelerine yardıma oldu­ ğunu söylemiştir." Başka bir deyişle, ilaan yan etkileri o ka­ dar fena ki insanları başka yollarla tedavi olmaya zorluyor. Alli'yi yan etkileri en az cazip ilaç diye yaftalamak haksız­ lık olur. Akne ilaa Acculane bazı vakalarda göz nezlesine, görme rahatsızlıklarına ve kusmaya neden olabilir. Huzur­ suz Ayak Sendromu (tıp fakültesindeyken bu konuyu gördü369
Baş Belası icatlar ğümüzü hiç hahrlamıyorum) ilaa Requip uzuvlardaki seğir­ meleri yok eder, ama bu sinir bozucu sendromun yerine san­ rı, hareket etme ve yürümede güçlük, nefes almada zorluk, göğüs ağnsı ve karşı konulmaz ani bir uyuma dürtüsü vere­ bilir. Dahası hastalar ilaa kullanırlarken, yeni veya artan bir kumar oynama dürtüsü veya cinsel ya da başka ani dürtüler hissederlerse, doktorlarına bildirmeleri hususunda uyarılı­ yor. Bu ilaçların tedavi etmesi beklenen hastalıkların mutedil doğası göz önüne alındığında, insan buna değip değmeyece­ ğini merak ediyor. Teknolojinin tehlikelerini işleyen bir kitaba şifa sanatlarını dahil etmek tuhaf gelebilir. Ancak benim amaam teknolojiyi mahkum etmek veya değerini düşürmek değil. Tıp insanların çok büyük bir başarısıdır, sadece kendi türümüze değil baş­ ka canlılara da, hatta bitkilere bile yardımcı olur. Gelgelelim benim bu kitaptaki amacım görünüşte en değerli fikirlerin bi­ le bilgelik ve basiretle ele alınması gerektiğine dikkat çeke­ rek, insan yaratıcılığının çeşitli yönlerine dikkatle odaklan­ mak. Belli bir mesafeden hp göz alıcı bir mücevher gibi görü­ nebilirken, yakından bakhğınızda şüphesiz üzerinde ciddi bir leke görürsünüz. Tıbbın etrafındaki bu anlam karmaşası özellikle üç faktör­ den kaynaklanıyor. Evvela, MÖ üçüncü binyıldan on doku­ zuncu yüzyılın sonuna kadar dünyada süregelen güçlü tıbbi geleneklere karşın, hp tarihi çoğunlukla körü körüne birta­ kım (acı verici) denemelerden ibarettir ve acıları dindirmesi insanların yaratıcılığından çok genelde şansla alakalı olmuş­ tur. İkinci olarak, tıbbın en büyük başarılarının birçoğu söz­ de medeniyetlerimizin yarattığı sorunları onarmak için orta­ ya çıkmışhr; örneğin savaşlar, tarıma bağımlılıktan ileri gelen kötü beslenme ve kent nüfuslarının aşın artmasından ileri ge­ len salgınlar gibi. Üçüncü olarak, tıbbın şüpheye mahal ver- 370
Kelin Hacı Olsa... meyen başarılan hem doktorlarda hem hastalarında doktcr run her şeye kadir olduğu yanılsamasını yaratabilir ki bu da bakım kalitesini azalhr, bizim ağrı, yaşlanma ve ölüm gibi faktörlerle başa çıkma yeterliliğimizi azalhr, yaşam tarzı se­ çimlerine dair halkta sıkınhnın yayılmasına yol açar ve top­ lumların sorumluluğu nasıl alabilecekleri hakkında tarhşma yapılmasını engeller. ŞİFANIN HIZLI TARİHİ, MÖ 2500-MS 1922 Ruhsal şifa: antik dünyada tıp Tıp tarihini iki saate sıkışhracak olursak, ancak son iki daki­ kasında yani yaklaşık 100 yıl içinde doktorlar insanları ger­ çek anlamda iyileştirebilmişlerdir. Bu mesleğin en eski kay­ nakları kararlı bir şekilde muhafaza ediliyordu. MÔ ikinci bin yılın ortasında Babil' de çıkarılan Hammurabi Kanunları doktorlar için davranış kuralları ve tedavi ettikleri insanlara ilişkin bir ödül ve cezalandırma cetveli içeriyordu. Bronz bir neşterle bir efendinin hayatını kurtaran bir doktor on gümüş miskal alırdı: cömert, hem de beklenmedik bir ödül. Eğer ki bir efendinin hayatını kaybetmesine neden olduysa eli kesi­ lirdi. Bir köleyi bilmeyerek hizmetleri sonucu öldürdüyse ye­ rine başka bir köle vermek zorundaydı. Bu metinler tıbbi sınıfların üç bölümden ibaret olduğunu gösterir. Kahinler genellikle, kurban edilmiş kuşların ciğerle­ rini inceleyerek hastalığın ruhani kökenlerini tahmin etmek­ te uzmanlaşmışh. Rahipler cincilik ve şeytan çıkartma işi ya­ pıyordu; çoğu illetin kötü ruhların işi olduğuna inanıldığı için bu gerekliydi. Statülerinin yüksek mi yoksa düşük mü olduğunu bilecek durumda olmadığımız üçüncü sınıf ise, re­ çete yazıp basit ameliyatlar yapıyordu. Gel gör ki Hammura­ bi Kanunlarına göre kifayetsiz doktorlar para cezasına çarp371
Baş Belası icatlar tınlması ve bir hayat kurtarmayı başarmış bir kişiye de astro­ nomik bir ödül verilmesi, hbbın Babillilere pek faydası do­ kunmadığı izlenimini uyandırıyor. Babilliler kendilerini be­ ceriksiz doktorlardan korumak için ilk belirtilen yasa madde­ lerini kullandılar. Bu dernek değildir ki ilk doktorlar hiç çaba göstermediler. Hastalığın teşhis ve tedavisi esasen tinsel bir iş olsa da eski Babillilerin güçlü, bilim-öncesi bir gözlem gelenekleri vardı. Kırk tablete çivi yazısıyla özenle kazınmış "Tıbbi Teşhis ve Tahmin İncelemesi" aralarında tüberküloz ve kötü beslenme­ yi tanıdığımız rahatsızlıkların bir listesidir. Merak eksikliği söz konusu değildi, fakat medeniyetin şafağında bile tüm bu entelektüel enerjinin bizim tam da bilmeyerek sebep olmaya başladığımız sorunlara çözüm bulmak için kullanılması dik­ kate değerdir: şehirlerde yaşamanın sonucu ortaya çıkan sal­ gın hastalıklar ve tarıma geçilmesinden kaynaklanan beslen­ me yetersizlikleri. Babilli doktorlar sıkınhlan ister gidermiş ister gidermemiş olsun, bunu bir gelişme olarak görmek zor: bu daha çok kasten açılmış yaralara yara bandı yapışhrmak gibiydi. MÔ 1600 dolaylarına tarihlenen, antik Mısır'a ait Edwin · Smith papirüsü kırk sekiz hastalık ile bunlan tedavi etme yöntemlerini anlahyor. Başka papirüsler hamilelik, doğum ve doğum kontrolüyle ilgili nasihatler içeriyor. Örneğin do­ ğum kontrolünde timsah dışkısı tavsiye ediliyordu. Bu arada Regent's Park'taki Royal College Ebe ve Kadın Doğum Uz­ manları tarih koleksiyonuna yolunuz düşerse, bu dışkı ovül­ leri karşısında irkilebilirsiniz: tenis topunun iki kah büyüklü­ ğündeler. Swnu denilen doktorlar hap, iksir, losyon ve fitil olarak verilebilen kaz yağı, öküz dalağı, kaplumbağa safrası, sarımsak, afyon ve kenevir de dahil olmak üzere çeşitli mal­ zemeleri kullanır, hatta bunları bir tüp vasıtasıyla idrar yolu372
Kelin llao Olsa... na bile üfleyebilir, daha ayrınhlı bir ilaç repertuarından ya­ rarlanabilirdi. Babilliler doktorlarına dair günümüze bir kayıt bırakma­ dığı halde, Mısırlılar bazı doktorlara yüksek statü verdiler. Kayıtlarda Kralın Rektumunun Koruyucusu olarak tanınan lri'nin ve Firavun Zozer'in yardıması Imhotep'in adı geçer. Aynca ünlü bir astrolog, rahip ve piramitlerin mimarı olan Irnhotep öylesine güçlü bir figürdü ki, ilahlaşhrıldı, tapınak­ ları şifayla ilişkilendirildi. Kutsal gelenek, hastaların yarı tanrı Asclepios'un tapınak­ larında geceyi geçirdikleri antik Yunan' da da sürdürüldü. Belki de atalarımız iyi bir gece uykusunun iyileştirici özellik­ leri hakkında biraz farkındalık sahibiydi ancak bu uygulama­ nın mistik bir yönü de vardı: Tanrının hastalara sağalha rü­ yalar gördürmesi bekleniyordu ki bunların mesajını bir tapı­ nak rahibi yorumlayabilirdi. Bunun çok az bile olsa yaran vardı; sonuçta hastaları dinlemek bir reçeteye bir şeyler çizik­ tirmek kadar yararlı olabilir. Asclepion tapınaklarında yar­ dım aldıklarını düşünenler bazen yardımsever ilaha bir anıt dikerlerdi. Bunlardan birinde şöyle yazıyor: "Lampsakos'lu Hermodikes felçliydi. Uykusunda tanrı onu iyileştirdi." Yemin ve övünç: klasik dünyadaki hp Yunanlılar aynca Hipokrat (MÖ 460-377 dolayları) ve onun izinden gidenler sayesinde bilimsel bir gelenek meydana ge­ tirdi. Hipokrat'ın yolundan giden doktorlar rüya kehanetçile­ rini küçümsediler ve semptom gözlemine ve doğal ilaçlarla tedaviye dayanan ampirik bir şifa bilimini savundular. Hi­ pokrat' ın vatandaşı Homer'le ortak bir noktası var: Ona atfe­ dilen eserler de gerçekte uzun bir zaman diliminde birtakım insanlarca yazıldı, ancak buna rağmen bizim "Hipokrat kül­ liyatı" dediğimiz şey tutarlı bir görüş sunar. 373
Baş Belası icatlar Hipokrat görüşüne göre sağlık ve hastalık vücut içindeki dört kilit elementin değişen dengesine bağlıydı; bunların her biri vücut sıvıları, somut fiziksel fenomenler, renkler, mev­ simler ve mizaçlarla ilişkiliydi. Bu dört element salgılardı. Bi­ rincisi kan, vücudu ısıtan ve ıslatan hayat kaynağıydı. San safra sindirime yardımcı oluyor ve vücudu ısıbp kurutuyor­ du. Balgam gibi bütün renksiz salgılar vücudu soğutup ısla­ hyor, yağlayıcı ve soğutucu işlev görüyorlardı. Bu arada ka­ ra safra koyu rengini diğer vücut salgılarına veriyor ve vücu­ du soğutup kurutuyordu. Bu ustaca bir sınıflandırma sistemi ama tümüyle yararsız. Bu dört elementin dengesi vücut şeklini, mizacı ve kişinin mustarip olduğu hastalık türünü belirliyordu. Örneğin çok fazla kan vücudu aşın ısıhyor ve ateşini çıkarıyordu. Kan al­ ma, egzersiz ve beslenme değişikliğiyle tedavi edilebilirdi. İklim bir elementin bollaşmasına veya kıtlaşmasına sebep ol­ duğunda belli hastalıklar yaygınlaşıyordu: Soğuk, nemli kış zamanı balgam, halsizlik, bazı beyin hastalık.lan, sindirim sis­ temi veya akciğerle; ılık. nemli bahar da kan ve vücut sıcaklı­ ğıyla ilişkilendiriliyordu. Birçok gözlenebilir fenomeni kapsamlı bir plan içinde bağlayan, vücut sıvılarına dayalı bu yapı doktorların tedavi edemediği insanları rahatlatmış olmalıdır. Hipokrat yemini bp mesleğinin bu rahatlatma ve moral verme yönüne, tedavi potansiyelinden daha çok vurgu yapar. Bu yemin esasen bir şeyleri yapmamakla ilgilidir: Zarar vermemek, intihara yar­ dımcı olmamak, kürtaj yapmamak. sırlan açıklamamak ve gücünü kötüye kullanmamak. Belki de Hamrnurabi Kanun­ ları gibi, doktorların tedavi etmek için çok az şey yapabile­ ceklerinin hatta büyük zarar verme potansiyelleri olduğunun kabul edildiğini gösteriyordu. İşte bu nedenle halka kendile374
Kelin İlacı Olsa ... rini şerefli ve dürüst insanlar olarak sunmaları önemliydi. Halen dünyada birçok tıp öğrencisi mezun olurken Hipokrat yemininin modern bir formunu söylüyor. Hipokrat'ın bu değerlerinin kaç tanesi tarihte bir sonra ge­ len figür için bir önem arz ediyordu acaba? Eğer Galen (MS 129-216) gerçekten bir şeyden dolayı ünlüyse, o da kendi öne­ minin fazlasıyla farkında olmasıydı. "Trajan'ın İtalya' da baş­ tan aşağı köprü ve yollar inşa ederek Roma İmparatorluğu için yaphğını" demiştir bu Latin doktor, "Ben tek başıma, hb­ bm hakiki yolunu açığa çıkararak yaphm." Galen imparator­ ların doktoru olarak çalışmasının yanı sıra, maymun, koyun, domuz ve keçileri kesip üzerlerinde yararlı incelemeler yap­ tı. Ancak Hipokrat'ın yolundan giden ataları gibi onların eserlerini gönülsüzce kabul eden Galen de içinde bulunduğu kültürden ötürü insan vücudunu kesip biçmeye karşıydı, bu nedenle tıp bilimine katkısı sınırlı olmuştur. Çiçero gibi Ro­ malı yazarlar sağlığa karşı dobra, samimi bir yaklaşımı sür­ dürdüler; tıbbı güçsüz Yunanlıların bir lüksü ve doktorları da lahana çorbası ve egzersizin yararlarını öven, sıhhatin düş­ manları olarak gördüler. Belki de bir parça haklılardı. Sorumluluk devrediliyor: Hıristiyan ve İslam dünyalarında tıp Ve dikkat edin, eli kurumuş bir adam vardı. Ve onlar [Farisiler] ona Sebt günlerinde şifa vermek yasaya uy­ gun mudur? diye sordular. Onu suçlayabilirlerdi. O da onlara şöyle cevap verdi: Aranızda bir koyunu olup da koyunu sebt gününde çukura düşse, onu tutup da çu­ kurdan çıkarmayacak biri var mıdır? Sonra adama eli­ ni uzat dedi. Adam elini uzattı ve eli tıpkı diğeri gibi sağlamdı. (Matta 12: 10-13) 375
Baş Belası icatlar İncil' de İsa Peygamber'le ilgili yirmi sekiz ayn şifa olayı vardır. Ölüleri diriltmekten, el kuruması, bedende su toplan­ ması ve epilepsi gibi daha hafif rahatsızlıkları iyileştirmeye kadar Yeni Ahit' teki mucizeler İsa'nın eski bir Yahudi gelene­ ği olan şifaya saygı içindeki yerini sağlamlaştırdı. Bu da Hı­ ristiyanlığın ilk dönemlerinde bazı tarikatların İsa'nın misyo­ nunu şifacılık yaparak devam ettirmelerine sebep oldu; yine de mucize dolabına erişemedikleri farz edilmiş olsa gerek. Farklı farklı Hıristiyan azizler çeşitli organ ve hastalıkların sorumluluğuyla ilişkilendirildi: Temi'li Aziz Valentine epilep­ siden, Aziz Blaise boğaz ağrısından, Aziz Fiacre zührevi has­ talıktan sorumluydu. Eski Asclepion tapınakları Hıristiyan hac bölgeleri olarak düzenlendi ve hastalar şifa bulmak umu­ duyla duvarlarına dokunmak, civarında uyumak, sularından içmek veya hatıra eşyalarından satın almak için yaptıkları yol­ culuklara hatırı sayılır miktarda zaman, para ve umut harcadı. Bizzat bu durum çoğu doktorun tedavisinin ne kadar yararsız olduğunu bize anlatır. Bu esnada dindar elit kesim bedeni ölümsüz ruhu sarmalayan bayağı bir örtü gibi görüyordu. Ha­ kiki bir Hıristiyan'ın vücudunu tedavi ederek vücuduyla çok ilgilenmesi doğru değildi; aslında tam tersini yapmak erdem­ li bir davranıştı.' Ortadoğulu bilginler çığır açarken, bilimsel gelişmelerin manastırların kapalı dünyasına hapsedilmesiyle birlikte, Avrupa tıbbın "karanlık çağına" girdi. Razi olarak da bilinen Muhammed ibn el-Zekeriya el-Ra­ zi (865-925) kariyerinin ilk dönemlerinde Bağdat'taki önde gelen bir bimaristanda (hastane) tıp icra etti. Bu tarz yerlerde yürütülen faaliyetleri yeni İslam dini teşvik ediyordu. Her şeye kadir ve merhametli Allah' a inanmak, eski nesillerin dediği gibi cinlerin yani kötü ruhların hastalığa sebep olama­ yacağı anlamına geliyordu. Peygamber Allah'ın yarattığı her zorluğun bir çaresi olduğunu buyurmuştu ve bu nedenle tıb- 376
Kelin tlaa Olsa... bi müdahale dini açıdan tasdik ediliyordu. Buna ilaveten �e­ kAt yani hayırseverlik İslam dininin ana ilkelerinden biriydi, hem fakirin hem de zenginin yardım alabileceğini öngörü­ yordu. Razi tıbbın yararları kadar zararlı yönleriyle de ilgili yazı­ lı materyal bırakmışhr, eserlerinden ikisinin adı Doktorların Maksadındaki Hatalar, Ateşli Hastaların Zamanından Ônce Bağır­ saklarını Temizlemek ile emsalsiz Cahil Doktorların, Sıradan in­ sanların ve Şehirlerdeki Kadınların Belli Hastalıkları Tedavi Etme­ de Bilim Adamlarından Neden Daha Başarılı Oldukları ve Doktor­ ların Buna Karşın ileri Sürdüğü Mazeretler'dir. Galen gibi mağ­ rur olmayan ve dikkatli bir gözlemci olan Razi özenle hazır­ lanmış vaka kayıtları bırakh; incelediği çeşitli hastalıkların sadece semptomlarını ve nasıl tedavi ettiğini değil, aynı za­ manda hastalarının yaş, cinsiyet ve mesleklerini de kaydet­ mişti. Boğaz ağrısını sirke gargarası ve şişmiş testisleri de (görünüşe göre kendisininki) bağırsakları temizleyerek teda­ vi ettiğini yazmış. Üstelik farklı cilt kızarıklıkları arasında ayırım yapan ilk doktor oydu, çiçek hastalığı, kızamık ve di­ ğerlerini ayn ayrı tedavi ediyordu ki önceden bunların hep­ sinin tek bir hastalık olduğu düşünülüyordu. Sırların Sırrı adlı eseri, daha sonraki doktorlara arıtma, damıtma ve yak­ ma işlemlerini tanımlayan, temel bir kimya uygulama el kita­ bı niteliğindeydi.2 Bütün İslam dünyasında -Bağdat, Şam, Kahire ve Kordo­ ba' da- hastaneler çok gelişti. On ikinci yüzyıl itibariyle, Bere­ ketli Hilal' deki belli başlı bütün şehirler hbbi tedavi, araştır­ ma ve eğitim merkezleri olmakla iftihar ediyordu. Doktorlar hasta iyileştirme ve hastane yönetmenin de ötesinde yurttaş­ lık vazifeleri olan halkın tanıdığı şahsiyetlerdi. Musa ibn Meymun gibi bazıları Yahudi'ydi ve Müslüman hükümdar­ lar onlara adil davranıyordu. 1283'te Kahire' de inşa edilen El 377
Baş Belası icatlar Mansur Kalavun'un hastanesi fiziksel ve zihinsel hastalıklar için ayn koğuşları, bir ameliyathanesi, eczanesi, kütüphane­ si, konferans salonları ve camisinin yanında Hıristiyanlar için de var olan ibadet tesisleriyle övünç duyulan bir yerdi. Ortadoğu'ya giden Avrupalı gezginler bakım standartlarına hayran kalıyordu; özellikle de akıl hastalarına gösterilen in­ sani davranışa. Ancak bakım kalitesi yeni seviyelere ulaşsa da İslam hbbı çoğu hastalığın etkili tedavisini bulmada kesin­ likle daha iyi değildi. Yoksullar bezdiriyor: ortaçağda hp Kadınların tedavisini tam olarak yapabilmek için bazı kadınların soğuk bazı kadınların ateşli olduğu dikkate alınmalıdır. Hangisi olduklanru · tespit etmek için şu testi uygulamalıyız. Bir sargı bezini filiskin veya defne yağına ve başka bir sıcak yağa bulayıp, gece kadın yat­ madan eWel vajinasına küçük parmak büyüklüğünde bir tane yerleştirmeli ve dayanıklı bir iplikle de uyluk­ lara sarmalıyız. Bu ip içeri çekilirse, bu durum kadının frijit olduğunu gösterir. Eğer dışarı ahlırsa o zaman ka­ dın ateşli demektir. İki durumda da yardıma ihtiyacı vardır. Bazı feministler Trotula'nın erkek dünyasında kadın başa­ rısının bir adacığı olduğunu iddia eder.3 Bazı rivayetlere gö­ re Trotula, on birinci yüzyılda güney İtalya'daki ünlü Salemo hp okulunda eğitim görmüş bir kadın doktordur. Yakın za­ manda, ona atfedilen, Trotula olarak bilinen eserin, üç farklı yazar tarafından yazıldığı ve bunlardan biri veya ikisinin ka­ dın olma ihtimali olduğu öne sürülmüştür. Trotula çocuk do­ ğururken acı çekmenin Tanrı buyruğu olduğuna dair döne­ _min yaygın görüşüne karşı çıkar ve acının giderilmesi için 378
Kelin tıaa Olsa... uyuşturucu ilaç verilmesini önerir. Belki de bu konudaki ki­ şisel deneyimi bunu anlamasını sağlamış olabilir. Trotula kim (veya kimler) olursa olsun, Trotula efsanesi bu dönemde Güney Avrupa' da ortaya çıkan güçlü hp geleneği olmasaydı nesilden nesile aktarılamazdı. İslam hastaneleri, onların fikirlerini Bah'ya taşımış olan haçlıları etkilemiş olabilir. Ancak Roy Porter'ın az ve öz kita­ bı Blood and Guts'da işaret ettiği gibi, Avrupa hbbının yükse­ lişi muhtemelen diğer üç oluşumla daha çok ilişkiliydi: şehir­ ler, üniversiteler ve hıyarcıklı veba.4 Bilim manashrlarda or­ taya çıkıp yeni kurulmuş üniversitelere geçince, Salemo gibi şehirler yeni bir hp geleneğinin merkezleri haline geldi. Kla­ sik dünyaya ve Arap dünyasına kısmen ticaretin tetiklediği bir ilgi doğdu, hp biliminin eski eserleri topyekftn tercüme edilmeye, düzenlenmeye ve üzerlerinde yeniden çalışılmaya başlandı. Doktorların eğitimi sözlü imtihanlar dahil yedi yıl­ lık uzun bir süreç haline geldi ve hp bir "zanaattan" çok bir "bilim" olarak görüldü. Hakiki doktor hastalıkların ardında­ ki nedenleri anlayan kişiydi; hastalıkları ilaçlarla veya ameli­ yatlarla iyileştirenler aşağı zanaatkarlardı. Doktorlar meslek­ lerini ve itibarlarını korumak için on üçüncü yüzyıldan itiba­ ren loncalarda toplanmaya başladılar. Büyük şehirler birçok şifaayı çekiyordu. On beşinci yüz­ yılın başında Floransa için, sadece saygın hp okulunun me­ zunları değil, Romalı çıkıkçıları ve göz hastalıkları, fıhk ve böbrek taşlarının tedavisinde uzmanlaşmış hekim aileleri de bir iftihar kaynağıydı. Uzmanlar yararları şüpheli bitki çözel­ tisi vermelerinin yanında, kan alıyor, sülük yapışhrıyor, lav­ man uyguluyor ve pansuman yapıyordu: sonuncusu belki de halk sağlığına en somut katkıyı sağlamıştır. O zaman itibariy­ le, de Mondeville ve de Chauliac gibi Fransız cerrahlar, Eski Yunan düşüncesi "ıslak şifa", yani irin oluşmasına göz yum379
Baş Belası icatlar manın yararlı olduğu fikrine karşı çıktılar ve yaraların irini­ nin çekilip temiz havada kurutulmaya bırakılmasını önerdi­ ler. Gelgelelim abes tedaviler halen çok revaçtaydı; örneğin de Chauliac bile, epilepsi tedavisinde üç ay boyunca hastanın kendi kanıyla Üç Bilge Adam'ın isimlerini yazmasını ve her gün üçer defa Pater Nosters ve Ave Marias'ı ezberden oku­ masını salık veriyordu. Şehirlerin önemi arttıkça yönetici sınıfın, daha az şanslı vatandaşların geçimini karşılama gereksinimi de su yüzüne çıkh. Uzak kırsaldaki köylüler göz ardı edilebilirdi; ancak şe­ hirlerde varlıklı kesim pis kokulu, sıracalı büyük halk kitlele­ riyle dip dibe yaşıyordu. Bu nedenle düşkünler evi ve imaret­ hane yaptırarak yoksulların her tür ihtiyacını karşılamak, bir bireyin yurttaşlık ve Hıristiyanlık vazifelerine eklendi. İlk başlarda hacılar ve en muhtaçlara yiyecek ve barınak sağla­ mak için tesis edilmiş olan bu küçük zaruret kurumları tıbbi bir işlev de görmeye başladı, çünkü burada kalanların çoğu­ nun sağlığı iyi değildi. Bakım işi keşiş ve rahibelere geçti ki bunların çoğu hasta bakmayı ve özellikle onlara ahrete say­ gın bir geçiş sunmayı dini bir vazife olarak görüyordu. Fakat on üçüncü yüzyıl boyunca Fransa ve İtalya' da, yeni oluşmuş loncalarıyla desteklenen, daha önceleri tarikatlarca icra edi­ len işlevleri üzerine alan bu yoksul evleri doktor ve eczaala­ rıyla birlikte gitgide tıbbi kurumlar haline geldiler. Aynı an­ da Haçlı Seferleri sırasında oluşturulmuş dinsel cemaatler ba­ rış zamanında Polonya' dan İspanya' ya kadar, en sonunda da Yeni Dünya' da ilk hastaneleri kurdular. Hastanelerin kurulmasına, insanların bu hastaneleri işlet­ melerine ve halk sağlığına olan ilginin doğmasına neden olan şey Hıristiyan hayırseverliğinden çok zaruretti. Su kaynakla­ rı insan dışkısıyla kirlendiği ve hayvanlar evlerin yanında tu­ tulduğundan yaşam şartlan gitgide daha sıkışık bir hal aldı380
Kelin liao Olsa ... ğı için artan şehir nüfusunun hijyenin kötüleşmesinde payı oldu. Uluslararası ticaret, örneğin Afrika ve Asya'yla olan, ticaret ölümcül bakterilerin her iki yöne gidip gelmesini sağ­ ladı. Hastalıkların yaygınlaşması Avrupalı yetkilileri yeni bir yaklaşım benimsemeye zorladı. On ikinci yüzyıldan itibaren cüzzamlı hastaların ayn yerlerde barındırılması ve gömül­ mesi koşulu getirildi. Cüzzamlı hastaların tedavi edilmek ye­ rine aslında kapahlıp temel bakımının sağlandığı hastaneler bütün Avrupa' da yayıldı, bazıları daha sonralan Londra' da­ ki St-Giles-in-the-Fields gibi hastanelerin temelini oluşturdu. Bir kez daha hbbın, yarahcılığm yaşamı iyileştirici bir hareke­ ti olarak değil de insanoğlunun yarahmında suç ortağı oldu­ ğu sorunlara (çoğu zaman yetersiz) bir çözüm olarak ortaya çıkhğmı görüyoruz. Cüzzam on dördüncü yüzyılın ortalarından itibaren bir tehdit olmaktan çıkh. Cüzzamın kökünü kurutan ise hbbi ku­ rumların yaphğı kan alma, bağırsak boşaltma ve hokus pokus tedavileri değildi; muhtemelen biz cüzzam basiline karşı da­ ha iyi bir immünolojik direnç geliştirmiştik.. Ancak büyük ih­ timalle İncil'in ortaya çıkhğı zamanlardan bu yana görülen hıyarcıklı veba ("gizli yerlerinde basurayla" yakalanmış olan Filistinliler,)5 ilk kez 1347 yılında açıkça belgelenmiştir. Köke­ ninin, Kırım' da İtalyan tüccarlarla savaşan Tatar kabilelerinin kullandığı biyolojik silah olduğu söylenir. İtalyanları Caffa (günümüzdeki Feodosya) şehrinde kuşatan Tatarlar hastalık yüzünden geri çekilmek zorunda kaldılar, ama ayrılırlarken, (söylentilere göre) şehir surları üzerinden ölülerini manaruk­ la athlar ve bu çürümekte olan cesetler İtalyanlara çarpıp par­ çalanınca İtalyanlara veba bulaşh. Uluslararası ticaret, orta­ çağ ve Rönesans'ın bu sözde zaferi hastalık taşıyarak ölüm yaydı: Tatarlar Çin ile kurdukları irtibatlar nedeniyle enfeksi­ yona maruz kalmışh; hastalık kapmış tüccarlar gemilerle Ce­ nova'ya döndüklerinde Avrupa da hastalandı. 381
Baş Belası icatlar Tann'nın gazabı ve Yahudi entrikası olarak görülen hıyar­ cıklı veba, doktorlara halk sağlığı temsilcileri olarak yeni bir rol verdi. Doktorlar, aromatik bitkiler içeren hortumu olan, deriden yapılma tuhaf görünümlü bir kostümle korunarak hastalıklı bölgelerde gezinip keskin kokulu iksirler veriyor, odaların buharla dezenfekte edilmesini emrediyor ve muhte­ melen gezinirlerken vebayı daha da yayıyorlardı. Dürüst ol­ mak gerekirse, özgecilikleri yüzünden birçoğu hastalığa ye­ nik düşecekti. Karantina önlemleri bütün İtalya ve Fransa' da6 mecbur kılındı ve ilk veba dalgası hafifledikten sonra bile tıb­ bi otorite mekanizmaları var olmaya devam etti. Milano' da 1410 yılında kurulan ilk kalıcı "Sağlık İdaresi" bir doktor, bir cerrah ile iki mezar kazıcıdan ibaretti (dikkatinizi çektiyse idarenin %50'sini mezar kazıcılar oluşturuyordu, bu da tıb­ bın Azrail'i savuşturmada ne kadar etkili olduğunu gösterir). Bütün Avrupa'da genelde doktorları danışman olarak kulla­ nan ve yönetici güç olarak yöredeki soylulara bel bağlayan benzer kuruluşlar salgın hastalıklar sırasında sınırların dü­ zenlenmesini, mezarlıkların, sağlığa zararlı sanayilerin ve kimsesizler yurtlarının günlük idaresini üstlendi. İşlevsel ola­ rak hastalıkların tedavisi söz konusu olduğunda halen yarar­ sız olan tıp günlük yaşama yavaşça sızmaya başladı. Ortaça­ ğın sonlarında, ilk başlarda hijyen çocuk doğumuna ve çocuk yetiştirmede en iyi uygulamalara ön ayak olan ebeler daha sonralan geleneksel düzenin ajanları haline geldiler ve evlilik dışı doğumları rapor edip, evli olmayan annelere babanın is­ mini vermesi için baskı yaptılar. Vebanın önüne geçmek için alınan detaylı önlemlere ve kökenleri hakkında ortaya ahlan çeşitli teorilere rağmen, hiç kimse vebanın farelerdeki pireyle taşındığından ve fareler enfekte olduktan sonra altı gün içinde öldüklerinden dolayı insanların pirelerin bir sonraki yemeği için ideal hale geldi­ ğinden şüphelenmedi. Gübre yığınları, çürüyen cesetler ile 382
Kelin llao Olsa... tabakhane ve kasapların ahklan hastalık kaynaklan olarak teşhis edildi; ancak bakteri veya çürüme süreçleri bilgisiyle değil, kötü kokuların kötü buharlara yol açhğı ve bunun da havayı zehirlediği düşünülüyordu. Perde çekmek Hıristiyan tarihinde Tours Konseyi adı sevilmeyen mevzuatla eş anlamlıdır. Bu Fransız şehrinde 567 yılında kilise geceyi ka­ rısıyla yatakta geçiren rahiplerin bir yıl boyunca aforoz edile­ ceğini emretti ve üstelik keşişlerin artık bir yatakta iki kişi yat­ maları da yasaklanmışh. 755'te Konsey takvim yılının Paskal­ ya' da başlamasını önerdi, ki bu öneriye şiddetle karşı çıkıldı. 1163'te de Konsey inanışa ters düşen Katar mezhebinin bütün mallarından mahrum bırakılmasını emrettiği gibi, ölmüş haç­ lıların uzuvlanrun kasıtlı olarak kesilmesini de veto etti. Sırf Katolik Kilisesi bedenlerin parçalanmasını yasakladı diye Bah hbbı Reform hareketine kadar eli kolu bağlı durma­ dı. Ortaçağ boyunca, Bahlı doktorlar, halk önünde ceset kesip biçmiş olan antik Yunan Herophilus ve Erasistratus'un7 eser­ lerini kendi dillerinde okuyabiliyorlardı. Bu sayede örneğin onikiparmak bağırsağını tanımlayıp, sinir sisteminin beyne ulaşan köklerinin izini sürdüler. Öldürülmüş haçlıları mem­ leketlerine geri götürmek amaayla vücutları kesilip kaynatıl­ mak ve geriye sadece kemikleri bırakılmak suretiyle, bu bil­ gilere ilaveler yapıldı, ta ki Tours Konseyi yasaklayana dek. Üstelik doktorların devlet içinde görev almasıyla birlikte, va­ zifeleri arasına cinayet kurbanlarının otopsilerini yapmak da dahil oldu, ki bu kisve alhnda şüphesiz anatomik incelemeler yapıldı. Kayıtlara geçen ilk insan vücudu kesimi Ocak 1315'te Bo­ lonya' da eksiksiz bir anatomi rehberinin yazan olan Mondi­ no de Luzzi tarafından yapıldı.8 Luzzi kitabında bir kadın vü- 383
Baş Belası icatlar cudunu parçalarına ayırarak bu sayede rahmin anatomisini incelediğini anlahr. 1375'te Montpellier'de yapılan bir parça­ lara ayırma işlemi müstehcen ilan edildi ve birkaç yıl boyun­ ca bu tarz işlemlere izin verilmedi. Bununla birlikte, sonuçta anatominin incelenmesi bir doktorun eğitiminde hayati hale geldi ve Protestanlığın ilk kıpırhlarından yaklaşık otuz yıl önce, Papa IV. Sixtus'un idam edilmiş suçluların vücutlarının parçalanmasına izin vermesiyle en sonunda bu işlem için res­ mi izin alındı. Bu işlemler çoğu kez halka açık salonları olan etkileyici amfilerde, hbbın kilisenin hukuki koluyla olan iş­ birliğini gösterme amaa da dahil olmak üzere kısmen eğitim amaçlı kısmen de bir huşu duygusu uyandırmak için yapılır­ dı. Son derece ritüelleştirilmiş olan bu işlem bir anatomi reh­ berinden makamla okuyan özel giysili bir doktor tarafından yönetilirdi, bir cerrah cesedi yarar ve bir asistan da özellikle­ ri bir işaret değneğiyle gösterirdi. Bu şekilde yürütülen ceset kesme uygulamaları, on alhncı yüzyıl Avrupa'sının gelenek ve kurumlara karşı çıkan ikli­ minde, bilginler Galen ve Hipokrat'ı sorgulamaya başlana dek önceki nesillerin hatalarını tekrarlamaya devam etti. 1561'de Falloppio kafatası, kulak ve kadın üreme organları­ nın çizimlerini yayımladı. Konumu ve amaanı bugüne dek bazı erkeklerin keşfedemediği klitorisi keşfeden Falloppio yumurtalıklardan rahme giden kanalları da (günümüzde onun ismini taşıyan: fallop boruları) tanımladı, ancak bunlar vasıtasıyla hepimizin bir zamanlar döllenmiş yumurtalar ola­ rak dölyatağına geçtiğimizi anlayamadı. Anatomide kaydedilen ilerlemeler İngiliz doktor William Harvey'in kan dolaşımı hakkındaki harikulade eserini yaz­ masına katkıda bulundu.9 Bin yıldan uzun bir süre boyunca hAkim olan görüş, kanı karaciğerin yaphğı ve sonra bütün damarlar vasıtasıyla, selin tarlada yayılması gibi, kanı "yıka384
Kelin llaa Olsa... dığı" yönündeydi. Damarların çeperleri içindeki nabız abşıy­ la kanı taşıdığı düşünülüyordu. Padua' da kabldığı, Hieronymus Fabricius'un ceset kesme işlemlerinden etkilenen Harvey kalbin kasılmalar vasıtasıyla kanı vücutta dolaştıran bir kas olduğunu fark etti. Kalbin bir saat içinde pompaladığı kan miktarının vücudun içindeki kan miktarından fazla olduğunun farkına vardı. Bir günde bu organın içinden yüzlerce litre kan geçiyordu; vücudun ab­ sorbe edebileceğinden çok daha fazlaydı, yani aslında karaci­ ğerin üretebileceğinden. Böylece Exercitatio anatomica de motu cordis et sanguinis (1628) adlı eserinde "hayvan vücudundaki kanın bir çember içinde dolandığı ve durmaksızın hareket halinde" olduğu sonucuna vardı. Harvey'nin ardından, yetenekli genç doktorlar kalp, akci­ ğer ve solunumu incelediler. Bu doktorların çalışmaları, ken­ dilerine "doğal feylesof" diyenlerin ve doktorların toplandık­ ları bir kuruluş olan Royal Society'nin (1660) kurulmasıyla aynı zamana rastladı. Royal Society içinde, Richard Lower fi­ zikçi Robert Hooke'la güçlerini birleştirdi; atardamar ve top­ lardamar kanı arasındaki farkları araşhrıp, ilk kan naklini yaphlar. Hooke, Boyle ve Descartes gibi erken dönem bilimciler ta­ rafından açıklanan doğal felsefe vücudun bir makine gibi ol­ duğu görüşünü destekleyerek, hp üzerinde esaslı bir etkide bulundu. Bilginler buhar, element ve öz hakkında belli belir_. siz bahisleri olan Hipokratik yapıya isyan ederek vücut yapı­ larını incelemek için çaba ve uzmanlıklarını ortaya koydular. Bulduklarını her parçası bir amaca sahip olan makineleşmiş bir sistemin içinde, çoğunlukla mühendislik veya hidrolikte­ ki bir analojiyle açıkladılar. Mikroskop ve termometre gibi yeni aletler sayesinde kas hareketleri, bez salgıları, kalp hare­ keti ve solunumun detaylı okumalarını yaptılar. İtalya' da 385
Baş Belası icatlar Galvani ve Volta gibi adamlar elektrik akımının uygulanma­ sıyla kasların hareket ettirilebileceğini gösterdi. İsveçli radi­ kal Doktor Theophrastus Philippus Aureolus Bombastus von Hohenheim -kısaca Paracelsus- gibi diğerleri vücudu fizik­ selden çok kimyasal yönlerden analiz etti. Paracelsus bütün vücut süreçlerinin bir gazın fermantasyonu veya hareketi ne­ deniyle kimyasal olduğunu ileri sürdü. Ölçüm ve analiz yoluyla reel bilimin uygulanması önemli yararlar sağladı. Ne var ki fikirler tarihinde sıkça görüldüğü gibi, her yarar bir bedel karşılığında elde ediliyordu. Tıpla doğa bilimlerinin evliliği doktorların hastalardan çok hasta­ lıklarla ilgilendiği bir kültür yarattı. Bu eğilim on sekizinci yüzyıl anatomisti Giovanni Battista Morgagni'nin çalışma­ sında özetlenmiştir. 79 yaşında yayınladığı dev eseri De sedi­ bus et causis morborum da 700 otopsinin bulguları yer alıyor, ' özellikle ölüm nedenlerinin organlarda nasıl görülebileceği tarif ediliyordu. Çalışması özellikle de kalp hastalıklarının anlaşılması ve tedavi edilmesi yönünden paha biçilmezdi, ancak tıbbın eski, Hipokratik bakım rolünün gerilemesinde bir payı oldu. Morgagni'nin takipçilerinden olan on sekizinci yüzyıl patologu François Xavier Bichat, aşağıdaki yorumu yaptı; sözleri, kendi sözlerinin altında gösterilmiş olan Hi­ pokrat' ın sözleriyle keskin bir tezat oluşturuyordu: Yirmi yıl boyunca hastaların başucunda durup sabah­ tan akşama kadar not alabilirsiniz ancak elde edeceği­ niz tek şey semptom karmaşası olacaktır... Hastayı muayene ettiğinizde, bütün ayrıntıları sorun... Bichat kendisinden önceki Morgagni gibi, ister ölü ister diri olsun, vücudun fiziksel olarak gözlenmesinin ve ölçümü­ nün hakikate giden yol olduğuna inandı. Bir zamanlar hasta386
Kelin llao Olsa... lann dostu, teşhisinde "insanı bütün halde" değerlendirmek için eğitilmiş olan doktor arhk insanları değil hastalıkları in­ celeyen bir bilimci haline geldi. Hasta bakımında devrim Tahminler değişiyor, ancak Fransız Devrimi'nde 18.000 ila 40.000 arasında insan hayatını kaybetmiştir. Yönetici sınıfla­ rın iktidarına karşı yapılan bir hareket olmasına karşın, kötü şöhretli "Terör Dönemi" sırasında giyotinde öldürülenlerin yalnızca %8'i soyluydu. %6'sı ruhban sınıfındandı ki bunlar­ dan bazıları rahiplikten feragat edip zoraki evlilikleri kabul ederek giyotinden kurtuldu. Daha sonra da sivil otoriteler Notre Dame Katedrali'nde "Akıl Tanrıçası" için yapılan töre­ ni yönetirken yanlarında hazır bulundular. Bu arada giyotin, Kral XVI. Louis ve Marie Antoinette gibi yaldızlı kurbanları da aldığı halde, hayatlarını kaybedenlerin %70'i tahıl stokla­ makla ve askerlikten kaçmakla suçlanan yoksul işçiler ve köylülerdi. Bu idam aracını icat edenler ikisi de doktor olan, Paris mil­ letvekili Joseph Ignace Guillotin ile Cerrahlık Akademisi Sek­ reteri Antoine Louis'ydi. Devrimin başlarında resmi infazcı Sanson kılıcın, yetkililerin istediği sayıda hayata son verme­ de çok etkisiz kaldığını savundu. Guillotin Louis'ye danışh, o da Alman bir mühendisi davet etti. Mühendisten on üçüncü yüzyıldan kalma çizimlerde tasvir edilenlere benzer bir ma­ kine yapması istendi. Mühendis yakınlardaki bir hastaneden aldığı cesetleri kullanarak prototipini mükemmel hale getirdi ve makine tamamlandığında, Guillotin Kurucu Meclisi bu­ nun en insani idam aracı olduğu hususunda ikna etmeye ça­ lışh. Doktorlar kafa kesme sanahnı geliştirdikçe, kana bulan­ mış devrim de hbbi bakımın iyileştirilmesine katkıda bulun387
Baş Belası icatlar du. 1 789'd a özgürlük, eşitlik ve kardeşlik adına Bastil hapis­ hanesine hücum edenler hastalığı yozlaşmış, adaletsiz bir topluma özgü bir şey olarak kabul ettiler. 1792'de Fransa' da yeni kurulmuş Ulusal Meclis ruhban sınıfının yerine, ruhlara değil vücutlara bakan profesyoneller getirileceğine dair cesur açıklamalarda bulundu. Kamulaştınlmış kilise fonları hasta­ ların bakımına kanalize edilecekti. Tıp çalışanları tutumlu ya­ şam ve geleneksel hijyeni teşvik edecekti. Devrimden sonraki yıllarda Paris, düşkünler evi, eski cüz­ zam tedavi merkezleri ve dini barınaklarıyla hbbi bakımda rakipsiz hale geldi. Merkezi kontrol alhnda olan Sfilpetriere ve Hôtel de Dieu gibi büyük kamu hastaneleri arhk hastala­ rın daha az acı çekerek ölmek için gittikleri yerler olmaktan çıktı. Steteskopu icat eden ve kaderin garip bir cilvesi olarak çoğu hastası gibi tüberkülozdan ölen Rene Theophile Hya­ cinthe Laennec gibi doktorlar hastaların yeni toplanma alanı­ na geldiler. Birleşik Devletler' den ve Britanya' dan doktor akın edip oradan stetoskopla ve bbbı bilim olarak uygulama şevkiyle geri döndüler. Semptomları önem­ semeyip belirtilere bakmak, hastanın kendini nasıl hissettiğine adayları Paris'e dair sözlerini değil de doktorun gözlemlerini dikkate almak yaygın bir uygulama haline geldi. Fransız Devrimi'nin ardından gerilen krallar ve yönetici elit sınıf vicdanlarını yokladı. Hastane yaphnp hastanelere bağışta bulunmak hakim sınıfın ve diğer varlıklı kesimin suç­ luluk duygularını yatıştırmasının muhteşem bir yolu haline geldi. Viyana' daki Allgemeine I<rankenhaus, Moskova' daki Obuchov Hastanesi ve Bedin' deki Charite yöneticilerin halk­ larına bakma ve bunu yaparken görülme kaygılarını yansıtı­ yordu. Britanya' da harekete geçenler ise zenginler oldu, on sekizinci yüzyılda Londra'da beş büyük hastane yaphrdılar. İçlerinde benim eğitim gördüğüm Londra Hastanesi de vardı. 388
Kelin llaa Olsa ... Fakat Paris tesis yapma sevdasına kapılmışken, bazı eski radikal devrimciler hastalık ve ölüm merkezleri olan bütün hastanelerin yakılıp yıkılması çağrısında bulunuyordu. Hak­ lı oldukları noktalar vardı. Bir sonraki yüzyılın hastaneleri de, çoğunlukla kan alma, bağırsakları boşaltma ve çoğu ölü­ me sebep olan uzuv kesmeden biraz daha fazlasını sunduk­ ları halde, ölümcül enfeksiyonlara eğilimli olmaya devam edecekti. Paralı olanlar evlerinde kaldı, kendi doktorları tara­ fından tedavi edildi ki onların da ilaç cephanesi daha etkili değildi, sadece afyon ve alkol avantajları vardı. On yedinci ve on sekizinci yüzyıl ilaç kitaplarında insan kafatası özütü, yer solucanı yağı, örümcek ağı, tespihböceği, çördük otu, enge­ rek yılanı ve mercan gibi şeyler vardı ki bunların hiçbirinin muhtemelen tedavi edici bir niteliği filan yoktu. Çördük otu hariç; günümüzdeki araştırmalar bu bitkinin penisilin küfü için iyi bir kaynak olduğunu gösteriyor. On sekizinci yüzyıl tıbbının bu oldukça kasvetli inceleme­ sinde, Muhterem Edmund Stone'un 1763'te, söğüt ağacının kabuğunun ateşi hafiflettiğini keşfetmesinden söz etmeden geçmemeliyiz. Oysaki Royal Society bu keşfi görmezden gel­ meyi tercih etti ve on dokuzuncu yüzyılın sonuna kadar bu kabuğun aktif bileşeni salisinin ağn kesici ve ateş dürücü özellikleri araştırılmadı. Günümüzde salisinin türevini aspi­ rin adıyla tanıyoruz. Stone'un çağdaşı William Withering daha şanslıydı. Ayak şişkinliğinden mustarip insanların, dul bir hanımın özel bitki çaylarının peşine düştüğünü duyan Withering araştırmaları sonucu çayın yapraklan digitalis ilaaru sağlayan yüksükotu içerdiğini keşfetti. Botanikçi Withering astım ve karın şişkin­ liğinden mustarip elli yaşındaki bir yapı ustasına bundan bi­ raz verdiğinde çarpıa sonuçlar elde etti. Sekiz yıl sonra 1783'te, yüksükotu kalp ödeminin tedavisinde etkili bir teda389
Baş Belası icatlar vi olarak ilaç kitaplarında yer almaya başladı. Yüksükohı güçten düşmekte olan bir kalbin atışını güçlendirir ve kan akışını hızlandırarak alt uzuvlardaki sıvı birikmesini azalhr; günümüzde halen kullanılmaktadır. Ancak yüksükohı ve as­ pirin günümüzde yeni ürünler olarak piyasaya sürülecek ol­ salardı, güvenlik kısıtlamaları ve ilaç mevzuatı ikisi için de ruhsat alınmasını imkansız kılabilirdi. Yıllardır son derece faydalı olmalarına rağmen, potansiyel yan etkileri açısından reçetede dahi yer almalarına izin vermek muhtemelen çok riskli görülebilirdi. On dokuzuncu yüzyıl yaklaşırken, ışık kırıntıları hüküm sürmekte olan kasvetin içinde belirmeye başladı. Etkisiz te­ daviler karşısında devam eden hastalık ve rahatsızlıklarla kaynayan hastaneler, bazı doktorları hastalarının neden iyi­ leşmediğini etraflıca düşünmeye zorladı. Cerrahinin yan ürü­ nü olarak bakteri bilimi ortaya çıktı ve uyuşhırucu olarak kloroformun ilk etkin kullanımı sayesinde yeni bir seviyeye taşındı . .Kloroform ilk defa 1847' de doğum sanasıru dindir­ mek için kullanıldığında, bazı insanlar Tann' nın kadınların aa içinde doğum yapmasını istediği gerekçesiyle buna karşı çıktı. Bu tarz argümanlar Kraliçe Victoria 1853'te Prens Leo­ pold'u dünyaya getirirken kloroform maskesinden faydalan­ dığında çabucak bir kenara atıldı. Ne var ki anestezi cerrahi­ nin çok ilerlemesini sağladığı halde, ilk başlarda yaran sınır­ lı oldu, çünkü artık cerrahların aayı en aza indirmek için ameliyatlarını çabucak yapmaları gerekmiyordu. Dokuların daha uzun süre açıkta kalması ölümcül enfeksiyonların yer­ leşmesine daha çok fırsat sağladı. Hastanelerin bu kadar ölümcül yerler olması Viyana' daki Allgemeines Krankenhaus' da çalışan Doktor Ignaz Semmel­ weiss'in kafasını meşgul ediyor, doğum yaptıktan sonra ölen kadınların sayısı karşısında dehşete düşüyordu. Kadınların 390
Kelin Hacı Olsa ... doğumdan sonraki yüksek ateşi yüzünden bu hastalığa "lo­ ğusa humması" dendi, ancak semptomlar, genelde rahim ve­ ya vajinanın şiddetli enfeksiyonunun bir sonucu olan kan ze­ hirlenmesinden kaynaklanıyordu. Uzun süren bir doğum, doğumdan önce vajinanın tekrar tekrar incelenmesi, zor bir doğum veya doktorun forseps kullanması enfeksiyonun sık görülen nedenleriydi ve antibiyotik çağından önce loğusa humması genelde ölümcüldü. 1848' de Semmelweiss erkek doktorların işlettiği ilk doğum kliniğindeki ölüm oranının ebelerin işlettiği ikinci kliniktekinden daha yüksek olduğunu fark etti. Bunun nedeninin erkek çalışanların morgdan, ger­ çekteyse hastanenin her yerinden doğum koğuşlarına elleri üzerinde enfeksiyon taşıması olduğu sonucuna vardı. Ora­ dan başka bir yere gitmeyen ebeler taşımıyorlardı. Bu neden­ le Semrnelweiss el yıkamayı ve aletlerin sterilize edilmesini salık verdi; fakat yetkeci meslektaşları açısından doktorların enfeksiyon yayabileceği fikri son derece nahoştu, bu yüzden onunla dalga geçerek işinden ayrılmak zorunda bıraktılar ve en sonunda da onu akıl hastanesine kapathlar. Semmelwe­ iss'ın ölümü, ikinci bölümde bahsi geçen Vavilov'un ölümü kadar ironikti. Tımarhanenin gardiyanlarına aklının başında olduğunu söyleyip karşı çıktığında çok kötü dayak yedi, üze­ rine bir deli gömleği giydirilerek karanlık bir hücreye yerleş­ tirildi; iki hafta sonra da açık yaralarının neden olduğu kan zehirlenmesi yüzünden öldü. Fransız kimyager Louis Pasteur (1822-1895) ise eleştiriden yılmadı. Pasteur'ün yaptığı ayrıntılı deneyler kurtçukların kendiliğinden oluşan üremenin bir sonucu olmadığını, çürü­ yen maddelerden beslenen sineklerin larvaları olduğunu gösterdi. Bunu kanıtlamak için tartışmalı alanlarda dolandı çünkü on dokuzuncu yüzyıl Avrupa'sında şehirler salgın hastalıklarla uğraşıyordu. Pasteur mikroskobik canlı organiz- 391
Baş Belası icatlar malann enfeksiyonlara neden olduğu fikrini bulmadı ama zekice yapılmış halka açık deneylerle bu fikri yaygınlaştırdı. Pasteur belli organizmalarla belli hastalıklar arasındaki bağlan tanımladı. Bu süreci Berlin'de yaşayan, Koch'un Ko­ yutları olarak bilinen bir bakteriyoloji öğretisi oluşturan Ro­ bert Koch devam ettirdi. Bir organizmanın belli bir hastalığa sebep olduğunun kanıtlanması için, dört koyutun da sağlan­ ması gerekir: Organizma her hastalık vakasında bulunur; or­ ganizma kültür içinde yetiştirilebilir; bir hayvana organizma aşılandığında hastalık ortaya çıkar ve organizma böyle bir hayvandan geri alınıp tekrar saf kültür içinde yetiştirilebilir. Bu koyutları rehber alan Koch ve öğrencileri tifo, difteri, cüz­ zam, tetanos, boğmaca ve menenjit mikroplarını tanımlamak­ ta başarılı oldu. Sonunda zafer: çağdaşlığın eşiğindeki hp Frengi Fransız, İspanyol, Polonyalı, Rus, Portekiz, Kastilyalı, İngiliz ve Hıristiyan Hastalığı diye çeşitli adlar altında da bi­ linir. On üçüncü yüzyılda Hull'da bir salgın olduğuna dair tartışmalı iddialar olsa da, ilk bariz salgın 1493'te, Fransız bir­ likleri İspanya işgali altındaki Naploli'ye saldırdığı zaman görüldü. Zafer kazanmış askerler eve döndüklerinde, bazıla­ rı üreme organlarında yaralar olduğunu gördü. Sonra acı ve­ ren kızarıklıklar ve yaralar oluştu, en sonunda et ve kemiği yiyip bitiren sızıntılı apse musibeti peyda oldu. Ardından de­ lilik, sonra da ölüm. Rivayetlerde yanı başlarındaki komşula­ rı suçlamaya eğilimi vardı. Bu nedenle Avrupa' da hastalığa ilişkin bir takma isim bolluğu söz konusudur, ancak bu has­ talığın kökeni belirsizdir. Bazı insanlar bu hastalığın İspanyol askerleriyle birlikte Yeni Dünya'dan geldiğini, bazıları da ön­ ceden var olan zührevi hastalıklardan mutasyona uğramış bir Avrupa süper mikrobu olduğunu söylüyor. Kökeni her ne 392
Kelin llaa Olsa... olursa olsun, hastalık çok feciydi ve ava veya Karayipler'den gelme gayak odunu kullanılarak yapılan tedavi de nadiren işe yarıyordu. Başka hastalıkların semptomlarına benzerliği nedeniyle Büyük Taklitçi diye de bilinen frengi çok çeşitli yollardan vücuttaki her organı etkileyebilen bir hastalıktır. Ben tıp fakültesine girdiğimde nispeten nadir görülen bir hastalık olmasına rağmen, bazı öğretmenlerimiz hala, "fren­ giyi öğrendiniz mi tıbbı öğrendiniz demektir" derdi. Bugün­ lerde aynı söz diyabet veya AIDS için söylenebilir, frenginin kökü büyük ölçüde kurutuldu ama bu iki hastalık kendileri­ ni birçok farklı yollardan gösteriyorlar. 1905'te frengiye neden olan spirochaete Treponema palli­ du m u tanımlayanlar mikrobiyolog Fritz Schaudinn10 ile der­ ' matolog Erich Hoffman oldu. Kan tarama testleri daha sonra geliştirildi ve bir tedavi üstünde çalışmak da Nobel ödüllü Alman kimyager Paul Ehrlich'e nasip oldu. Ortaçağda arse­ nik esaslı tedavinin ara sıra uygulandığını fark eden Ehrlich bu elementin 600' den fazla birleşimini sentezledi, hastalığın son aşamalarındaki hastalarda test etti. Sonuçlar muhteşem­ di: 1910 itibariyle yaklaşık 10.000 frengi hastası Salvarsan adıyla bilinen bileşim no 606'yla tedavi olmuştu. Bu ilaan ba­ şarısı yirminci yüzyılın başında tıp mesleğine büyük bir ivme kazandırdı. Araştırmaalar çoğunlukla ölümcül olan diyabet hastalı­ ğında pankreas hormonu insülinin rolünü keşfettiklerinde tıbbın itibarı daha da arttı. İki Kanadalı bilimci, Fred Banting ile asistanı Charles Best patronları 1 922' de tatilde balık tut­ maya gittiğinde laboratuvara bakıyorlardı. Banting ile Best diyabetli köpekleri pankreas özütleriyle tedavi ettikten sonra bulgularını Toronto General Hastanesi'ne götürdüler. Hasta­ nede on dört yaşında bir çocuk ölüm döşeğindeydi. Ôzüte in­ sülin adı verildi, çünkü kökleri pankreasın bir bölümündeki 393
Baş Belası lcatlar Langerhan Adaaklan'na (islet) dayanıyordu. Çocuğa insülin enjekte edildikten birkaç dakika sonra çocuğun şeker seviye­ si düştü ve ölümden döndü.11 Banting Nobel ödülünü kazan­ dı ancak asistanı Charles Best'in dikkate alınmamasına o ka­ dar kızmışh ki ödül parasının yansını ona verdi. Bu dönemde, yüzyıllar boyunca süren sınırlı tedavilerden sonra bp yeni bir çağa girdi. Enfeksiyon süreçlerinin anlaşıl­ ması sonucu hijyen iyileştirildi, ameliyat sonrası ile anne ve yeni doğan bebeklerin yaşama oranlan da bu sayede arttı. Aspirin ve digoksin ateşi düşürüyor, hafif ağrı ve aalan gi­ deriyor ve kalp hastalıklarının semptomlarını hafifletiyordu. Bulaşıa hastalıklara karşı çeşitli bağışıklık kazandırma form­ ları vardı ve frengi ve diyabetin etkileri insan zekasıyla iyileş­ tirilmişti. En sonunda Galen'in küstahça böbürlenmeleri, hat­ ta Asclepion doktorunun yan ilahı konumu doğrulanmış gi­ biydi. ÇATIŞMA YÜZÜNDEN Son 200 yılda meydana gelen tarihi olaylar içinde, tarihin pa­ radoks ve ironilerini belki de en iyi Kırım Savaşı (1853-1856) anlahr. Fransız imparatoru III. Napolyon donanma güçleri­ nin de desteğiyle, Rusya'run kutsal topraklarda uzun süredir devam eden Hıristiyanlığın koruyucusu rolünü Fransızlara devretmesi için Osmanlı Türklerine baskı yaph. Beytülla­ him'deki Kutsal Doğum Kilisesi'nin anahtarlarının, Ortodoks patriğinin güvenli korumasından alınıp da Katolik Fransız el­ lerine verilmesinin özellikle sembolik bir anlamı vardı. Rus­ ya ilk başta bu teolojik tahkire diplomasiyle, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu'nda Ortodoks Hıristiyanlanrun ço­ ğunlukta olduğu bah sınırlarını ele geçirerek yanıt verdi. 1853'te Çar I. Nikolay'ın Türkiye sahilleri açığındaki Osman­ lı gemilerine saldırmasıyla birlikte mesele doruk noktasına 394
Kelin llaa Olsa ... ulaşh, Britanya ve Fransa Türklerin yardımına koştu. Haçlı Seferleri'nin tekrar başlaması gibiydi, tabii bu kez Haçlılar Müslüman topraklarında birbirlerine saldırıyorlardı. Kökleri kadim tarihe uzanan bu savaş nispeten modern bir çahşmaydı. Savaş olaylan telgraf teknolojisinin kullanıl­ masıyla derhal Avrupa ve Yeni Dünya halklarına iletiliyor­ du. Demiryollan ilk kez askerlerin toplu taşıması için kulla­ nılıyordu. Kısmen iki dik başlı aristokrat, Lord Cardigan ile kayınbiraderi Lucan kontu arasındaki anlaşmazlığın neden olduğu Hafif Süvari Tugayı Saldırısı gibi felaketler rütbelerin parayla alımp sahlması politikasının yeniden gözden geçiril­ mesine yol açh. 20.000 kişinin hayatını kaybettiği bu savaşın belki de en büyük ironisi tıbbi bakıma olan katkısıdır. Hastalara bakmak Katolikliğin ayrılmaz bir parçasıydı ama Protestan Avrupa geride kalmışh. Dickens'ın tasvirlerinden, on dokuzuncu yüzyıl başlarında Britanya' da hemşirelerin nasıl görüldüğü­ ne dair bir fikir ediniyoruz. "Ne zaman yanında dursanız burnunuza içki kokusu gelen" Sairey Gamp ile Martin Chuzz­ lewit'teki pasaklı Betsy Prig caniliğin sınırlarında dolaşan, düşmanca davranan zalim kadınlardı. İmtiyazların sorumlu­ luk getirdiği kavramının yeniden canlanması ile kadınların eğitilmesinin önemli olduğu kavramı durumun değişmesin­ de etkili oldu: Sonuç olarak 1840'larda hemşirelik soylu genç hanımlar için değerli bir uğraş olarak görülmeye başlandı. Sosyal reformcu kuveykır Elizabeth Fry, Düsseldorf yakınla­ rında bir qiteryen papazın işlettiği tanınmış bir enstitüyü zi­ yaret ettikten sonra İngiliz hemşirelerinin eğitim standartları­ nı tespit etti. Kırım Savaşı sayesinde hemşirelik herkese açık bir meslek haline gelmiş ve bu harekete nüfuzlu bir çevresi olan Floren­ ce Nightingale öncülük etmiştir. Yaralı İngiliz askerlerinin dehşet verici tedavi haberleri askeri yetkililere ulaşmadan 395
Baş Belası icatlar önce Florence Düsseldorf'ta ve Paris'te de bir tarikatla çalış­ mıştı. Yüksek rütbeli bir aile dostu Florence'ten yardım etme­ sini isteyince, Florence lstanbul'un Üsküdar semtindeki Seli­ miye Kışlası' na otuz sekiz hemşireyi götürdü. Hemşireler sa­ dece altı ayda yaralı askerlerin ölüm oranını %40'dan %2'ye düşürdüler. Gergin aile ocağından bütün halka kadar haber­ lere aç kitlede, "lambalı hanım" haberleri halkta askerlerimi­ zin tedavisine karşı büyük bir öfke ve onlara bakan "melek­ lere" karşı da büyük bir hayranlık uyandırdı. tıki 1860' da Londra'daki St. Thomas's Hastanesi'ne olmak üzere hemşire­ lerin resmi eğitimini finanse etmek üzere bağışlar aktı. Nigh­ tingale adı verilen okullar imparatorluğun her köşesine hij­ yen, disiplin ve temiz hava inananı taşıdı. Savaş diğer bütün alanlardan daha çok tıpta ilerlemeyle sonuçlanrnışhr.12 Barut ve kurşun yaraların ciddiyetini ve karmaşıklığını artırdığı için, Avrupa'nın savaş alanları cerra­ hi teknikleri daha ileri seviyelere geçmeye zorlayan bir tecrü­ be sahası oldu. Cerrahlar uzuv kesme becerilerini geliştirerek etten çok kemiği çıkarmayı öğrendiler. Böylece sağlıklı cilt kesilmiş uzvun üzerinde gelişebiliyor ve yapay uzuv için iyi bir temel oluşturuyordu. Fransız Ambroise Pare ve İngiliz Richard Wiseman gibi önde gelen ve becerilerini savaşta mü­ kemmelleştirmiş olan cerrahların statüleri yükseldi. On seki­ zinci yüzyılın başlarında, bütün büyük Britanya donanma araçlarının kendi cerrahları vardı. Cerrahların kabul görme­ leri kendilerini kan alan sokak berberlerinden ayırmalarını ve kendi profesyonel kurumlarını kurmalarını mümkün kıldı ki bu kurumlar on dokuzuncu yüzyıl ortasında gönülsüzce de olsa tıp mesleğine kabul edildi. Cerrahide ilerlemeler sağlandıkça hijyen de iyileşti: Lis­ ter' in anti bakteriyel uygulamalarının ilk kez Fransa-Prusya savaşında tam o_larak test edilebildiği söylenir. Alman askeri 396
Kelin ilacı Olsa... doktorlar Londra doğumlu bu Hıristiyan tarikab üyesinin, yaralan fenik asitle temizleme hususundaki nasihatini dinle­ diler ve onun iyi bilinen bulgulanru göz ardı eden Fransızlar­ dan çok daha az kayıp yaşadılar. Bir sonraki yüzyılda, iki dünya savaşı sırasında bazı askerlerin yüzlerine aldıkları korkunç yaralar yüzünden kaybettikleri saygınlıklanru ve yaşam kalitesini tekrar kazanma ihtiyaa, Sir Harold Gillies ile kuzeni Archibald Hector Mclndoe'yi plastik cerrahi ve es­ tetik ameliyata yönlendirdi. Bu iki savaş arasında yaşanan İs­ panya İç Savaşı, ilk kez on yedinci yüzyılda Hooke ve Lo­ wer'in denediği kan nakillerinin mükemmelleştirildiği bir fır­ sat sağladı. Halen haklı olarak dünyanın gıpta ettiği yer olarak görü­ len İngiltere Ulusal Sağlık Hizmetleri de savaş nedeniyle orta­ ya çıkh. On dokuzuncu yüzyıl sona ererken, ordu devletimizi Boer Savaşı'na çağrılan askerlerin insanı şok eden sağlık du­ rumları hakkında uyarrnışh. Bu da kamu sağlığına ve özellik­ le de yetersiz beslenmeleri, kötü çalışma koşullan ve sıkışık ortamlarda yaşamaları güçsüz düşmelerine, hatta ölümcül hastalıklara yenilemelerine yol açan sanayi yoksulları üzerine eğilinmesini sağladı. Yeni birleşmiş Almanya' da da benzer bir farkındalık, Şansölye von Bismarck'ın 1880'de ilk kez devlete bağlı sağlık sigortası sistemini kurarak, sağlık hizmetlerini bir devlet vazifesine dönüştürmesine sebep oldu. 191l'de Libe­ rallerin lideri David Lloyd George Britanya için benzer bir planı uygulamaya koydu: Vergilerle desteklenen "heyet dok­ torları" -bunlar modem pratisyen hekimlerin öncelleridir- ai­ le sağlığından sorumlu oldu. Ancak Ulusal Sağlık Hizmetle­ ri'ni nihayet hayata geçiren ise iki dünya savaşı oldu. Bu iki savaş sırasında, cephelerden çok sayıda yaralının geri dönmesi devleti ülkenin farklı sağlık kaynaklanru askeri hizmet vermeye mecbur kılmaya zorladı. Profesyoneller ya­ ralıları tedavi edip merkezi bir misyonun parçası olarak çalı- 397
Baş Belası icatlar şarak muazzam tecrübe kazandılar. İkinci Dünya Sava­ şı'ndan sonra, Britanya'daki 1 .143 gönüllü hastane ile 1 .545 belediye hastanesinin çoğunun, devlet desteklemeye devam etmezse iflas edecekleri anlaşıldı. Bu uzakta beliren tehdit ve aynca komünist ülkelerin yaklaşık 200 milyon vatandaşına bedava sağlık hizmetleri sunmasıyla ahlan adımlar karşısın­ da, sağlık hizmetlerinin devlete bağlanması yerinde bir uygu­ lama gibi göründü. İlk olarak ortaçağda kalabalık şehirlerimiz ve işlek ticaret limanlarımız vebaya yenik düştüğünde gerçekleşen devletle hbbın evliliği de ölümcül yavrular doğurdu. Hem faşist hem de komünist ülkeler sağlık hizmetlerini vatandaşlarının önün­ de bir havuç gibi sallandırıp dikkatlerini özgürlüklerin gaspı ve insan hakları ihlalleri üzerinde toplanmalarını engellediler. Almanya'daki Nazi yönetimi vatandaşlarına bedava tedavi imkanını veren, kamu sağlık hizmetlerinin bir yapısını oluştu­ ran ilk yönetimlerden biri olsa da, toplumu "iyileştirmeyi" is­ teyen doktor ve bilimcilerinin çoğu, akli dengesi bozuk, en­ gelli ve alkoliklerin zorla kısırlaşhrılmasına kahldılar. Devle­ te sadık doktorlar, Yahudi, Slav ve Çingenelerin genetik yön­ den aşağı olduklarını ve Arilerin biyolojik açıdan üstün ol­ duklarını "kanıtlayarak", o dönemin ırkçılığını ve kitle katli­ amını sahte bilimle rasyonelleştirdiler. Auschwitz toplama kampında korkunç deneyler yapan Dr. Josef Mengele Hipok­ rat tarzı şifaanın tam tersiydi. Yine, işgal edilen Mançur­ ya' daki Pingfan' da Japon araşhrma merkezini yönetenler de öyleydi. Dr. Shiro Ishii'nin liderliğinde ve hükümetin deste­ ğiyle bu birim, dünya nüfusunu ortadan kaldıracak kadar şar­ bon, tifo ve hıyaraklı veba mikrobu üreterek bu enfeksiyonla­ rı yöre halkı üstünde test etti. Karanlık ve tatsız mesajın ortaya çıktığını görebiliriz. Tıp sorunları çözebiliyordu elbette, ama ilk başta bu sorunların 398
Kelin Uaa Olsa... bazılarını insanoğlu yaratmışh. Buna bir örnek, İmparatorluk Çağı'nda zirvesine ulaşmış bir disiplin olan tropikal hp ola­ bilir. Somerset Maugham' ın 1934 tarihli romanı Renkli Peçe bu dönemin değerlerini trajik bir aşk hikayesinde özetler. Ro­ man kahramanı Çin'in uzak bir eyaletinde kolera salgınıyla mücadele eden bir bakteriyologtur. Eşinin ihanetine uğramış olan Walter Fane, bir yandan milliyetçi haydut çeteleri "Ya­ banaları İstemiyoruz" sloganları atarken, şehrin hijyen şart­ larını iyileştirmek için mücadele eder. Süregelen karmaşa Fa­ ne ve karısı Kitty'yi işbirliği yapmaya, birbirlerine saygı duy­ maya ve en sonunda sevmeye zorlar ta ki mutlu gelecekleri kendilerini mücadele etmeye adadıkları salgınla sekteye uğ­ rahlana dek. Kipling sömürgeciliğin görevinin "açlığın ağzını iyice dol­ durmak ve hastalıkların önüne geçmek" olduğunu yazdığın­ da, bir lider olarak çoğunluğun hislerine tercüman olmuştu. Fransa' daki sömürge hp hizmetlerinin kurucusu, faşist sem­ patizanı General Hubert Lyautey açısından ise şöyle demek yeterliydi: "La seule excuse de la colonisation, c'est la medi­ cine." İmparatorluk çağı, DDT'yi geliştirmekten tutun da sıt­ ma sivrisinekleriyle mücadele etmeye kadar, dünyadaki sı­ cak bölgelerin ölümcül sıtma, sarıhumma, uyku hastalığı ve kolera ile savaşmasında yardımcı olmuştur. Fakat emperyalizm aynı zamanda bazı sağlık sorunlarına da yol açtı. Yabana toprakların işgal edilmesinin ardından insanların· kitleler halinde taşınmaları iletişim ağlarını iyileş­ tirdi. İnsanlar yayıldıkça hastalıklar da yayıldı. Bu arada bü­ yük çiftliklerde ve fabrikalarda çalışma fırsatları tarım nüfu­ sunu kendilerini besleyebilecek topraklardan çıkararak küre­ sel ekonominin zaruretleriyle boğuşan daha rizikolu bir mev­ cudiyetin içine sürükledi. Sömürge topraklan aynca yerli halkın hiç bağışıklığının olmadığı Bah enfeksiyonlarıyla da 399
Baş Belası icatlar boğuşmak zorunda kaldı. Yirminci yüzyılın başlarında Mala­ kula'da bir Katolik misyoneri antropolog Bernard Deacon' a şöyle dedi: "Biz onları medenileştirmiyoruz, frengi veriyoruz." Bu işin matematiği anlamlıdır. Hastane, ameliyat ve hij­ yen, kan nakli, tropikal tıp ve devletin müdahalesinin artma­ sı sayesinde kurtulan veya iyileşen hayat sayısı hakikaten fevkaladedir. Ancak bu rakamdan savaş ve emperyalizm yü­ zünden hayahnı kaybedenlerin sayısını çıkardığımızda so­ nuç o kadar etkileyici değildir. Kuşkusuz tıp kendi içinde "kötü bir fikir" değildir, ama hastalıklarla boğuşan şehirlerin sebep olduğu can kaybım, tanına aşın bağımlı yetersiz besle­ nen nüfusu ve ticaret rüzgarlarıyla çıkagelen hastalıkları he­ saba katın, o zaman daha çok insanoğlunun kendini mahvet­ me eğilimlerine karşı bir frenmiş gibi görünür. Biz yirminci yüzyıla girdiğimizde, bu fren artan bir etkinlikle çalışmaya başladı, ancak ileride göreceğimiz gibi, bunun itibarı sadece kısmen icatçı, yaratıa insanlara aittir. TESADÜFEN TEDAVİ BULMAK Aralık 1940'ta polis memuru Albert Alexander Oxford'da va­ zifesini yaparken yanağını bir gül çalılığına çizdirdi. Bu önemsiz çizik Noel' de de iyileşmeyince Alexander kan zehir­ lenmesi teşhisiyle Radcliffe Hastanesi'ne yatırıldı. Şubat 1941'de enfeksiyon nedeniyle sol gözünün alınması gerekti; diğer gözü de tehdit altındaydı, sağ kolu irinle şişmişti ve kendi balgamında boğuluyordu. 12 Şubat'ta memur Alexan­ der' a damardan günümüz standartlarına göre çok küçük bir doz sayılabilecek 200 miligram penisilin verildi. Yirmi dört saat içinde Alexander'ın ateşi düştü, iştahı yerine geldi ve en­ feksiyonu iyileşmeye başladı. Ancak doktorların elindeki pe­ nisilin dayanıksızdı ve savaş zamanıydı, laboratuvarlara kı400
Kelin İlao Olsa... sıtlarnalar getirilmişti. Alexander'ın idrarından çok az mik­ tarda penisilin çekilip tekrar kullanılabildi ve beşinci gün iti­ bariyle penisilin bitmişti. Memur Alexander 15 Mart'ta haya­ bru kaybetti. Polis memuru Alexander'ın akıbeti tuhaf görünebilir ama bu tarz hayati tehlike oluşturan kan zehirlenmesi bir zaman­ lar olağandı. Penisilinin keşfi, Alexander Fleming'in Lon­ dra'daki St. Mary Hastanesi'nde bulunan laboratuvarında çe­ şitli bakteri türlerini gözlemlediği 1928'e tarihlenir. Bazı pet­ ri kaplanru yıkamadan tatile çıkan Fleming döndüğünde üzerlerinde bilinmeyen bir küf büyüdüğünü gördü. Fleming bu küfün etrafındaki mikroorganizmaların gelişmesini diz­ ginlediğini fark etti. Diğer bilimciler onun bulgularım tekrar­ layamadılar, bu nedenle araştırmalar geçici olarak durdu. Fleming bunu şans eseri keşfetmişti. Fleming' in kabı üzerin­ deki küf -Penicillium notatum- havanın kısa bir süre mevsim normallerinin üstünde soğumasından dolayı büyümüştü ve meydana geldikleri sporlar da normal atmosferde bulunmu­ yordu, nadirdiler ve bitişikteki mantar uzmarunın laboratu­ varından sürüklenmişlerdi. Fleming'in keşfi rafa kaldırıldı ta ki 1940'da Oxford'ta pa­ toloji profesörü Howard Florey ile Nazi Almanya'sından mülteci olarak gelmiş biyokimyacı Ernst Chain, streptococ­ cusla enfekte olmuş fareler üzerinde test yapana dek. Büyük ilaç şirketlerinin ilgi göstereceğinden çok umutlulardı. Fakat Britanya savaştaydı ve Dunkirk'te büyük bedeller ödeyeceği muazzam bir yenilgiden yeni kaçmışh. Muharebede penisilin gibi bir ilaan yararlı olma ihtimaline rağmen, araştırma için çok az para vardı. En iyi Ealing komedilerindeki sahnelere benzer bir şekilde, Florey ve Chain insanlar üzerinde test et­ mek üzere, ilacı kendileri üretmeye karar verdiler ve lazımlık ile süt sürahileri kuşanmış hp öğrencilerini organize ettiler. 401
Baş Belası icatlar Takvimler Şubat 1941'i gösterdiğinde, ellerinde talihsiz polis memuru Alexander üzerinde ancak deneme yapabilecek ka­ dar penisilin birikmişti. Savaştan sonra 1945'te Florey, Chain ve Fleming, tüberkü­ loz, menenjit ve birçok ölümcül enfeksiyona karşı insanlığın savunmasını güçlendiren çalışmaları nedeniyle, tamamen hak ettikleri bir Nobel ödülünü paylaştılar. Ne kadar devrim niteliğinde olsa da bu keşif bütünüyle bilimle alakalı değildi. Bir uzmanın daha ilk ilkelerde antibiyotikle karşılaşması muhtemel değildir. Onlarca yıllık araştırmadan sonra günü­ müzde dahi yeni antibiyotik bulmak halen nispeten belirsiz bir süreçtir. Dünyaya bilimsel usa vurmanın bir zaferi olarak sunulan bu büyük keşif bir bakıma işi şansa bırakmamanın ve sağlıklı işbirliğiyle birleşmiş yaratıcılığın iyi bir örneğiydi. Yazar ve doktor James Le Fanu yirminci yüzyılın tıpta "çı­ ğır açan belli başlı bazı buluşlarının" bilimsel araştırmalarda çok güzel rastlantıların ürünü olduğunu ileri sürer.13 Tıbba karşı fazla eleştireldir ama haklı olduğu noktalar da var. Ör­ neğin adrenal hormonlarının yapısını anlamamızı sağlayan şey İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri istihbaratın yaptığı entrikalardı. ABD yetkilileri yüksek irtifalarda performansla­ rına katkıda bulunması için Luftwaffe pilotlarına adrenal be­ zi özütleri enjekte edildiğini öğrendi. Bu nedenle hormon araştırmalarına para akıtıldı ki bunun sonucunda Minnesota­ lı iki doktor birçok tedavide devrim yaratacak az miktarda sentetik bir bileşim elde etti. Bu öykü, 1928'de Dr. Philip Showalter Hench romatizma! eklem iltihabı olan bir meslektaşını tedavi ederken başladı. Prestijli Mayo Kliniği'ne sarılık hastalığı teşhisiyle Hench'in hastası olarak kabul edilen bu doktor rengi sanlaştıkça eklem iltihabının iyileştiğini fark etti. Sanlık gittikten aylar sonra da el ve ayaklarındaki rahatlık devam etti. Sonraki yıllarda 402
Kelin llaa Olsa... Hench benzer bir fenomeni başka hastalarda da gözlemledi. Eklem iltihabı şişkinliği kadınlar hamileyken de azalıyor, bu da bu etkinin sanlık yüzünden değil de hormona! durumda­ ki bir değişiklikten kaynaklandığını akla getiriyordu. Aynca eklem iltihabı insanlar sarılık hastası veya hamileyken düze­ len tek hastalık da değildi; saman nezlesi, astım ve nörolojik rahatsızlık miyastenya gravis de iyileşme eğiliminde oluyor­ du. Hench tüm bunlara sebep olan, zor ele geçen X maddesi­ ni yalıtmaya çalışması gerektiğini düşündü. Şans eseri arkadaşı ve meslektaşı Edward Kendall aynı koridordaki başka bir laboratuvarda hormon yetersizlikleri üzerinde çalışıyordu. Hench X Maddesi üzerinde düşünüp taşınırken, Kendall da birtakım enteresan kimyasalları -insan hormonlarını- yalıttı ve onları A, B, E ve F bileşimleri olarak isimlendirdi. İki adam notlarını karşılaştırdı ve her şey o nok­ tada sona erdi. Zaten Hench İkinci Dünya Savaşı'nda hizmet etmesi için çağrıldığından araştırmaları da askıya alındı. İşte bu sıralarda Almanya'nın, Arjantin' de sığırlardan elde edilen adrenal bezlerinden çok miktarda satın aldığına dair söylen­ tiler duyulmaya başladı. Kanada araştırmaları bu özütlerin oksijen yokluğundan kaynaklanan gerginlikleri azaltabilece­ ğini gösterdiğinden, bu askeri istihbarat endişe uyandırdı. ABD büyük bir araştırma programı başlattı ki bu program Luftwaffe söylentisi sona erdikten sonra da devam etti. 1948' - de bu araştırmacılar Kendall' ın E Bileşiminin birkaç gramını sentezlediler ve Hench de çılgınca bir girişimde bulunarak eklem iltihabından sakat kalmış bazı hastalara uygun dozlar­ da verdi. Sonuç olağanüstüydü ve kortizonun keşfine yaptık­ ları katkıdan ötürü 1950' de Hench ve Kendall Nobel ödülünü kazandılar. Böbreküstü bezlerinin ürettiği kortizon romatizma! eklem iltihabının semptomlarını hafifletti ancak yan etkileri olduk403
Baş Belası icatlar ça çoktu ve alternatifleri araşhnlıyordu. Kortizonun keşfedil­ mesi sayesinde aslımdan tutun da göz nezlesi ve deri veremi­ ne kadar birçok hastalığın tedavisinde ilerlemeler sağlandı. Çeşitli iltihabi hastalıkların tedavisinde steroidlerin kullanıl­ ması tıpta bir dönüm noktasıydı. Yıllarca süren bilime daya­ lı araşhrmalan bir kenara koyarsak, steroit savunucuları, vü­ cudun iltihaba verdiği tepkileri veya doğal olarak meydana gelen bir hormonun bunları kontrol altında tuttuğu mekaniz­ mayı tam olarak anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Mesele şuydu: Steroitler birçok hastalıkta insanlara yardıma oluyor­ du. Antibiyotiğin keşfinde olduğu gibi bu ilerlemenin ilk il­ kelerden yola çıkılarak yapılması zor olacaktı. Hench sanlık ve eklem iltihabı hastası olan doktorla ilk görüşmesini yaptı­ ğı sıralarda, eklem iltihabının nedeninin enfeksiyon olduğu düşünülüyordu. Hench'in, hormonların rolünü göz önüne alması için teorik bir dayanağı yoktu. Eğer olsaydı bile, sen­ tezlenmiş bileşimler; bazı asılsız savaş söylentileri veya aynı hastanede konuyla ilgili araştırmalar yapan bir arkadaşı ol­ masaydı yoluna çıkmayabilirdi. Yirminci yüzyılın ilk üçte ikilik bölümü tıpta birtakım şa­ şıma ilerlemelere tanık oldu. Bazıları benim ana hatlarıyla anlattığım bu ikisine bağlanıyordu. Steroitler bağışıklık siste­ mini koruyucu ilaçlara ilham verdi ki bu ilaçlar cerrahi ve mikro cerrahideki tekniklerin gelişmesiyle birleşince 1960' - larda ilk etkili organ nakillerinin yolu açılmış oldu. Antibiyo­ tikler ilk antidepresanlardan imipramine'in yanında, ilk kan­ ser ilaçlarından birkaçına da temel oldu. Genel açıdan ele ala­ cak olursak, hormonların sentezlenmesi tansiyonu düşürme­ ye ve inmeleri önlemeye yarayan beta engelleyicilerin elde edilebilmesini sağladı. Bu arada, kortizon keşifleri tetikledi ve vücudun hasara karşı tepkilerinin anlaşılması anti hista­ minlerin keşfini sağladı ki bir tanesinin, gene çok tuhaf bir 404
Kelin İlaa Olsa... şans eseri, şizofreninin semptomlarını rahatlattığı keşfedildi. Yeni ilaç tedavilerinin ardı ardına bulunması teknolojide kaydedilen somut ilerlemelerle tamamlandı: diyaliz makine­ si, kalp baypas pompalan, ameliyat mikroskobu, laporoskop, vücudun en uzak köşelerine erişimi sağlayan ameliyat son­ dalan. Aynı zamanda gelişmiş mühendislik teknikleri, yapay kalça ve kalp pili gibi esas gelişmeler yanında, ultrason, bilgi­ sayarlı tomografi ve manyetik rezonans görüntüleme gibi güçlü teşhis araçlarını da sağladı. Bunların hepsi de son dere­ ce değerlidir ve muazzam bilimsel ve mühendislik ilerleme­ ler sonucunda yapılmışlardır. Ancak bazen doktorları hasta­ dan ziyade gitgide daha çok testlerin sonuçlarına bakmaya teşvik etme gibi bir dezavantajları vardı. Antibiyotik, bağışıklık sistemini koruyucu ilaçlar, hor­ monlar, kanser ilaçlan, akıl hastalıklarının üzücü semptomla­ rını hafifletici tedaviler olmasa daha iyi durumda olacağımı­ zı iddia etmek saçma olur ama bir dereceye kadar, birçoğunu tesadüfen bulmuş olan insanoğlu belki de daha uzun bir sa­ vaşta zafer kazanma umudunun daha az olduğu bir dizi sa­ vaşı kazanıyor. Aynca şansımızın tükenme riski de var. Tali­ himizi ustalık sanma meyli içinde, hem hp mesleği hem de tedavi ettikleri hastalar potansiyel olarak sağlıksız bir hale yönlendirilebilir. Kırk yıldan uzun bir süre önce, çok genç bir cerrahken, us­ talık hissimizin doğurabileceği ruh halini bizzat gördüm ve yaşadım. Birçok gelişmiş ameliyatta uzman olan bir yönetici­ miz vardı. Bu hekim yurt dışında tanınan ünlü bir otoriteydi, yirmi yıldan daha kısa bir süre önce (NHS kurulmadan önce) cerrahlar sırf onunla çalışma ayrıcalığına kavuşabilmek adı­ na, onun yanında maaş almadan çalışmayı kabul etmekle kal­ mıyor, bir de üstüne ona para veriyorlardı. Öylesine hünerli ve seçkin bir cerrahh ki yapmaya hazır olmadığı sadece bir- 405
Baş Belası icatlar kaç ameliyat vardı. Ara sıra, ilerlemiş göğüs kanseri olan ka­ dınlan kısırlaşhrma (yumurtalıklarını alma) ameliyabnda böbreküstü bezlerini de alırdı. Bu ameliyat bazı göğüs tümör­ lerinin hormona bağlı olduğu inanana dayanıyordu; doğal olarak bütün steroit hormonları azaltılırsa, kanser ilerlemeye­ cekti. Bu kahramanca ameliyabn yapılmasını destekleyen sa­ dece birkaç adet araştırma vardı. Ziyaretine gelip ameliyatı­ na tanıklık eden yabana meslektaşları yöneticimizi bir kahra­ man olarak görüyordu, ama ameliyat olmayı kabul eden has­ tanın daha büyük bir kahramanlık yaptığını söylemek her­ halde daha doğru olur. Kariyerimin bu ilk yıllarında, bu ameliyatlardan birine ilk kez yardıma olduktan hemen sonra, yöneticimle hastanın ha­ yati fonksiyonlarını desteklemesi için bundan böyle ne kadar kortizona ihtiyaa olduğuyla ilgili ameliyathanede kısa bir gö­ rüşme yaptık. Anestezi uzmanı ameliyathanede bir doz ver­ mişti, ama şefim hastaya gece boyunca daha fazla doz verme­ mi kabul etmedi. Edindiği engin tecrübeye göre bunun olduk­ ça gereksiz olduğunu ve ilaç israfı olacağını iddia etti. Bu du­ rumdaki bir kadının kan dolaşımında yeterli steroit olmazsa tehlikeli ölçülerdeki düşük tansiyonu yüzünden güçten düşe­ rek şoka girebileceğinden endişeleniyordum. Ancak aynı za­ manda bu uzman doktorla daha fazla tartışmamın meslek ha­ yatımın sona ermesi anlamına gelebileceğini de biliyordum. (Günümüzde bu güçten düşme riski yüzünden, hastaların böbreküstü bezlerinin alınmasından sonra daima yoğun ba­ kım ünitesinde gözetim albnda tutulduğunu belirteyim, ama o sıralar hastalar normal bir cerrahi koğuşta bakılırlardı.) Gece yansı kontrollerimi yaparken, ameliyat olmuş hasta­ mızın tansiyonunun tehlikeli ölçüde düştüğünü fark ettim. Uzman yardıması doktoru aradım, o da geç saatte rahatsız ettiğim için söylendi. 406
Kelin llao Olsa... "Kortizon vermezsek," dedim. "Bayan Smith ölebilir.' "Pek!la, bana bu konuda bilgi verme, kortizon verirsen de ilaç çizelgesine bir şey yazma," dedi. Tabii ki ben titreye titreye gayri meşru ve de kayıt dışı iğ­ neyi yaptıktan dakikalar sonra hastanın tansiyonu yükseldi ve hastanın bütün hayati fonksiyonları çarpıcı biçimde düzeldi. Ertesi sabah şef koğuşta teftişe çıkh. Bayan Smith'in yata­ ğının başucunda dikilip çizelgelerini inceledikten sonra, bana döndü ve şöyle dedi: "Gördün mü Winston, dün o kadar tan­ tana yaphn. Ben sana demedim mi fazla kortizon hastalanın için gereksiz diye." TIBBIN DOLABI BOŞ Yirminci yüzyılın ikinci yansında hp bir ikilemle karşı karşı­ ya kaldı. Daha iyi tedaviler bilim açısından büyük ödüllerle sonuçlanıyordu. İki dünya savaşı arasındaki yıllarda doktor­ ların kullanabileceği tedavi sayısı birkaç düzine iken, Harold Wilson ("[teknolojik] devrimin beyaz ısısı"ru önceden bildi­ ren kişi) iş başına geldiği sıralarda yaklaşık 2.000' i bulmuştu. Ne yazık ki hbbın yeteneği bu ölçekte devam etmedi. Gelişti­ rilen birçok ilaç yukarıda sözü geçen büyük keşiflerin yan ürünleriydi. Bir dereceye kadar dozaj ve özümsemeyle oyna­ ma ve yan etkileri azaltmanın ötesinde, ilaç biliminin bir sü­ reliğine ilave edebileceği sınırlı bir miktar vardı; bunun nede­ ni de, görmüş olduğumuz gibi, büyük keşiflerin genelde bi­ limsel araşhrmayla değil de şans eseri ortaya çıkmasıydı. "Çı­ ğır açan buluşlar" ilan edilmeye devam edildi, bunun nedeni kısmen ilaç sanayinin seri üretimle ortaya çıkardığı ilaç sayı­ sıydı. Amacım hiçbir şekilde sanayiyi eleştirmek değil ki bu sanayi halkın iyi bildiği birkaç istisna dışında, araşhrmalan­ ru ve işini büyük ölçüde, gittikçe yükselen ahlak standartla­ rıyla yürütüyor. Ancak herhangi bir hastalık için ilaç yazma 407
Baş ·Belası Icatlar eğilimi diğer hastalıklar için beklenmeyen yararlı etkiler do­ ğurma olasılıklanru da artırdı. Bununla beraber 1970'lere gelindiğinde, hem yeni ilaç sa­ yısında hem de bu ilaçların genel kullanıma geçme hızların­ da bariz bir azalma göze çarpıyordu. 1940'larda, Poulenc şir­ keti antihistamin klorpromazini sentezledikten aylar sonra, Parisli iki psikiyatrist şizofren hastalarını bu ilaçla tedavi et­ meye başladı. Yirmi yıl sonra artık uzun ve masraflı bir dene­ me ve inceleme süreci olmadan ilaçlan klinik kullanım için pazarlamak mümkün değildi. Politikada böyle radikal bir de­ ğişiklik yapılmasının nedeni büyük ölçüde Thalidomide skandalıydı. 1950'lerin sonlarında ve 1960'ların başlarında sabah bulantısı veya uykusuzluğa karşı, görünüşe göre za­ rarsız bir hap almış olan hamile kadınlar uzuv ve iç organla­ rında ciddi sorunlar olan bebekler doğurdular. Bu nedenle yeni ilaç akışı 1960'ların başlarında yılda yet­ mişken, 1971'e gelindiğinde yılda otuzdan daha aza düştü. Başlarda yaptığımız gibi vücut süreçleri bilgilerimizi esas alarak ilaç tasarlamak için teşebbüslerde bulunuldu ve bun­ ların sonucunda, diğer birçok şey yanında, hepatit B ve HIV kombine ilaç tedavisi de dahil olmak üzere, gerçekten değer­ li aşılar ortaya çıktı. Ancak günümüzde en çok satan ilaçların çoğu bu altın çağın başlangıcında geliştirilen antibiyotik ve il­ tihap ilaçlarının türevleridir. İlaç bilimi, bir dereceye kadar, olası biyolojik yararlarını görmek amaayla milyonlarca kim­ yasal bileşimi elemek için yeni teknolojileri kullanarak, önce­ ki çağların "iç ve gör" yaklaşımına dönmeye başladı. Bu ne­ denle yeni ilaçlan daha akıla tasarlamayı öğrenmeye başla­ mamız nispeten yenidir, X-ışını kristalografisi, nükleer man­ yetik rezonans spektroskobi, moleküler biyoloji ve bağışıklık teknolojilerindeki ilerlemeler bilimin tedavi bilimini geliştir­ mek için uygulanma şekline önemli örneklerdir. 408
Kelin llao Olsa... Tıp mesleği kahramansı Asdepion statüsünü korumak için stratejiler geliştirdi. Misyonunu hastalıkları bilimle yen­ me olarak gören tıp, hastalıklı insanlara çoğunlukla sanki la­ boratuvarda bir sorunmuş gibi yaklaşan yeni bir tür hp ada­ mını teşvik etmeye meyilliydi. "Klinik bilimi" çağında ve üniversitelerin Araştırma Değerlendirme Çalışmalarıyla do­ lup taşhğı bir dönemde, araşhrma tedaviye göre gitgide da­ ha çok önem kazanıyordu. Bu eğilimi ilk eleştirenlerden biri, "teşhis açgözlülüğü günahı" dediği şeye şiddetle karşı çıkan Maurice Pappworth oldu.14 1930'larda Liverpool'da mezun olan Pappworth'a Yahudi olduğu için hiçbir zaman uzman doktor olamayacağı söylenmişti. Orduya girip savaşta yar­ baylığa yükseldikten sonra, Londra' da bir öğretim görevi için başvurdu. Reddedilince özel öğretime döndü, tıp mezunları­ nı zor bir sınav olan Royal College Doktor Üyeliği (MRCP) sı­ navına hazırlamaya başladı. O zaman için bu sınavdan geç­ me oranı yaklaşık %7'ydi, fakat Pappworth'un klinik eğitimi o kadar iyiydi ki başarılı olan adayların %50' sinin ondan ders alınış olmasında şaşılacak bir şey yoktu. 1950 ve 1960'larda Pappworth öğrencilerinin tanık olduk­ larını söyledikleri görünüşe göre etik olmayan deneyler yü­ zünden gitgide daha çok endişelenmeye başlamışh. Etik açı­ dan şüpheli araştırmalardan çok sayıda örnek topladı ve en sonunda bunları Human Guinea Pigs 15 (insan Denekler) adlı kitabında yayımladı. Kitapta toplamda 205 deney anlahlıyor­ du; çocuklar, zihinsel engelliler ve mahkumlar üzerinde yü­ rütülen deney örnekleri bunlara dahildi. Kitapta Britanya'nın önde gelen araştırma hastanelerinden, Royal Postgraduate Tıp Fakültesi bünyesindeki, ilk kalp kataterizasyonları ve ka­ raciğer biyopsilerinden bazılarının yapıldığı Hammersmith Hastanesi bilhassa eleştiriliyordu. Ben de daha sonradan ora­ da araşhrm.ıa olarak çalışmışhm. Kıdemli meslektaşlarım 409
Baş Belası icatlar Pappworth'u öfkeyle kınadılar, egemen çevreler onu tümüy­ le aforoz etti. (Pek gıpta edilmeyen bir rekoru vardı: Eleştiri­ den nefret eden meslektaşlarıyla ters düştüğü için, ancak elli yedi yıl sonra Royal College Doktor Üyeliği seçimine girebil­ di.) Ancak eleştirilerinin çok olumlu bir etkisi oldu; Papp­ worth'un kitabı yayımlandıktan aylar sonra Hammersmith, klinik yönetimini iyileştirmek ve tüm araşhrmalarda hasta­ dan uygun onayın alınmasını sağlamak için mükemmel etik inceleme komiteleri kurdu. Pappworth'un temel argümanı tıbbın aa dindirme görevi­ ni unutuyor olduğuydu. Hiç şüphe yok ki cesurca yaphğı eleştirileri Hammersmith ve başka yerlerde çok yararlı oldu, fakat bu zamanında yapılan düzeltici argümanın bile birta­ kım bedelleri oldu, çünkü daha sonraları Hammersmith'te yapılan araşhrmalar muhtemelen klinik açıdan bir daha o ka­ dar yenilikçi olmadı çünkü odak noktası, etik açıdan bir şekil­ de sorgulanabilir olduğu düşünülen klinik deneylerden çok laboratuvar esaslı araşhrmalara yönelme eğiliminde oldu. Bu hastane temel araşhrmalar açısından halen çok önemli bir merkezdir, ama bu daha nadir faaliyetin her zaman çabucak birçok hastanın yararına dönüşüp dönüşmediği belki de tar­ hşmalıdır. Pappworth' a göre, doktorların araşhrmalara körü körüne bağlılıklarının korkunç bir örneği 1932 ve 1972 yılları arasın­ da yapılan, kötü şöhretli Tuskegee Çalışması'ydı. Birleşik Devletler'de yapılan bu deneylerde kontrol olarak kullanılan, temel sosyal haklardan yoksun siyah erkekler frengi tedavi­ sinden (penisilin) mahrum bırakılmakla kalmadı, kendilerin­ de hastalık olduğu bilgisi bile verilmedi. Bu adamların çoğu boşu boşuna öldü ve çoğunun eşleri veya partnerleri de has­ talığa yakalandı. Bilgi gizlenmesi sonucunda, bazı çocuklar­ da doğuştan frengi görüldü ve hayatta kalanlar da ömür bo­ yu sakat kaldılar. 410
Kelin Uaa Olsa... 1970 ve 1980'lerde yavaş yavaş klinik biliminin her zaman kendinden bekleneni yapmadığı açığa çıkmaya başladı. Bri­ tanya' da klinik bilimi için milli yol gösterici, 1970' de majeste­ leri kraliçe tarafından tantanayla açılan, Northwick Park'taki masraflı Klinik Araştırmalar Enstitüsü oldu. Maalesef yalnız­ ca on altı yıl sonra,16 Müdür Sir Christopher Booth "psikiyat­ ri, dermatoloji, alerjik astım, anestezi ve bulaşıa hastalık" araştırmalarındaki ünlerini öven bir makale yayımladıktan sadece birkaç ay sonra1' kapatıldı. Kaçınılmaz olarak, tıbbın bazı dalları gelişmekte olan tıp teknolojisinden gerçek bir itki kazandı. Birçok harika iş yapıl­ dı ve halen yapılıyor. Örneğin artık erken doğan bebekler için hayati bir fonksiyonu yerine getirmesi amacıyla tasarlanmış muazzam bir monitör, kuvöz, gelişmiş solunum aygıtları ve sensör düzeni var. Günümüzde 500 gramın biraz altında olan minicik bir bebeğin yaşama şansı az da olsa var, ben kadın­ doğum ihtisasımı yaparken bu mümkün değildi. Ancak bu çocukların yaşam kalitesi, eğer hayatta kalır ve çocukluğa adım atarlarsa (çoğunda beyin hasarı oluyor) çoğu zaman tartışmalı bir mesele. Yirmi altı haftadan önce doğan bebek­ lerin yalnızca %20'sinin -bu sıralarda genelde 500 gramdan fazla oluyorlar- uzun dönemli sağlık sorunları olmuyor ve hayatta kalan bu bebeklerin en az yarısında önemli veya cid­ di sakatlık kalıyor. Bununla beraber tıbbi uygulamanın diğer bazı bölgelerin­ de, teknolojiye yoğunlaşmanın sonuçlan daha az barizdir. Çoğumuz hastanenin tedavi edemediği bir hastalıktan hasta­ nelerde hayatımızı kaybedeceğiz; keskin tungsten şeritli lam­ balar altında, sonda, damlalık seti ve bip bip sesi çıkaran ma­ kinelerle kuşatılmış ve bunlara rahatsız bir şekilde bağlanmış halde, bir de hastanede ortaya çıkan bakteriler yüzünden öl­ me riski mevcutken. Bu insanlık dışı, kişiliksiz, onursuz ve 411
Baş Belası icatlar berbat bir son. Bu Shostakovich'in kendi ölümünü tasvir etti­ ği son senfonisinin final bölümünde betimlenen rahatsız edi­ ci bir açmazdır. Aynca bu tarz ölümcül hastalık bakımı son derece pahalı. 1976 itibariyle Birleşik Devletler'deki tüm tıbbi masrafların yaklaşık yansı ömürlerinin son altmış gününü yaşayan has­ taların bakımına aitti. Hiç şüphe yok ki hızlı müdahale belki de kardiyopulmener resüsitasyon ve yoğun bakımla birlikte, kan pıhtılaşmasından sonra birçok insanın hayatını kurtar­ mıştır; fakat bu aynı zamanda tüm kalp krizi ve inme hasta­ larını yoğun bakım ünitelerinin insanı sersemleten ortamına yerleştirmenin yaygın bir uygulama olduğu anlamına da ge­ lir ki buralarda bazen ilgili teknoloji gereksiz yere müdahale­ cidir ve iyileşmelerine yardımcı olmayabilir, hatta ara sıra da güçleştirebilir. Amerika'da yoğun bakım ünitelerinde yatmış ağır kanser hastası 150 kişi üzerinde yapılan bir çalışma, bu­ radan çıkan hastaların dörtte üçünden fazlasının taburcu ol­ duktan sonra üç ay içinde öldüklerini göstermiştir. Tabii ki hastalar ve sevdikleri için zaman kazanmak son derece de­ ğerli olabilir ama yoğun bakım ünitelerinin bu amaçla kulla­ nılması sorgulanabilir. Böyle önemli ve reklamı iyi yapılan ilerlemeler kaydeden · tıp bir şeyler yapma ve yaparken görülme mecburiyetinden mustarip gibidir. Bu eğilim tıbbi bakımın büyük oranda si­ gorta sistemiyle karşılandığı Amerika' da özellikle belirgin­ dir. Bir hastayı yalnızca biraz dinlenmesi uyarısıyla gönder­ mek hastanın yaptığı yatırıma karşılık adil bir geri dönüş gi­ bi görünmeyebilir: Bu nedenle gitgide karmaşıklaşan ve pa­ halılaşan hastanelerde yığınla test, tarama ve tartışmalı teda­ viler sunulmaktadır. Tartışmalı Limits to Medicine (Tıbbın Sınırları) adlı kitabın­ da Amerikalı filozof Ivan Illich 1934 tarihinde yapılan, New 412
Kelin tlaa Olsa... York'taki devlet okullarına giden on bir yaşındaki 1 .000 öğ­ rencinin muayene edildiği bir çalışmadan bahseder.18 Öğren­ cilerin yansından fazlasının (610) bademcikleri alınmıştır. Kalan %39 bir grup doktor tarafından muayene edilir, dok­ torlar %45'ini bademcik ameliyatı yapılması için ayınr. Ame­ liyat yapılmayacaklann %55'i de çiçeği bumunda bir grup doktor tarafından muayene edilir ve onlar da %46' sını ameli­ yat yapılması için ayınr. Deney böylece devam eder gider ta ki en sonunda neredeyse bütün çocuklara ameliyat tavsiye edilene kadar. Bu arada, deney bağımsız bir klinikte yapıldığı için ameliyat isteğinin arkasında finansal etmenler olamazdı. Peki, ne vardı? Illich bunun muktedir görülme arzusu oldu­ ğunu öne sürdü. Illich tıp mesleğine öylesine düşmandı ki yüz kanserini te­ davi ettirmedi ve en sonunda hayatını kaybetti. Alıntılar sun­ duğu çalışmalan seçerken de büyük olasılıkla önyargılı dav­ ranmıştı. Ancak demek istediği tümden göz ardı edilemez. Ona göre tıbbın en büyük suçu insanoğluna kendi ölümlülü­ ğünden kaçmayı öğretmesiydi. Doktorlann beden üzerinde sınırsız güç iddia ederek bizi ruhsal açıdan hasta ettiğini öne sürdü. Gereksiz bademcik ameliyatıyla ilgili eleştirileri ak­ lımdan çıkmıyor. Bu tarz şeylerin yalnızca her şeyin aşın tıb­ bileştirildiği Birleşik Devletler' de olabileceğini iddia ederek göz ardı edebilecek olmamıza rağmen, cerrahlık eğitimimin ilk yıllannda, ayakta tedavi bölümündeki (genellikle başka bir doktorun yaptığı) gelişigüzel muayene ve incelemeden sonralOO'e yakın küçük çocukta bademcik ameliyatı yapmış olduğumu unutamam. Artık bu ameliyatlann bir kısmının hatta çoğunun tamamen gereksiz olduğundan neredeyse eminim. O zamanlar "ruhsal açıdan hasta" olduğumu sanmı­ yorum, ancak şimdi küçük hastalanmın moda kurbaru ol­ duklannı düşünüyorum. Kuşkusuz bu bademcik arneliyatla413
Baş Belası icatlar n büyük oranda, tekrarlayan boğaz ağrılarını tedavi etmenin başka bir yolunu düşünemediğimizden ve muhtemelen mü­ dahale dışında sunabileceğimiz başka bir şeyler olmadığını kabul etmek istemediğimizden yapılıyor. Bu çocukların anne babalarına, çocuklarının tedavi olmadan da tümüyle iyileşe­ bileceklerini söylemeye daha hazırlıklı olmalıydık. Daha "gelişmiş" toplumlarda yaşayan birçoğumuz fizik­ sel mükemmellik gibi beyhude bir takıntıyla gitgide daha çok baştan çıkıyoruz. Ulusal Sağlık Hizmetleri'nde halkın yararı­ na hizmet etmesi için halk fonlarıyla eğitim gören bazı dok­ torlar, kabarık bir banka hesabı olanlara güzellik vaadinde bulunan kazançlı güzellik ve kozmetik cerrahi endüstrisine çekiliyorlar. Ücret karşılığında artık yaşlanma belirtilerinden kurtulabilir veya (gözlük takmaktansa) görüşünüzü keskin­ leştirebilirsiniz; karnınız veya uyluklarınızdan yağ aldırabi­ lir, dudaklarınızı dolgunlaştırtabilir, kelleşen kafanıza kalıcı olarak sahici gibi görünen saç ektirebilirsiniz. Ancak sanki kaderin garip bir cilvesi gibi, sunulan tedaviler nadiren mü­ kemmel; tanıdıklarınızdan kimlerin estetik ameliyat geçirdi­ ğini neredeyse her zaman anlayabilirsiniz. Korkarım benim alanım olan üreme ve kısırlık tıbbı bu açı­ dan çok kötü. Kısırlık bazı insanlarda hakikaten yıkıcı bir üzüntüye sebep oluyor. Birkaç tane jinekolojik kanser kliniği­ ni yönetmiş biri olarak, kısırlık kliniklerine gelenlerin yaşadı­ ğı sıkıntı ve aanın genelde çok daha derin ve yıpratıcı oldu­ ğunu söyleyebilirim. Bunun nedenleri karmaşıktır, fakat kan­ ser hastalarım her zaman iyileşeceklerine inanma eğilimin­ deydi; birçok kısır insan ise hiçbir umutlan olmadığını hisse­ diyordu. Kısır çiftlerin önemli bir bölümü o kadar kötü etki­ leniyorlar ki işe gitme, sosyalleşme, sevişme isteklerini kay­ bediyor ve gitgide daha çok bunalıma girerek, etraflarındaki insanlardan uzaklaşıyorlar. Birçok kısır kadın ve erkek o ka414
Kelin llaa Olsa... dar çok aa çekiyor ki ne kadar beyhude olursa olsun, çocuk sahibi olmak için çalmadık kapı bırakmıyorlar. Tüp bebek harika bir icathr ve bu işlem sayesinde dünya­ ya normalde gelmesi mümkün olmayan yaklaşık bir milyon bebek gelmiştir. Ancak tüp bebek doğumu benim tıbbi uygu­ lamanın belirsizliği hakkındaki endişeme uç bir örnek olarak verilebilir. Kısırlıktan şikayetçi insanlar arhk tüp bebek kli­ niklerinde kuyruk olabiliyor ve klinik geçmişleri hakkında çok sınırlı bir görüşme ve gayet baştan savma bir fiziksel mu­ ayeneden sonra, mekanik olarak birkaç temel testten geçirili­ yorlar: Kısırlığın altında yatan nedeni teşhis etmek için değil de tüp bebek uygulamasına uygun olup olmadıklarını bazı sınırlı yönlerden değerlendirmek için. Londra' daki ünlü bir üniversite hastanesinde çalışan bir uzman doktor tüp bebek amacıyla kliniğine gelmiş kısır kadınları muayene etmenin bir anlamı olmadığını, çünkü onlara tüp bebek teklif edilece­ ğini açıkça itiraf etmiştir. Can sıkıcı bulduğum şey ise bunla­ rı gururla dile getirmiş olmasıdır; sonuçta, bu iş para getiri­ yor! Fakat kısırlık bir hastalık değildir; sadece yolunda gitme­ yen bir şeylerin belirtisidir. Siz veya ben göğsümüzde ağrı şi­ kayetiyle doktora gitsek ve baypas ameliyatı olmak istesek doktor bize gülerdi. Göğüs ağrısı anjin yüzünden olabilir ve dolayısıyla kalp hastalığının belirtisi olabilir ancak aynı şekil­ de zatürree de olabilir; bu durumda muhtemelen ihtiyacımız olan bir antibiyotiktir. Aynı şekilde göğüs ağrısının nedeni sindirim güçlüğü de olabilir, bu durumda da bir mide asidi giderici işimizi görür. Safrakesesi taşından da kaynaklanabi­ lir, o zaman da safra kesesinin alınması önerilebilir. Veya ağ­ rının nedeni kırık bir kaburga kemiği, vira! bir enfeksiyon, omurga hastalıkları, kalbin etrafındaki dokuların iltihaplan­ ması, akciğer kanseri veya bir uçuk olabilir. Çoğu kez ağrı göğsün berelenrnesinden de kaynaklanabilir. 415
Baş Belası lcatlar Fakat bir tüp bebek kliniğinde bir tüp bebek isteyen bir hasta hemen hemen kesinlikle bunu alacakb.r, sadece ve sade­ ce bunu: tüp bebeği. Ve bu tedavi hamilelikle sonuçlanmazsa hemen hemen kesin olarak başka bir tüp bebek denemesi da­ ha teklif edilecektir ve aynı sonuç tekrarlansa dahi, o ve part­ nerinin neden çocuk sahibi olamadıkları büyük ihtimalle halen tümüyle karanlıkta kalacakhr. Birçok hasta açısından da kısırlığın nedeninin belirlenememesi sorunun en bunalho yönlerinden biridir. Tüp bebek üzerinde bu kadar yoğunlaşılmasının daha bü­ yük sonuçlan var. Bu durum üreme hbbında uzmanlaşan bir­ çok doktorun iyi eğitim almadığı anlamına geliyor, çünkü tüp bebek aşina oldukları ve gerçekten anladıkları tek tedavi biçimi. Aynca Britanya' da bu alanda iyi araşhrma kıtlığı ol­ duğu anlamına da geliyor. Kısa süre önce Britanya'da bu uz­ manlık dalında üst düzey akademik görevlere birilerini bul­ mak zordu çünkü çok az iyi aday yetişiyordu. Ne var ki baş­ ka bir mesele daha var: Bu mesele bence gelişmiş ülkelerde tüp bebeğin hbbi uygulamada giderek artan vakaların bir ör­ neği olmasının nedenidir. Maalesef tüp bebek ilk kez uygu­ lanmaya başlandığında, kısırlık ciddi bir klinik problem ola­ rak tanınmıyor ve nispeten az finanse ediliyordu. Böylece tüp bebek uygulamasında yer alan birçok öncü k.Arlı kliniklerde özel uygulamalar yapmaya yöneldi. Günümüzde bu klinikle­ rin çok büyük ciroları var, genelde muazzam k.Arlar elde edi­ yorlar; bazılarının yıllık geliri milyonlarla ölçülüyor. Ulusla­ rarası bir sağlık hizmetleri şirketi kısa süre önce Londra' daki özel bir tüp bebek kliniği için teklif verdi, miktar açıklanma­ dı ki kesinlikle 100 milyon dolardan fazlaydı. Avustralya'da­ ki bir kliniğin de geçen yıl yaklaşık 200 milyon dolara bir sağ­ lık hizmetleri konsorsiyumuna sahldığıru duydum. 416
Kelin llao Olsa ... Devlet Sağlık Hizmetlerinde işlerin daha iyi olduğunu dü­ şünebilirsiniz. Ancak her zaman finansal baskı altında olan NHS de aynı şeyi yapmıştır. Devlet hastanesi tesislerindeki tüp bebek klinikleri NHS "iç pazarında" çalışıyor ve hastane tesisleri onlara hasta gönderen öncelikli sağlık hizmetleri te­ sislerine anlaşma temelinde hizmetlerini satıyorlar. İstenen fiyatlar sunulan hizmetin gerçekte ne kadara mal olduğunun tam bir analizinden çok hastane yöneticilerinin pazarın kaldı­ rabileceğini düşündüğü fiyatlara dayanıyor. Daha açık ifade edecek olursak, özel sektörün NHS'nin bu hizmetleri fiyat­ landırması üzerinde çok etkisi var. Bu da tabii ki birçok NHS tesisinin üreme tıbbından azımsanmayacak karlar elde ettiği anlamına geliyor. Eskiden çalıştığım tesisteki tüp bebek klini­ ğinin, hastane yöneticilerine en az 1-2 milyon sterlinlik gelir sağladığını düşünüyorum. Kuşkusuz bu para herhangi bir kişinin cebine gitmiyor; övgüye değer bir biçimde, birçok hastalıktan mustarip NHS hastalannın ihtiyaçlanru karşıla­ mak için kullanılıyor. Ancak bu rakamlar Devlet Sağlık Hiz­ metleri bünyesinde kapsamlı, doğru bir muhasebe sistemi te­ sis edememiş olmamazın bir işaretidir. NHS son derece paha­ lı olsa da birçok tıbbi ve cerrahi alandaki farklı tedavilerin gerçekte ne kadara mal olduğunu halen bilmiyoruz. Özel sektörde, hastaların azımsanmayacak ücretleri öde­ meye hazır olmalan ile çaresizlikleri çok sağlıksız bir bileşim oluşturuyor. Maalesef bu bağımsız kliniklere giden birçok kı­ sır kadın -bu meseleyi her gün bana gelen çok sayıda e-pos­ tadan biliyorum- başan ihtimali neredeyse sıfır olsa dahi, tüp bebek uygulamasına ikna edilmeye ya da kendilerini ikna et­ meye dünden hazırlar. Bu durum, her ne kadar göze öyle gö­ rünse de, genellikle doktorların kötü niyetli sömürülerinden kaynaklanmıyor. Ancak etkisi aynı. Bu umutsuz tedavileri yapan pratisyen doktorlar muhtemelen muazzam bir vurgun 417
Baş Belası icatlar yapmaya çalışmıyorlar, aslında ihtiyaçları yok, çünkü yete­ rince zenginler; çalışhklan yerlerde bekleme odaları dolup taşıyor. Hayır; bu hastaların geri çevrilmemelerinin nedeni doktorun yetersiz olduğunu ve klinik başarı sağlayamadığını kabul etmesinin çok zor olması. Öyle ki "umut vermek" için tedavi sunulur.19 Şok edici olansa, bu hastalara "umut verir­ ken" mesleğimin kendisine "umut vermesinin" gerekli oldu­ ğunu duyumsamasıdır. Tıbbi bakım sistemimiz yenilmezlik hislerimizi güçlendirmemize katkıda bulunmuştur ve hasta­ nın olduğu kadar doktorun da başarısızlığı kabullenmesi ay­ nı şekilde zor hale geliyor. Belirtmiş olduğum gibi, tüp bebek tedavisi uç ama çok şey anlatan bir örnektir. Bu "iyileştirici" uygulamaların gitgide yaygınlaşması nedeniyle, her şeyin bir çözümü olduğuna ve­ ya olması gerektiğine, hiçbir şeyi sineye çekmek zorunda ol­ madığımıza inanmaya başladık. Bu bizi gerçeklikten yalıhr. Eğer beyaz önlüklü sihirbazların her kusur ve felaketi gider­ diği bir hayal dünyasında yaşarsak, kronik ağrı veya ölümcül derecede hasta çocuklar gibi çözümsüz, kaçınılmaz, yaygın görülen zorlukların nasıl üstesinden gelebiliriz? Doğa ve do­ ğanın değişmez zaruretleri karşısında bizi daha cesur ve güç­ lü kılmaktan uzak olan hp bizi daha korkak yapmışhr. Ve hiçbir şey de bizi hp mesleğinin şu anki tedavi etmekten çok müdahale etmek takınhsından daha çok korkutmuyor. KLiNiK DENETİMİ Ne gariptir ki sağlık hizmetlerinin kaynaklan kötü yönetildi­ ği halde, bürokrasi ve detaycı yönetim giderek NHS'nin ver­ diği tıbbi bakım hizmetlerinin giderek karmaşıklaşan yasal düzenlemeler yüzünden aksamasına yol açmışhr. Bu mesele­ yi Profesör Raymond Tallis, Hippocratic Oaths (Hipokrat Ye­ minleri) kitabında zekice açımlamışhr.20 Bu mevzuahn bir 418
Kelin llaa Olsa... kısmı; birçok yaşlı hastasına ölümcül iğneler yapan pratisyen doktor Harold Shipman'ın işlediği toplu cinayetler, Alder Hey "skandalı" ile Bristol'daki Kraliyet Hastanesi'nde kalp ameliyatı olan küçük çocukların ölüm oranlarını "gizleme" çabalarına karşı politikacıların verdiği tepki sonucu ortaya çıkmıştır.21 Manchester'daki Alder Hay Hastanesi'nde ölüm nedenini belirlemek için bebekler üzerinde birtakım otopsiler yapılmıştı. Ne yazık ki otopsi yapılan organlardan çoğu, ör­ neğin beyin, kalp, karaciğer ve böbrekler yakınlarına haber verilmeden ve dolayısıyla izinleri alınmadan daha fazla pato­ lojik inceleme yapılması amaayla alıkonulmuştu. Bu da bazı definlerin, ailelerin gözbebeği çocuklarının organlarının ek­ sik olduğunu bilmeden yapıldığı anlamına geliyordu. Açıkçası otopsi için gerekli izni almayan bu patologların davranışlarını hoş görmüyorum, aynı şekilde elbette Dr. Shipman'ın şok edici suçlarını da. Gel gör ki hükümetin tep­ kisi orantısız olduğu kadar, aceleyle ve düşüncesizce verilmiş gibi görünüyordu. Artık genelde gereksiz yere bürokratik olan hantal bir klinik denetimimiz var. Bu da doktor ve hem­ şirelerin doldurması ger..!ken kağıt yığınını büyük ölçüde ar­ bnyor ve onların hastalara ayırdıkları zamandan çalarak, ge­ nelde iyi tıbba ket vuran bir dengesizlik yaratıyor. Devlet Sağlık Hizmetleri bürokrasisinin bir meseleyi ele alma şekline eskiden çalıştığım bir hastaneden örnek verebi­ lirim. Hastanedeki en seçkin cerrah olan tanınmış bir hekime, doğurganlık çağındaki bir kadın karın bölgesinde giderek şiddetlenen, normal yaşamını, hatta doğru dürüst uyumasını bile engelleyen bir ağrı yüzünden başvurmuştu. Tetkikler so­ nucunda birçok kan damarıyla alakalı iyi huylu bir tümör ol­ duğu ortaya çıktı; çeşitli testler, kanser olmamasına rağmen, cerrahi müdahalenin kadının semptomlarını tedavi etmenin tek yol olduğunu doğruladı. Fakat cerrah ameliyatın tehlike­ li olacağını fark etti. Tümör birçok hayati yapıya yakın bir 419
Baş Belası lcatlar bölgede gelişmişti ve etrafındaki büyük kan damarlan ciddi bir tehlike arz ediyordu. Cerrah durumu hastaya ve kocasına açıkça anlattı. Ameli­ yat önemli anatomik yapılan tehlikeye atıyordu ve kan da­ marlan kapatılamazsa ölümcül bir kanama riski de vardı. Doktor aslında bu ameliyahn az çok deneysel olduğunu ve ameliyata başlamadan durumu nasıl ele alacağını ve tümö­ rün etrafındaki dokulan tam olarak nasıl halledeceğini kesti­ remediğini söyledi. Ancak tümörün alınmasının, kadının ağ­ rılardan kurtulup normal bir yaşam sürmesini sağlama olası­ lığının çok yüksek olduğuna inanıyordu. Meseleyi hasta ve kocasıyla dikkatle, birçok defa görüştüler ve kan koca ikisi de riskin bilincinde olarak, deneme niteliğindeki karın ameliya­ hna zorlanmadan onay verdiler. Birkaç gün sonra karın ameliyatı yapıldı ve tümör hasta­ nın hayati organlarına hiç zarar vermeden çıkanldı. Maalesef kanama başladı ve o kadar fazla ve hızlıydı ki bu cesur kadın hayatını kaybetti. Vicdanlı hekim hastanın ölümü karşısında yıkıldı fakat doğru karan almış olduğunu hissediyordu. Ka­ dırun kocası son derece destekleyici davrandı; gerçekten de meslektaşım cerraha gösterdiği özen ve verdiği bilgilerin ni­ teliği nedeniyle çokça teşekkür etti. İronik bir biçimde, eşinin kaybı yüzünden derin bir üzüntü içinde olmasına rağmen, doktoru teselli etmeye çalıştı. Hastanın ölümünden bir gün sonra meslektaşım yeni NHS klinik denetim prosedürleriyle belirlenmiş bir makam olan Tıp Direktörlüğü'ne çağrıldı. Tıp Direktörü vakarun yö­ netilme biçimini eleştirdi. Hiç cerrahi tecrübesi olmamasına rağmen (aslında bütün tıp deneyimi haftada iki klinikle sınır­ lıydı) cerraha ihmalkAr davrandığı izlenimini uyandırdığını söyledi ve onu görevden uzaklaştırdı. Standart NHS denetim prosedürüne göre, cerrahın adına konuşacak yasal temsilciyi 420
Kelin llao Olsa... dinlemeden derhal görevden uzaklaşhnlmasında ısrar edebi­ lirdi. Benim edindiğim tecrübeye göre, bazen NHS'nin geli­ şen bürokrasisini destekleyen görevlere getirilen profesyo­ neller işleri prosedürü takip etmek olan ve iyi hbbın ve özel­ likle de iyi cerrahinin bazen en iyi tedavileri başarmak için doğaçlama yapan yetenekli insanları gerektirdiğini görünü­ şünü her zaman takdir etmeyebilen kişiler. Günümüzde olsa, Florey ve Chain'in içinde penisilin tuzu olan idrarla dolu la­ zımlık kullanmasına modem NHS' de müsamaha edilmeye­ cek olması enteresandır. Kocanın ve birçok tecrübeli uzman hekimin sürekli itiraz­ larını dile getirmeleri sonucunda bu cerrah görevine iade edildi. Fakat bu iyi ve özenli cerrah bu işten çok zarar gör­ müştü ve bu hastanedeki endişeli meslektaşların cerrahiyi sa­ vunmacı bir şekilde yönetmesi daha sonra hasta bakımını ve­ ya cerrahi teknikleri iyileştirme hususunda kesinlikle yararlı olmadı. ÖNLEM: SON SICINAK Bir gün televizyonda şöyle bir haber izledim: Beş yaşında, ki­ losu da gayet makul 21 kg olan küçük bir erkek çocuğun an­ nesi, yerel sağlık yetkilisinden yakın zamanda yapılan bir ta­ rama programı sırasında bu çocuğun kilosunun kendi yaş grubu ve boyuna göre olması gerekenden 500 gr fazla bulun­ duğunu bildiren bir yazı almış. Bu yazıda bu durumda çocu­ ğun ileride diyabet ve kanser hastası olma riski bulunduğu yazılıymış. Son aylarda birçok benzer öykü haber oldu. Konseyin biri seyyar burger ve kebap sahalarını, eğer normalde yağ ağır­ lıklı menülerine en az bir sağlıklı yemek seçeneği eklemezler­ se, ruhsatlarını iptal etmekle tehdit etti. Başka bir yerde, pata­ tes kızartması lokantalarından, çok delikli tuzlukları yerine, 421
Baş Belası icatlar tansiyonu yükselten bu baharattan müşterilerin az bir miktar almalarını sağlayacak standart bir sağlığa yararlı gereç kul­ lanmaları istendi. Bazı medya kesimleri bu öyküleri çok bü­ yütür, bunlarda Büyük Birader'in müdahaleci parmaklarını görür ki bu, günlük yaşamın ufak aynnhlan üzerinde devlet kontrolüne yönelik yeni bir tehlikeli eğilimdir. Aslında halk sağlığı çok uzun zamandır yönetimleri ilgilendiriyor: On do­ kuzuncu yüzyılda şehirlerin iç kısımlarındaki pis yaşam ko­ şullan kanalizasyonların yapılmasına yol açh; yirminci yüz­ yılda iki dünya savaşında silah alhna alınanların sağlık du­ rumlarının kötülüğü hükümetleri sağlık hizmetlerinde daha büyük bir rol oynaması gerektiğine ikna etti. Tartışmalı da ol­ sa, herhangi bir toplumda yaşamak bir haklar ve sorumluluk­ lar karışımıdır ve Birleşik Krallık vatandaşlan olarak tadını çıkardığımız bedava sağlık hizmetleri ancak hepimiz sıhhati­ mizle ilgili biraz sorumluluk alırsak devam edebilir. Ancak bu konseyler tek başlarına hareket etmiyor: İlk baş­ ta doktorların oluşturduğu rehberleri temel alarak tebliğ ya­ pıyorlar. Tıbbi araşhrmalar sonucu insanlara kilo vermeleri, yağlı yiyecekleri kesmeleri veya tuzu azaltmaları tavsiye edi­ liyor ki bu hbbi araşhrmalar obezite ve bazı kanser türleri ve­ ya inme arasında bir bağlanh kurmuştur. Bu aşikar bir nokta gibi görünebilir ama Hipokrat veya Razi gibi insanlar bunla­ rı duymuş olsa muhtemelen hayret ederlerdi. Ne zamandan bu yana doktorların hastaları tedavi etmek yerine, sağlıklı in­ sanlara neler yapacaklanru söylediklerini bilmek isteyebilir­ lerdi. Belki de, 1976'da Birmingham Üniversitesi'nden Profesör Thomas McKeown son 100 yılda insan sağlığında kaydedilen muazzam iyileşmenin, hp bilimindeki ilerlemeden çok sosyal şartların iyileşmesinden kaynaklandığını iddia ettiğinden bu yanadır.22 Bu fikir sağlık hizmetleri masrafları için gitgide da422
Kelin İlao Olsa... ha çok fatura ödeyen Batılı devletlerde popüler hale geldi. Tedaviden ziyade önleme ağırlık ver. Bu düşünce şekline gô­ re sağlık masrafları azalır. Aradan pek de uzun süre geçme­ den, birçok kanserin, başka şeylerin yanı sıra yeme alışkan­ lıkları ve çevreyle direkt bağlantılı olduğunu öne süren iki büyük çalışma ortaya çıktı. İlk Birmingham raporu gibi, bu iki çalışma da biraz hatalıydı; ancak hepsi birlikte, tıbbın has­ taların yanı sıra sağlıklı insanların davranışlanru da etkileye­ bildiği ve insanların yedikleri yemekte, soluduk.lan havada ve sürdürmekten başka pek seçeneklerinin olmadığı yaşam tarzlarında dört bir yandan pusuda bekleyen, görünmeyen tehditlerle karşı karşıya olduklarını tasavvur ettikleri bir or­ tam yarattı. Birmingham çalışması kısmen hatalıydı, çünkü temel öl­ çüt olarak tüberküloz istatistiklerini almıştı. Tüberküloz va­ kalanrun 1838 ve 1945 arasında yani tedavinin ortaya çıkma­ sından önce daha keskin bir şekilde azaldığı not düşülerek yaşam standartlarının bu iyileşmede ilaçlardan daha büyük bir rolü olduğu sonucuna varıldı. Yaşam standartlarının ke­ sinlikle bir rolü vardı; ancak hastalığa yakalanmış olanları enfeksiyon süreçlerinin tıbbi açıdan anlaşılmasıyla ortaya çı­ kan bir yenilikle sanatoryumlarda izole etmek de aynı şekil­ de etkiliydi. Kanserlerin 370'ini beslenmeye bağlayan çalışmayı Ox­ ford Üniversitesi'nde seçkin bir tıp profesörü olan Sir Ric­ hard Doll yapmıştı.23 Bulguları iki bilimcinin bulgularından etkilenmişti: tıki 1950'lerde sigarayla kanser arasındaki bağ­ lantıyı kesin olarak kanıtlayan, sabık iş arkadaşı Sir Austin Bradford Hill ve ikincisi de kalp hastalıklarının artmasının beslenmedeki yağ miktarıyla ilişkili olduğu sonucuna varan, Minnesota Üniversitesi'nden Ancel Keys'di.24 Bu ikinci teori aslında 1957' de ilk ortaya atıldığında reddedilmişti: Ameri423
Baş Belası icatlar kan Tıp Kurumu gibi seçkin kurumlar yiyecek tüketim kalıp­ lan dengeli olduğu halde, hastalanan insan sayısının sabit bi­ çimde artıyor gibi göründüğüne dikkat çekti . Dahası çoğu kalpte veya atardamarlarda kan pıhtılaşması vakasında ölümcül öğenin atardamarların kolesterolle kaplanması de­ ğil, kan pıhtısı olduğunu da ileri sürdüler. Bununla birlikte Keys'in teorisi altmışlarda ana akım haline geldi, çünkü pıh­ tılaşma ilaçlan her zaman işe yaramıyordu ve başka güveni­ lir alternatifler de olmayınca onun teorisi ayakta kaldı. Biri Birleşik Devletler'de, diğeri dört Avrupa ülkesinde yapılan iki büyük çalışma da insanlar davranış kalıplarını de­ ğiştirip, yağlı yiyeceklerden sakındığı ve ılımlı egzersiz yap­ tıklarında kalp hastalıkları oranında ufak düşüşler olduğunu gösterdi.25 Özet olarak, değişiklik yapmayan her bin kişiden kırk biri kan pıhtılaşmasından öldü. Yağsız, dünya nimetle­ rinden elini eteğini çekmiş bir yaşam tarzını benimseyenler­ de rakam binde kırktı. Makul görünüyor gerçekten. İnsan vü­ cudu iklim ve beslenmede çok büyük değişikliklere dayana­ bilecek yapıdadır. İnsanlar Kuzey Kutbu'ndan Gobi Çölü'ne kadar her ortamda hayatta kalır ve yaşamaya devam ederler, bu nedenle beslenmede görülen ufak tefek değişikliklerin, ör­ neğin son elli yıldır Batı'da görülen değişiklikler gibi kalp hastalıkları ve kanser gibi belli başı ölümcül hastalıklardan sorumlu olması mümkün değildir. Gelgelelim kalp hastalıkları ile beslenme arasındaki bağ­ lantı halkın imgelemine işlenmişti. Medya bombardımanı po­ püler kalp krizi dehşetini ve damar sorunlarının beslenmey­ le önlenebileceğine dair yaygın inana sağlamlaştırdı. Yemek bir tehdit haline geldi, doktorların insanlara ne yemeleri ge­ rektiğini söylemek gibi bir görevleri oldu ve bu iki algı Sir Richard Doll'un kanser çalışmasına da taşındı. 424
Kelin tlaa Olsa... Bu raporun da bazı kusurları vardı. Batı' daki beslenme ve hastalık kalıplarının Hindistan' dakilerle karşılaştırıldığı bu çalışmada, Batı' daki belirli kanser türlerinin yaygın olarak görülmesinde et ve süt ürünlerinin bir rol oynaması gerekti­ ği sonucuna varılıyor. Ancak bulgular tutarlı değil. Örneğin Monnonları ve Yedinci Gün Adventistleri'ni ele alalım, ikisi de benzer şekilde dengeli yaşamlar süren Batılı mezhepler ama sadece biri etten uzak duruyor. Eğer etle beslenme kan­ serle bağlantılıysa, Yedinci Gün Adventistlerinde Monnonla­ rınkinden daha düşük oranlar görmeyi bekleriz ama bunu gösteren bir kanıt yok. Görünen o ki "Batılı olmak" et yemek­ ten daha güçlü bir kanser yapıa etki. Buna rağmen, Doll'un çalışması ömrü gitgide artan bir nüfusta kanserle yaş arasın­ daki bağlantıyı göz ardı ettiği için, geniş ölçüde kabul gördü. 2009 yılında en küçük markete bile gitseniz, etkileyici bir "organik" ürünler reyonuyla karşılarsınız. Üçüncü bölümde bahsetmiş olduğum gibi, yiyeceklerimizin saflığının bozul­ duğundan endişelenilmesi buna gerekçe gösterilebilir. Ne var ki bu aşırı da olabilir. insan yapımı böcek ilaçlan korku­ su, günlük beslenmemizde doğal olarak var olan böcek öldü­ rücülerin miktarını ve bunların hangi dereceye kadar kanse­ rojen olabilecekleri olgusunu göz ardı eder. California Üni­ versitesi' nden Dr. Bruce Ames'in tahminine göre, yiyecekle­ rimizde kansere sebep olan maddelerin yaklaşık %99,9'u yi­ yeceğin kendisinden ve sadece %0,0l'i üzerlerine sıkılan maddelerden kaynaklanıyor. Benzer şeyler nükleer santral­ ler, yüksek gerilim hattı direği ve cep telefonu direklerinden çıkan "zararlı" ışınım hakkında da söylenebilir, hiçbiri tehli­ keli iyonlaştırıcı radyasyon değil ki bunun çoğu dünyanın kendisinden çıkıyor zaten. (Maruz kalmamızın başka en ola­ sı tek yolu tekrar tekrar röntgen çektirmek.) 425
Baş Belası icatlar Tıbbın toplumla ilişkisinde, bazı durumlarda görünüşe göre araşhrmaların istikrarsız yorumlamalarına dayanan bir değişiklik meydana geldi. Eskiden biz hastayken doktor tav­ siyesi istiyorduk, oysa arhk bu tavsiye tam da yaşadığımız hayatlara rehberlik etmeye meyilli. Bu nasihatlerin hepsi de aşın değil. Sigaradan uzak durma tavsiyesi yirminci yüzyıl halk sağlığında kaydedilmiş belki de en değerli ilerlemeydi. İkinci Dünya Savaşı'na kadar geniş ölçüde sağlıklı diye rekla­ mı yapılan sigara arhk haklı olarak gerçek bir katil gibi görü­ lüyor (ve bu alanda Richard Doll ile meslektaşları önemli epi­ demiyolojik araşhrma çalışmaları yapmışhr). Aynca doğum öncesi bakım, aşı programlan ve HIV'in yayılmasını önlemek için yapılmış bazı müdahalelerin gayet önemli olduğu da hiç şüphesiz doğrudur. Fakat diğer halk sağlığı kampanyalarının o kadar değerli olup olmadıkları o kadar açık değildir. Örneğin ben bunları yazarken, Royal College Kadın Do­ ğum Uzmanları ve Ebelerinin kıdemli üyeleri tarafından yü­ rütülen ve kısırlık ile kırk yaşından sonra hamile kalan ka­ dınların yüksek risk alhnda olması yüzünden çocuk doğur­ mayı ertelememelerini kadınlara tavsiye eden gülünç bir kampanya vardı. Bu tarz bir tavsiyenin ciddi bir değeri var mı? heri yaşta bebek sahibi olmanın ilave hbbi riski gerçekten çok azdır. Düşük yapma olasılığının daha yüksek olduğu ve bebek açısından risklerin biraz daha arthğı doğrudur, ama ben bu iyi niyetli tavsiyenin olumlu bir etkisinin olup olma­ dığından çok şüpheliyim. Kesinlikle olumsuz bir etkisi var, hali vakti yerinde kadınların doğru erkekle karşılaşana kadar doğurganlıklarını koruma gibi boşuna bir çaba içinde, yu­ murtalarını dondurmak için özel kliniklere akın etmelerinin açıkça göstermiş olduğu gibi. Çok az uzman yumurta don­ durmanın son derece etkisiz ve aynca çok pahalı olduğuna dikkat çekiyor. Aynca çocuk açısından, kırk üç veya kırk dört 426
Kelin llaa Olsa... yaşındaki doğal" bir gebelikten çok daha büyük riskler taşı­ /1 yor olabilir, çünkü fetüsün gelişimi esnasında donma süreci­ nin genlerin /1 açılına" şeklini bozup bozmadığını belirlemek için insanlar veya hayvanlar üzerinde yeterli araşhrma yapıl­ mamışhr. Aynca örneğin halkın onca parasının klamidya taraması­ na harcaması konusunda da şüpheci olmalıyız. Bu mikroor­ ganizma hakikaten çok yaygındır ve cinsel temasla yayılır. Aynca enfekte olmuş bazı (hepsi değil) insanların genital böl­ gesinde az bir iltihaba sebep olabilir. Ancak klamidya enfek­ siyonunun gerçekten kısırlığa sebep olduğuna dair, özellikle fallop borularında bkanmaya yol açan iltihap hakkındaki ka­ nıtlar o kadar iyi değildir. Yılda klamidya taramasına harca­ nan 80 milyon sterlinin üreme fonksiyonunu korumada ya­ rarlı bir rol oynadığını açıkça gösteren bir çalışma benim bil­ diğim kadarıyla yok. Fakat halkın parasını israf etmek dışın­ da bu devlet kampanyasının, kendilerine hastalık bulaşhr­ dıkları için suçlu hisseden ve çocuk sahibi olamamalarına kendi davranışlarının yol açbğına inanan birçok endişeli, kı­ sır kadının öz saygısı üzerinde çok ciddi bir etkisi olmuştur. Obeziteye karşı yürütülen kampanyalar iyi niyetli ama in­ sanların kilo vermelerinde etkili olup olmadıkları veya uzun dönemde halk sağlığını iyileşip iyileştirmedikleri belli değil. Bazı okullarda belirli yiyecekler giderek daha çok sağlıksız olarak etiketlenip yasaklanıyor; sadece okulda satışı değil öğ­ rencilerin okula getirmeleri de yasaklanıyor. Tıbbi tavsiye üzerine, imalatçılar ürettikleri gıdalardan tuz, yağ ve şekeri çıkarıyor ve diğerlerini de balık yağı ve vitaminlerle dolduru­ yorlar. Çoğumuz bir ileri yaş sorunundan dolayı öleceğiz; bu gerçeğe karşın, her hafta birazcık bira veya bir bardak bur­ gonya şarabının sonuçlan hakkında çelişkili iddialarla kuşa­ blmış halde, tükettiğimiz ekmek. tereyağı veya reçelin niceli- 427
Baş Belası icatlar ği ve niteliğini dert ediniyoruz. Her şeyi göze alıp da bir iki kadeh atmak için birahaneye gidecek olursak, doktorların ta­ limatlarıyla kapalı mekanlarda sigara içilmesi yasaklandığı için sigaralarını dışarıda içen bir grubun arasından geçmek zorunda kalabiliriz. Tıp nice savaşı kazanmıştır, en başta ölümcül enfeksiyonlara karşı olan savaşı; bu öyle bir savaş ki son elli yılda ölüm oranlarını düşürmüştür. Ne var ki son kampanyası bir parça tartışmalıdır: hastalan tedavi etmekle ve yaşlılara bakmakla daha az, sağlıklı insanları neredeyse ta­ ciz etmekle daha çok alakalı etkinliği de kanıtlanmamıştır. Eskiden Lord Evans'ın ekibinde öğrenciydim, ki o günler­ de "ekip" değil de "firma" denirdi. Son derece zeki olan Lord Evans müthiş bir teşhis mütehassısı ve kraliçenin doktoruy­ du. Ondan epey korkardık çünkü çok seçkin biriydi ama as­ lında kibar ve anlayışlıydı, en iyi anlamda iyi bir eski moda doktordu. Bir yaz kraliyet ailesinin konuğu olarak Balmo­ ral' da tatil yapıyordu. O yokken, ateşi olan 27 yaşında bir ha­ malı hastaneye kabul ettik. Geçmişini iyice sorguladığımız ve kapsamlı şekilde muayene ettiğimiz halde, adamın neden yüksek ve istikrarsız bir ateşi olduğunu anlayamadık; üç haf­ ta boyunca bilinen her laboratuvar testini hastamızda uygu­ ladık, fakat yine de kesin bir teşhis koyamadık. Olumlu bir sonuç alamayınca, testleri tekrar ettik. Bazı meraklı özenti doktorlar nadir görülen bir kanseri olduğu görüşünü belirtti­ ler, aramızda daha bilgili olanlar lenfoması olduğunu iddia ettiler, komplo teorileriyle ilgilenenler koğuş teftişlerinden önce mahsus sıcak çay içip ateşini çıkararak hasta numarası yaptığını öne sürdüler, bazıları (adam Wapping'in doğusuna hiç gitmemiş olsa da) bunun nadir görülen tropik bir hastalık olduğunu söyledi ve ragbi oyunculan da muhtemelen garip bir zührevi enfeksiyon kaptığını belli belirsiz fısıldadılar ki adam evli değildi ve hiç kimseyle daha önce hiç cinsel ilişki­ ye girmediğini iddia ediyordu. 428
Kelin llaa Olsa... Lord Evans İskoçya'dan döndükten sonraki gün koğuşu­ na ağır ağır yürürken, biz özenli yardımalan da yarını daire halinde girişte ihtiyatla bekliyorduk. Büyük klinik muamma­ dan söz edip hastaya uygun bir teşhis koymakta başarısız ol­ duğumuzu söyledikten sonra, Lord Evans kafasını salladı, hastanın yatağının ucuna doğru dolanıp derece karbru eline aldı ve uzun uzun bakh. En sonunda karakteristik homurtu­ suyla sadece dört kelime söyledi, yüksek sesle ve ağır ağır. "Bu adamın ateşi var," dedi ve kam yatak demirine sağlam bir şekilde astı. Sonra çok yavaş, sessizce yatağın başucuna yürüdü ve hastanın arkasından iki elinin tersini adamın boy­ nuna yerleştirdi. "Bu adamın bezeleri var," dedi. Yatağın ayakucuna doğru acele etmeden yürüdü, arkasını dönerek nefesini tutup bekleşen bizlere baktı. Bir an durdu. Sonra: "Bu adamda beze humması var" diye kati bir dille belirtti ve hiç telaş etmeden diğer yatağın yanına doğru gitti. Horace Evans'la her zaman tarhşabilirdiniz. Tecrübeli uz­ man asistanı bunu kabul etmedi. "Fakat efendim," diye itiraz etti, "Paul Bunnell testini üç kez yaptık ve hepsi de negatif çıktı, kan filmlerinde de devir daim eden mono nükleosid çıkmadı, ki onu da tekrarladık." "Laboratuvar hatalı," dedi Tanrı. "Testleri tekrar yapın.' Ardından kısa bir tartışma yaşandı, ancak kimsede bu hoş fakat görünüşe göre uzun zamandır bu Alemin kralı yaşlı lor­ du alt edecek yürek yoktu. Öyle ki hiç istemeye istemeye baş­ ka bir kan örneği daha aldılar. İki gün sonra test sonucu geldi. Beze humması. Bugüne kadar bunu nasıl becerdiğini anlayabilmiş deği­ lim, boyundaki şiş bezelerin nedeni en az 200 hastalık olabi­ lir ve çoğuna da ateş eşlik eder. Ancak görünen o ki ateş gra­ fiğinin şekli, ateşin çıkma ve düşmesinin kesin yapısı ve boy­ nundaki hafif lastiksi bezelerin nadir görülen katılığı Horace Evans'ın teşhis koymasına yetmişti. 429
Baş Belası icatlar Lord Evans genelde hastalarının ona anlattıklarını zor dinlerdi, ama bu vakada bize hastaya bakmanın değerini gös­ termek istedi. Günümüz doktorlarından birinin bu teşhisi ya­ pabileceğinden gerçekten şüpheliyim, çünkü geleceğin dok­ torlarını eğittiğimiz birçok tıp fakültesinde ve üniversite has­ tanesinde hepsi de "bilimci". Bir meslek olarak gitgide daha çok laboratuvar testlerine ve bilgisayara bel bağlıyoruz, has­ talarımızla gitgide daha az konuşuyoruz ve hastalan muaye­ ne etmeyi veya hissettiklerine anlayış göstermeyi büyük öl­ çüde unuttuk. Tıp o kadar makineleşiyor ki daha önemsiz olan anemnez alma ve son zamanlarda bazı ameliyatları yap­ mak için bile robotları kullanmaya başladık, ki bu bizi tedavi etmemiz gereken insanlardan ayırır ve hem doktor hem de hastayı yabanalaştırma riski vardır. Dürüst olmak gerekirse, gerçek bir değişiklik şimdi mey­ dana geliyor gibi; en azından eğitimde. Birçok tıp fakültesin­ de öğrenciler hastayla iletişimin gerçekten önemli bir anah­ tar, iki yollu süreç olduğunu ve bu iletişimin dinlemeyi ve hastanın tıbbi problemi hakkında nasıl hissettiğini, en yakın­ lan ve sevdikleri üzerindeki etkisini daha iyi anlamayı gerek­ tirdiğini idrak etmeleri hususunda daha aktif olarak teşvik ediliyor. Fakat uzmanlaştıktan sonra, genç doktorlar üzerin­ deki baskı o kadar büyük oluyor ki tıbbi bakımın bu önemli yönü bir yana atılıyor. Devlet Sağlık Hizmetleri denetim sis­ temleri, hedefleri, bürokrasisi, evrak işleri ve sınırlı kadro­ suyla, sağlık hizmetlerinin bu en önemli yönünü kolayca sön­ dürüyor. GENLER, İLAÇLAR VE PARA: KARAR ZAMANI Tıbbın en son odak noktası (çılgınlığı demeye cüret edebilir miyim?) genom. Bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, hasta bir insanın genlerinin nasıl dizildiğinin anlaşılması tedavide 430
Kelin llao Olsa... devrim yapacakmış ve sunabileceklerimizi iyileştirecekmiş gibi bir inanış var. Eğer birazcık şüpheci görünüyorsam, ku­ suruma bakmayın. Bu aşamada halk sağlığını genom bilgisi sayesinde iyileştirme potansiyeli şüphesiz var: Neredeyse ke­ sinlikle bazı kanserlerin tedavisinde yararlı olacaktır ve kişi­ nin veya organizmanın genetik yapısına göre ilaç belirleme­ mizi mümkün kılarak ilaç tedavilerini muhtemelen iyileştire­ bilir. Bazı kalp hastalıklarında, körlüğün bazı türlerinde ve muhtemelen diyabette teşhisi geliştirebilir. Kadın doğum uz­ manlarının, neredeyse kesinlikle genetik hastalıklardan mus­ tarip fetüsleri belirlemelerine katkıda bulunup, bulma ve yok etme görevlerinde yardıma olacaktır. Ancak tıpkı kalp hastalıklarıyla çok yağlı beslenme arasın­ daki farazi bağlar gibi, belirli hastalıklarda ONA' daki varyas­ yonlarla alakalı yüksek risk algılanması nedeniyle davranış­ larda yapılacak değişikliklerin istatiksel olarak geçerli bir fark yaratacağını hiç kimse gösterememiştir. Bu bilginin önemli derecede yararlı olduğu gösterilebilse bile, yaygın öl­ çüde faydalanılabilmesi için genetik hizmetlerine devasa bir yatırım yapılması gerekecek. Merkezi genetik laboratuvarla­ rının tesis edilmesi gerekecek; her patoloji servisinin gen di­ zilimlerini tanımlamak için karmaşık gereçlere ihtiyacı ola­ cak; temel bakımdakiler de dahil olmak üzere, bütün doktor ve hemşirelerin esaslı bir eğitimden geçirilmesi zorunlu hale gelecek; çeşitli testlerin geçerliliğinin karmaşık değerlendir­ melerinin yapılması gerekecek ve karmaşık klinik deneyler zaruri olacak. Ancak hepsinden önemlisi, bilinen herhangi bir devlet hizmetindeki en karmaşık hesaplama sistemi ön şart olacak ve güvenliğinin sağlanması gerekecek. Devlet Sağlık }iizmetlerinin basit bir tıbbi kayıt tutma için mülti mil­ yar sterlinlik sistem tesis etme teşebbüsüyle alakalı şu anki sı­ kıntılar göz önüne alındığında, bu çok güç bir iş olabilir. 431
Baş Belası lcatlar Buna karşın, elbette, insanların gitgide etkinleşen tıptan yararlanmaya devam edeceklerine dair beklentileri de artı­ yor. Fakat NSH'nin hızla artan masrafları konusu yadsınıyor. Bu masrafların düşmesi mümkün değil gibi görünüyor; haki­ katen de, örneğin yaşlı hastaların sayısında, hastanede yatan hastaların masraflarındaki arhşa ve teşhis ve genetik tıbbı gi­ bi alanlardaki potansiyel gelişmelere bakarak tedaviyle ilgili niyetlerimizin sürdürülebilir olup olmadığını sorgulamalı­ yız. Asla yapmadığımız şey ise tıbbi bakımdaki bu iyileştir­ meleri nasıl ödeyeceğimiz hakkında halkla olgun bir şekilde müzakere etmek. Halkın bilgisinin olmadığı konulara bir örnek de ilaç şir­ ketlerinin karşı karşıya kaldığı masraflardır. Büyük ilaç şir­ ketleri genelde basında kötü yer alır ve bir bakarız ki kanser hastalarına verilen yeni ilaçların maliyetleri ivmelenerek artı­ yor, çünkü sağlık sektöründe sınırlı hizmet vermek aleniyet kazanmıştır. Ancak çoğu insanın piyasaya yeni ilaç sürmenin ne kadara mal olduğu hakkında pek bilgisi yok. On yıl gibi süren bir araştırmadan sonra, ki bu belki 5.000 bileşiği tara­ mayı ve katı mevzuatlara göre kapsamlı testler yapmayı içe­ rir, genellikle tek bir ilacı piyasaya sürmek aşağı yukarı beş yüz milyon dolara mal olur. Bir şirketin yeni ilaçlar geliştir­ mesine değecek, fikri haklar olan patent şaşırtıcı derecede kı­ sa dönemler için bahşedilir ve ilaç şirketlerinin patent süresi sona ermeden önce geliştirme masraflarını karşılamasını çok zorlaştırır. Doktorların çoğunluğu gibi ben de NHS'ye inanıyor ve bu sistemin İngiltere' de kurulmuş olmasıyla gurur duyuyorum. Eğer insan hayatını korumanın, ahlaki sistemimizin temel bir ilkesi olduğunu kabul ediyorsak, o zaman özelleştirilmiş tıb­ bın özünde adil olmayabileceği fikri gelir. Herkesin eşit ya­ rarlanabildiği bedava bir sağlık hizmetleri sistemi Britan- 432
Kelin llaa Olsa... ya'run en güçlü hedeflerinden biridir. Ancak kuşkusuz sağlık hizmetleri bedava değildir; masrafları hepimizin katkıda bu­ lunduğu vergi sisteminden karşılanır. Bütün partiler NHS'nin kendilerine ait olduğunu iddia ediyor ve yine hepsi bunu seçmenleri çekmek için kullanıyor. Kuşkusuz inana ne olursa olsun bütün politikacıların sağlık hizmetlerinin herhangi bir partinin oyuncağı olmadığım ve NHS yapı ve politikasının iktidarda kim varsa onun isteğine göre veya politik menfaatlerden ötürü defalarca değiştirilme­ mesi gerektiğini kabul etmesinin zamanı gelmiştir. NHS'nin mevcut yönetim sisteminin dışına çıkarılması ve bütün poli­ tik çıkarların temsil edildiği bir kurum tarafından bağımsız olarak yönetilmesine dair çok güçlü bir görüş ortaya konabi­ lir. Parlamento yapı devrine karar verdiğinde, gereken finan­ sın elde edilebileceği kaynaklar üzerinde biraz mutabakat ge­ rekebilir. NHS'nin bağımsızlaşması aynca muhasebe sistemi­ ni ve yönetimin sürekliliğini de iyileştirebilir. Son yıllardaki sabit ve masraflı yönetim ile yönetici değişiklikleri bu kuru­ ma çok zarar vermiştir ve görünüşe göre Birleşik Krallık'taki sağlık hizmetlerine büyük bir katkısı olmamışhr. Partiler, hastalan karar almaya dahil ederek onları "güç­ lendirmek" istediklerini iddia ediyorlar ama bu belirsiz, iyi niyetli arzu asıl meseleyi gözden kaçırıyor gibi sanki. Belki de tarihimiz hakkında iyice düşünmemiz gerekiyor. Birçok has­ talığı, örneğin -yüz yıl içinde değilse bile altmış yıl içinde te­ mel tedavisi çok az değişen- beze hummasını halen iyileşti­ remediğirnizi kabul etmenin zamanı gelmedi mi? Ve bu şekil­ de, mümkündür ki hastalarımız üzerinde yığınla (giderek kar­ maşıklaşan ve pahalılaşan) testler yaparak, bir çeşit teşhis kutsal kasesinin peşinde koşmaya daha az ve konuşarak ve dinleyerek neler hissettiklerini ve onlara nasıl yardıma olabi­ leceğimizi keşfetmeye daha çok zaman ayırırsak kendilerini daha iyi hissedebilirler. 433
Baş Belası icatlar Öyle görünüyor ki herkes için bedava sağlık hizmetleri sağlamak arzusuna karşın yükselen sağlık masraflarım nasıl dengeleyeceğimiz hususunda politikacılarımızın seve seve bir müzakereye ön ayak olmaları hemen hemen hiç olası de­ ğil. Oysa beklentileri daha iyi yönetmemiz gerekiyorsa hem halka açık hem de halka birlikte daha etkili tartışmalar yapıl­ ması gerekecek. Eğer politikaalar gelecek için gündemi plan­ lamaya hazır değillerse, belki de biz doktorlar hastalarımıza bu önemli alana halkın kahlmasını sağlamayı borçluyuz. 434
On Birinci Bölüm GENETİK: EROTİK SANAT MI YOKSA MÜSTEHCEN BÜYÜ MÜ? Ekvator Afrika' sında dikkate değer özellikleri olan, san çiçekli, kısa bir çalı yetişir. Bu bölgede oturan Fang halkı bu bitkinin kökenlerini anlatır. Efsaneye göre atalan Bitama bir ağaan te­ pesinden meyve toplarken yaratıa Tanrı Zame ona vurur. Bita­ ma yere düşer ve ölür, bunun üzerine tanrısı onun el ve ayak parmaklarını kesip toprağa diker. Bunlar filizlenir ve eboka ça­ lısı haline gelirler. Bitama'nın dul kalan kansı eşini aramaya geldiğinde, Zame ona bitkinin köklerini yemesini emreder. Ka­ dın kökleri yediğinde ölüleri görebilme yeteneği kazanır. Eboka çalısı tüketimi Fang halkı arasında sömürge baskı­ sına tepki olarak ortaya çıkan dini bir hareket olan Bwiti tari­ katının temel bir uygulamasıdır. Bwiti üyeleri atalarıyla dü­ zenli temas kurarak etnik kimliklerini güçlendirirler. Bu te­ mas halüsinojenik ve coşku verici özellikleri olan ebokadan bol miktarda yiyerek gerçekleştirirler. Batılı bilimciler bu çalılıkla uzun zamandır ilgileniyorlar. Aktif bileşeni ibogain ilk olarak 1901'de ayrıştırıldı ve 1930'­ lara gelindiğinde Fransız eczanelerinde satılıyordu. 1962'de eskiden eroin bağımlısı olan Howard Lotsof bağımlılığı yen­ mek için ibogain vermeyi içeren bir ABD patenti aldı. Günü435
Baş Belası icatlar müzde de birtakım özel klinikler ve kişisel gelişim grupları halen ibogain tedavisi uyguluyorlar. İbogainin sinir taşıyıa­ lanna müdahale ederek, serotonin veya dopaminin etkileri­ ni engellediği ve böylece kullanıalann ilaçla bağlanhlı, zevk veren duyumları tecrübe etmelerine son verdiği düşünülü­ yor.1 Fang halkı açısından ibogain, halen atalarıyla temas kur­ manın yolu. Şimdi arhk yerleşik çiftçiler olmalarına rağmen, bu kabile eskiden gezgindi; bu, kültürel yönden süreklilik ve geleneğe dair endişe yaratan bir yaşam tarzıdır. Eğer bir top­ rak parçasında kimliğinizin görünen bir kanıh bulunamazsa, bu başka bir yerde aranmalıdır ve Fang halkı bu amaa önem­ li kabile liderlerinin kemiklerini ağaç kabuğundan yapılma silindirik kutularda taşıyarak gerçekleştiriyordu. Atalarıyla bu derece yakın temas içinde kalmak Fang halkına zamanda hatta mekanda bir süreklilik sağlıyor ve bu, sanatlarının do­ ğasında da vurgulanıyor. Fanglar kendilerini korumak için iri başlı, uzun gövdeli ve kısa uzuvlu tahta ata heykellerine adaklar sunuyorlar. Bu kıvrımlı, fetüs benzeri heykeller ata­ larının sürekli tekrar yarahldıklanna dair inançlarım ifade ediyor; her yeni doğan bebek yepyeni bir birey değil, sadece daha önce yaşamış bir Fang'ın yeni bir vücuda bürünmüş ha­ li; bu sonsuz bir döngü. Dedikleri gibi: Kemiklerimiz ataları­ mızın kemikleridir. Geçmişimizi farklı bir yoldan sorgulayarak, bunu gelece­ ğimizi şekillendirmek için kullanabiliriz. Ben bu bölümü ya­ zarken, bilimsel başarıda büyük oranda keşfedilmemiş yeni bir kıta gibi görünen bir yerde duruyoruz. Her ay uzmanlar göğüs kanserinden Alzheimer'e ve çoklu sertleşime kadar birçok hastalıkla ilişkili genleri tanımlıyorlar. Kök hücrelerin manipülasyonundaki ilerlemeler yedek organlan yetiştirme­ nin ve çok hasar görmüş dokuların tamir olmasının mümkün olabileceğine işaret ediyor. Artık endişeli anne babalar çocuk- 436
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? lannda kalıtsal hastalıklar olmamasını garantilemek için kar­ maşık testlerden yararlanabilirler. Yüz kızartıcı bir reklam gösterisi ortasında, sahte bir bilimci birkaç insan klonu üret­ tiğini ve başka bir biyolog da kendisini klonladığını iddia ediyor. Birkaç bilimcinin test tüpünde "sentetik" yaşam ya­ ratmak için genetik bilimini kullanmaya başlamış olması da merak uyandırıyor. Bunların hiçbiri, eğer Fanglann şairane ifadesini kullana­ cak olurs�k kemiklerimizin atalarımızın kemikleri olduğu anlayışı olmasaydı mümkün olmazdı. İlk olarak ürün ve hay­ van yetiştiricilerinin göz attığı, Vavilov (ikinci bölüme bakın) gibi birçok bilimcinin dikkatini çekmiş, daha sonra Cambrid­ ge' deki iki araştırmacının DNA'run güzel sarmal yapısını keşfetmesini sağlamış ve şimdi de İnsan Genomu Projesi'nin insan çeşitliliği yol haritasına girmiş bu bilgi insanoğlunun kaydettiği en önemli gelişmelerden biri olabilir. Eğitimli ve saygın seslere kulak verilecek olursa, mantıken en tehlikelisi­ dir. Ancak gerçekten öyle mi? Milyonlaı:ca yıllık icat ve keşif tarihimizden, bu keşfin mahvımıza değil de yararımıza kul­ lanılmasını sağlayacak dersler çıkarılabilir miyiz? BAHÇIVANLARIN SORGU ZAMANI Eski Ahit'i bilenler Yaradılış Kitabı'ndaki Yakup ve Lavan hakkındaki öyküyü de bilirler. Rahatsız edici aile ilişkilerinin yanı sıra, genetik manipülasyonundan söz eden bence en es­ ki yapıttır. Lavan'ın iki kızıyla ardı adına evlenen çoban Ya­ kup on dört yıl hizmet ettikten sonra azat edilmek ister. Sa­ dık hizmetine karşılık kendi sürüsünü kurmak için birkaç hayvan talep eder: sadece istenmeyen kara kuzularla lekeli, alacalı ve çizgili hayvanları. Böylece yoluna devam ettiğinde hırsızlık suçlaması söz konusu olmayacaktır. Kayınpederi Lavan kabul eder; ama bütün kara, lekeli, alacalı ve çizgili 437
Baş Belası icatlar hayvanları geceleyin sürüden çıkararak Yakup'a hile yapar. Cesareti kınlmayan Yakup kuzulama mevsimini bekler; La­ van'ın bembeyaz sürüsü beklendiği gibi kara, lekeli, alacalı ve çizgili yavrular doğurur. Yakup en sağlıklı olanları alır ve sürünün geri kalanından çitle ayırarak en güçlü, semiz, ener­ jik yavruları doğurmalarını sağlama alır.2 Aynca İncil' de Ya­ kup koyunlarına su içerken veya çiftleşirken siyah-beyaz be­ nekli çubuklar gösterir; bu tutum, gebe kalma sırasındaki tec­ rübelerin çocuklarımızın özelliklerini etkilediği şeklindeki eski görüşe uygundur.3 Sonuçta kocaman bir sürü kazanan Yakup genetik mühendisliği sayesinde zengin olur. Kalıtım kavramı insanlar için hep gözle görünen bir şey olmuştur: Çocuklar büyüyüp de ailelerine benzediklerinde, hayvanların özellikleri diğer nesillere aktarıldıklarında kalı­ tım aşikardır. Örneğin on ikinci yüzyılda mükemmel yarış atını elde etmek için, yöre kısraklarını Arap aygırlarıyla çift­ leştiren İngiliz at yetiştiricileri için bariz bir şeydi. Aynı şekil­ de 1541' de bir buçuk metreden kısa atların umumi arazide ot­ lamasını yasaklayan, böylece sadece büyük hayvanların çift­ leşmesine şans veren VIII. Henry için de belli bir durumdu ki günümüz standartlarına göre bile bir buçuk metrelik at sahi­ den küçüktür. On sekizinci yüzyılda İngiliz domuz yetiştiri­ cileri dişi domuzlarını Çin' den getirilen kocaman yaban do­ muzlarıyla çiftleştirmeye meraklıydı, çünkü zamanın "Kü­ çük Buz Çağı" sırasında sevilen bir lezzet olan daha yağlı pastırma elde ediliyordu. Bu ilkel kalıtım anlayışı yaygın olsa da, mekanizmasını açıklığa kavuşturmak on dokuzuncu yüzyılda Avusturya­ Macaristan' da yaşayan, nispeten az tanınan bir keşişe nasip oldu. Bir önceki yüzyıl boyunca konuya olan ilgi artmıştı, özellikle de Herefordshire bahçecisi Thomas Andrew 438
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? I<night'ın4 ilgisi. I<night kendisine yaklaşık 10.000 dönümlük bir arazi miras kaldığı için şanslıydı ve Vavilov gibi o da ka­ lıtımla çok ilgileniyordu. Benekli keçi veya çok semiz domuz­ lar yerine, sıradan bezelyenin araştırmalarında daha değerli olduğunu keşfetti. Her ne kadar sıradan olsa da pazar rosto­ larına eşlik eden bu alelade sebze ölçü, şekil ve renk yönün­ den muazzam çeşitliliktedir. Bu nedenle, bol miktardaki bu alt türlerin üyelerini melezlemek genetikle ilgilenenlere paha biçilmez içgörüler sağlamışhr. I<night bu sayede ilginç feno­ menler gözlemiştir. Benzer olmayan iki bezelye soyunun dö­ lü ortaya çıktığında, genelde oldukça benzer görünüyorlardı. Gelgelelim bu melezler diğer melezlerle çiftleştirildiğinde, bir sonraki nesilde çok farklı özellikler ortaya çıkıyordu. John Goss 1824' de Kraliyet Bahçecilik Topluluğuna, ken­ dine ait başatlık teorisini özetleyen bir çalışma sunduğunda bu gözlemden yararlanmıştı.5 Goss Dartmoor'un kıyısındaki bahçelerinde şunu fark etmişti: Bir soyun belli özellikleri di­ ğer soyun özelliklerine baskın çıkabiliyordu, buna rağmen görünüşe göre etkisiz olan diğer özellikler dölde yine de yer almaya devam ediyordu. Bu şekilde san çiçekli bir bezelye beyaz çiçekli bir bezelyeyle melezlendiğinde, güçlü olan san çiçeği döller kalıbın yoluyla alıyordu. Ancak daha sonra meydana gelen bu döl, eş seçimine bağlı olarak, beyaz çiçek­ li bir soy üretmeye devam edebiliyordu. Goss kendisinin izinden giden manastır bahçıvanı Mendel'in aksine, kalıtım­ daki önemli matematiksel bağlantılarla ilgijerunemiş, bezel­ yeleri yenilebilirlik özellikleri nedeniyle yetiştirmeyi tercih etmiş gibidir. "Birkaç tane dışında, bu bezelyenin yenilip ye­ nilemediğini denemedim," diye yazmıştır. Gregor Mendel bu tarz gözlemlerin farkındaydı ve bunlar kafasını meşgul ediyordu. Tarih Mendel'i, ücra Orta Avrupa arka planında, bağlarına bakarken genetiğin ana ilkelerini te439
Baş Belası icatlar sadüfen bulmuş basit bir rahip gibi suruna eğilimindedir. Bu büyüleyici tablo Mendel'e, çağına veya ülkesine prim ver­ mez. Mendel 1843'te Bmo' da (günümüzde Çek Cumhuriye­ ti'nin sınırlan içinde) doğdu ve yoksulluktan ötürü, bilimci olmak isteyen birçok kişinin yaptığı gibi, eğitim almak için manastır hayatına yöneldi. Viyana Üniversitesi'ne gitti, ora­ da zamanın önde gelen birçok bilimcisinin altında çalıştı. Sonra St. Thomas'ın Augustinius manastırına döndü ve 1867' de başrahip oldu; orada bölgenin muhafazakar yetkilile­ riyle mücadele ederek birçok zafer kazandı ve besteci Leos Janacek'in hamisi oldu. Münzevi bir bahçıvanla uzaktan ya­ kından alakası olmayan Mende! entelektüel açıdan meraklı bir Avrupa'nın kalbinde yaşayan görgülü, çevresi geniş bir bilimciydi. Birtakım şeyleri idrak etmesi de yine aynı şekilde şans ese­ ri olmamıştı. Deneysel teknikler ve istatiksel analizde sağlam bir temeli olan Mendel sekiz yıllık bir dönemde yirmi iki çeşit bezelyede, çiçeklerin rengi, tohumların görünüşü ve bitkilerin boyu da dahil olmak üzere, yedi nitelik üzerinde yoğunlaştı. Zorlu bir işti, ancak bilimde sık sık olduğu gibi, şans Men­ del'in yüzüne güldü. Mendel'in incelediği bezelye bitkisinin yedi kromozomu vardır. İncelemeye karar verdiği yedi özel­ lik farklı farklı kromozomlardaki genler (veya tek bir kromo­ zomun iki ayn ucunda yer alan iki gen) tarafından belirlen­ mişti. Dolayısıyla her niteliğin kalıbın modeli diğerlerinden oldukça bağımsızdı ve ortaya çıkarmak normalde olabilece­ ğinden daha kolaydı. Maalesef Mendel'in çalışmalarının çoğu günümüze kalmamıştır, ölümünden sonra titiz bir meslektaşı yazılı kayıtlarının çoğunu yakmıştır. Bereket versin ki Bmo Tabiat Bilimleri Kurumuna 1866'da sunmuş olduğu "Bitki Melezlemesindeki Deneyler'' metni günümüze kalmıştır. 440
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Goss'un güçlü ve zayıf özellikler hakkındaki gözlemleri­ nin üzerine eklemeler yaparak geliştiren Mendel, özelliklerin aktarılmasını açıklamak için "baskın" ve "çekinik" terimleri­ ni de icat etti. Ancak bunları yalnızca not etmekten hoşnut değildi. Üstün matematik yeteneği sayesinde bu nesiller ara­ sı değişikliklerin oranhlarına dair önemli bir şey gözlemledi. İki farklı bezelye bitkisi melezlendiğinde, örneğin baskın özellikli döl olan yuvarlak tohumlar, çekinik özellikli olan buruşuk tohumlardan sayıca, 3'e 1 oranında fazlaydı. Eğer iki baskın özellikli bir bitki; yuvarlak tohum ve yeşil tohum zar­ fı gibi, iki çekinik özellikli; örneğin buruşuk tohum ve san to­ hum zarfı melezlenirse, bütün döllerin yuvarlak tohumları ve yeşil tohum zarfları oluyordu. Eğer bunlardan ikisi daha son­ ra melezlenirse, kesin bir tertip gözlenebiliyordu. Her on altı dölde, ortalama dokuzunun yuvarlak tohumu ve yeşil tohum zarfı, üçünün buruşuk tohumu ve yeşil tohum zarfı, üçünün yuvarlak tohumu ve sarı tohum zarfı ve birinin de buruşuk tohumu ve sarı tohum zarfı oluyordu. Mendel aynı zamanda son derece önemli bir şey fark etti: Özellikler harmanlanmı­ yordu. Tohumlar ya buruşuktu ya değildi, tohum zarfları ya yeşildi ya da sarıydı. Bunların hiçbiri şu anda çok olağanüstü görünmeyebilir ama bu bulgular yıllarca sabırla çalışmanın sonucu elde edil­ mişlerdi. İlk olarak Mendel üreme organlan büyük ölçüde ör­ tülü olduğu için kazara çapraz döllenme riskini büyük ölçü­ de azaltan bir bitki olan Pisum sativum'u seçti. İkinci olarak, incelediği bitkilerin asıl soy olduklarını tespit etmek için bir­ kaç yıl uğraştı.6 İncelemek istediği özel bir niteliği sergileyen bütün asıl soy bitkilerinden, bütün olgunlaşmamış polen ta­ şıyıa erkek organlan çıkararak herhangi bir çapraz döllen­ menin kontrolü altında olmasını sağladı. Her özelliğin sonuç­ larını titizlikle kaydettiği için araştırmaları on binlerce bitkiyi içeriyordu. 441
Baş Belası icatlar Mendel her karakteristiğin bitki içindeki bir faktör tarafın­ dan yaratıldığını fark etti. Her bitki üreme eyleminde karışh­ nlıp tekrar birleştirilmeleri gereken bu faktörlerden bir set içeriyordu. Böylece bir bitki dölünün ilişkili karakteristiği dı­ şa vurmak için sadece bir baskın faktörü kalıtım yoluyfa al­ ması gerekirken, dölünün çekinik bir özelliği dışa vurması için iki çekinik faktör gerekiyorsa, neden 3:1 oranının geçerli olduğunu anlamak kolaydı. Uzun lafın kısası Mendel çok ama çok uzun zaman önce genlerin işleyiş prensiplerini açıklamışh. Bu entelektüel açı­ dan dikkate değer bir başarıydı, ama daha da dikkate değer olan ise bu çalışmanın sessizlikle karşılanmış olmasıydı. Söy­ lentilere bakılacak olursa, Charles Darwin'in elinde bu çalış­ manın bir kopyası vardı ama anlaşılan hiç okumarnışh. Seçkin İsviçreli botanikçi Carl Nageli, Mendel'in deneylerinin büyük ihtimalle yanlış olduğunu söyledi. Mendel'in araşhrrnalan hak ettiği takdiri ancak otuz dört yıl sonra elde etti. Bu esnada Basel Üniversitesi'nden İsviçreli biyolog Jo­ hann Friedrich Miescher akyuvarların bileşimiyle ilgilenme­ ye başladı.' Akyuvarları ilk başlarda yakındaki bir hastanede yatan hastaların cerahatli bandajlarından elde ediyordu, ama daha sonra daha kolay elde edilebilen alabalık erbezlerinden yararlanmaya başladı. 1869' da Miescher bütün canlı hücrele­ rin çekirdeğinin içinde bulunan bir bileşimi izole ettiğini du­ yurdu. Bu bileşim fosforca zengindi ve çok büyük molekül­ lerden oluşuyordu. Bir öğrencisinin önerisine istinaden buna, "nükleik asit" ismini verdi. Doktorlar artık yavaş yavaş Darwin'in teorilerinin heyecan verici içerimlerini muayenehanelerine almaya başlamışlardı. Çok rağbet gören biri olan İngiliz Doktor Sir Archibald Ed­ ward Garrod. idrar rengiyle şaşılacak derecede ilgileniyordu. İdrarı koyu kırmızı olan hastalarında hernatoporfirinüri has442
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? talığı olduğunu tespit etti. Daha sonra 1897' de renk değiştirdi; bir kenara bırakıldıklarında kararan, kendi deyişiyle "hasta­ lıklarını ilan eden" idrar yapan insanlarla ilgilenmeye başladı. Hastalıklanna "alkaptonüri"8 adını verdiği bu insanlann sağ­ lık durumları genelde iyiydi, fakat alkaptonürinin genelde ar­ teritten mustarip erkek kardeş ve birinci derece kuzenlerin ol­ duğu ailelerde meydana çıkbğıru fark etti.9 Hastalık, hasta ol­ mayan anne babaların çocuklarında ortaya çıkbğı için -bunlar her vakada birinci derece kuzenlerdi- Garrod alkaptonüriye yatkınlığın Mendel' in kırk yıl önce tanımlamış olduğu bir çe­ kinik özellik olabileceğini anladı. Ancak kati deneyi yürütme­ nin biraz problemli olabileceğini sezen Garrod Cambridge'de­ ki William Bateson' a (ikinci bölüm) şöyle yazdı: "Evlilik ça­ ğındaki alkaptonüri hastalarını evlenmeleri amaayla birbirle­ riyle taruşbrmanın bir yolunu göremiyorum." Bazı bilimciler bir kalıhm anlayışı geliştirir, bazıları da bir DNA idrakine doğru el yordamıyla ilerlerken tarafların kar­ şılaşması uzun zaman aldı. Hücre içindeki kromozomlar üze­ rindeki genlerin bütün insan vücudunu çalışhrdığı söylene­ bilecek çok amaçlı moleküller olan proteinlerin kaynağı oldu­ ğu ortaya çıkh. Ancak tam da proteinlerin önemini anlamaya başladığımız için, Miescher'in nükleik asidinin önemini göz ardı etme eğilimindeydik. Nükleik asidin kimyasal yapısı çok basit görünüyordu: yaşam için gerekli proteinlerin karmaşık dizilirniyle bir ilgisi olamayacak kadar basit. Genlerin prote­ inlerden ibaret olduğu ve Miescher'in nükleik asidinin sade­ ce yapışhna olarak iş gördüğü farz edildi. 1944'te Amerikalı bilimci Oswald Avery bu maddenin (deoksiriboz nükleik asit yani DNA adı verilmesi gayet uy­ gundu) daha önemli olduğunu buldu. Kendisinden önceki ve sonraki nice seçkin bilimci gibi, Avery de hiçbir zaman çok hak ettiği Nobel ödülünü kazanamadı ama bakteriler arasın- 443
Baş Belası icatlar da aktarılan genetik bilginin kimyasını incelemek için önem­ li bir deney planladı. Bu bilgiyi proteinleri ayrıştıran bir en­ zimle aktarmayı hedefleyen Avery bu sayede genetik "mesa­ jın" ne ölçüde başarılı iletildiğini değerlendirdi. Proteinler denklemden çıkarıldığında bile, genlerin yine de bu işin üste­ sinden geldiklerini keşfetti. Yalnızca, DNA hedeflendiğinde bakteriler yüklerini iletemiyorlardı. Bunun yapıştırıcıdan faz­ lası olduğu çok açıktı; aslında genetik bilginin asıl özü olma­ lıydı. Avery'nin fevkalade bir özelliği az rastlanır tevazusuy­ du; ondan önce ve sonra gelen bütün genetikçilerde olmayan bir özellik. 1943'te şöyle yazmıştı: Eğer haklıysak ve kuşkusuz bu henüz kanıtlanmadı, o zaman bu demektir ki nükleik asitler hücrelerin biyo­ kimyasal faaliyetlerini ve kendine has özelliklerini be­ lirlemede yalnızca yapısal açıdan önemli değil, aynı za­ manda fonksiyonel olarak da aktif olan maddeler ve bi­ linen bir kimyasal madde vasıtasıyla hücrelerdeki ön­ görülebilir ve kalıtsal değişiklikleri tetiklemek müm­ kün. Bu uzun zamandır genetikçilerin hayalini kurdu­ ğu bir şey. Şimdi arhk DNA'nın yapısını ve çalışma şeklini keşfetme yarışı başlamıştı. Cambridge'in Eagle adlı pabında "hayahn sırrını" keşfetmelerini gürültüyle kutlayan Cambridge bilim­ cileri Crick ile Watson'ın öyküsü iyi bilinir. Yine de okuyucu­ lara şunu hatırlatmakta yarar var, Londra'daki King's Colle­ ge'dan X-ışını kristalografisti Rosalind Franklin'in harikula­ de eseri olmasaydı bunu başaramazlardı. Crick ve W atson' a özellikle DNA molekülünün yapısını açığa çıkaran bir ens­ tantane gösterildiği ve bunu Franklin'in kesin onayını alma­ dan kullandıklarına dair halen süregelen bir ihtilaf var. Bu 444
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? ikisi 25 Nisan 1953'te bilimsel süreli yayın Nature'da10 sonuç­ larını yayımladıklarında, Rosalind Franklin'in katkısını be­ lirtmişlerdi. Şu var ki Franklin Nobel Ödülünü paylaşmadı ve 1958' de kanserden öldüğünde, keşifteki büyük rolünden haberi yoktu. Birtakım kişilik çatışmaları ve King' s ile Cam­ bridge arasında bilimsel normla ilgili bazı çetrefilli meseleler söz konusu olmasına rağmen, Crick ile Watson'ın Franklin'i ödül hususunda kandırdıklarına dair bir kanıt yok ve birçok insan bunun sadece olayların beklenmedik bir yönde geliş­ mesinden kaynaklandığına inanıyor. Fakat Franklin birçok keşfin büyük oranda unutulmuş veya bilinmeyen yaratı.alan olduğunu bize hatırlatma görevi görüyor. İlk çiftçiler ve yazı­ nın önemini ilk kavrayan yazmanlar gibi bazı insanların şanssızlığı bizim onları kaydedecek veya kurtaracak araçlara kavuşmadan önce adlarından söz ettirmiş olmalarıydı. Bazı­ ları da şans, doğum ve bizim türümüze mahsus acayip dav­ ranışlar gibi etkenler dolayısıyla tablonun dışına atılırlar. MİNYATÜR MUCİZE Yahudilikte günlük yaşamın birçok ayrıntısı bir dua, şükran veya ayinle kutsanır. Benim dindaşlarım nesiller boyu her tecrübeyi Tanrı' ya bağlamaya o kadar meraklı olmuşlardır ki meyve yeme, güzel kokulu bitkileri koklama, boranı işitme ve denizi görme durumlarında söylenebilecek belli şükran sözleri vardır. En çok sevilenlerden bir tanesi, Yahudi olma­ yan bir kral görüldüğünde veya bilge bir adamla karşılaşıldı­ ğında edilen hayır duasıdır: "Haşmetini senin soyuna vermiş Tann'mız seni kutsasın." Bu dua adeta DNA, gen ve kromo­ zomlar, enzim ve proteinler için bir şükran duasıymış gibi görünür. DNA'run işleyiş prensizplerine biraz değinmeksizin bu şa­ şırtıa keşfi tam olarak anlatmak mümkün olmaz, ama bunu 445
Baş Belası icatlar yapmadan önce önemini görebilmek için bir adım geriye git­ mek yararlı olur. Kafanızda bir hücre canlandırın. Hücre ister bir filden ister bir İlgiliz'den gelsin, içindekiler aşağı yukarı aynı olacaktır. Ancak şimdilik insana ait olduğunu farz edin. Bu minik şeyin çekirdeğinin içinde, dolanmış ve kromozom­ lara sarılmış halde uzun DNA bölümleri görürsünüz. Daha yakından incelediğinizde, her bölümün içinde molekül grup­ larından ibaret binlerce alt bölüm olduğu açığa çıkar. Bunlar uzatıldıklarında yaklaşık 25 mm gelirler. Ancak çapı en fazla 0,00067 mm olan bir hücrenin merkezine sıkıştınlmışlardır. Bu iyice sıkıştırılmış bilgi birimi birçok şeyin yanı sıra, uzuv­ ların oluşumunu, merkezi sinir sisteminin işleyişlerini, vücu­ dun metabolizmasını, beynin ince nöral ağlarının gelişimini, üretim sistemindeki hücreleri; gerçekte, organizmanın tümü­ nün gelişimini ve organizmayı öldürebilecek bazı hastalıkla­ ra yatkınlıkları belirler. Bilinen evrendeki en karmaşık mad­ dedir ve eğer bu evrenin müthiş çetrefilliği içinde nefesinizi kesebilecek bir şey varsa, o da DNA molekülüdür. DNA'nın işleyişini ele alırken, aklıma kuantum fizikçisi­ nin şu iğneleri sözleri geldi: "Basit olduğunu düşünüyorsan, o zaman anlamamışsın demektir." Ancak, göreli bir doğru­ lukla olsa da, bu molekülün işini nasıl yaptığını tanımlamak mümkün olmalıdır. Kafanızda konuyla ilgili handiyse bütün popüler kitaplarda resimlenen klasik sarmal merdiveni can­ landırın. Bu sarmal merdivenin iki tırabzanı şeker deoksiri­ boz dizileridir. Merdivenin basamakları, çiftler halinde top­ lanmış ve değişik sıralarda düzenlenmiş dört farklı nükleik asit molekülü yani "nükleotit" -adenin (A), guanin (G), sito­ zin (C) ve timin (T)- çubuklarından oluşur. "Baz çifti" denen bu basamaklar yaşamın kimya dilinin dört harfli alfabesine eşdeğerdir ve bilgi kopyalama işi için idealdir. İngilizcede ke446
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? sin tanımlann nispeten öz ifade edilmesini sağlayan yirmi al­ h harf vardır. Ancak elde sadece, çeşitli kombinasyonlarda tekrarlanan dört harf olunca, kesinlik kazandırmak için daha çok basamak gerekiyor, ki işte bu nedenle insan vücudunda­ ki her hücre, çeşitli kombinasyonlarda aşağı yukarı 3 milyar baz çifti banndıran bir DNA mesajı içeriyor. Hücreler çoğalırken DNA içerisinde karmaşık bir kimya­ sal bale meydana gelir. Merdiven boyunca koreografisi yapı­ lan enzimler, merdiveni bir arada tutan hidrojen bağlarını ko­ parır. Merdiven ortadan ayrılır ve baz basamaklarıyla her bir "hrabzan" arlık yeni bir DNA molekülü, yeni bir merdiven oluşumu için bir şablon görevi görür. Bu da ancak tek bir şe­ kilde meydana gelebilir. Süreç fermuar dişlerinin birbirine geçmesine veya bir anahtarın çıkıntılarının kilide uymasına benzetilebilir: Nükleotit molekülleri ancak önceden belirlen­ miş bir modelde çiftleşebilir, adenin daima timinle, guanin de sitozinle eşleşir. Hücre içindeki müsait kimyasallardan yapıl­ ma "serbest" nükleotitler artık hızla içeri girip ayn dizilerin yanında doğru şekilde sıralanabilirler. Bu moleküler merdivenin yaşam için gereken binlerce proteini yaratma şekli biraz daha karmaşıkhr. Bütün protein­ ler yirmi farklı aminoasidin kokteylleridir. Proteinleri oluş­ turmak için DNA'nın dört nükleotidi üçlü gruplar -örneğin adenin, guanin, sitozin- halinde çalışır, her üçlü tek bir ami­ noasit yapar. Dört tane nükleotit olduğu için, toplamda alt­ mış dört kombinasyon mümkü�dür (dört üssü üç), ki sadece yirmi aminoasit olduğu göz önüne alınırsa, bu sayı yeter de artar bile. Protein oluşturmak için DNA'nın bir bölümü açığa çıkarak, "haberci RNA" veya kısaca mRNA olarak bilinen kendinin hafifçe değiştirilmiş, paralel bir formunu yapar. Bu mRNA çekirdekten çıkıp hücre yapısına girer ve orada çok 447
Baş Belası lcatlar küçük protein üretme bölgeleri olan ribozomlar tarafından özümsenir. Ribozomlar mRNA'daki şifreli bilgiyi "okurlar" ve etraflarındaki gerekli aminoasitleri çekerek proteinleri yapmaya başlarlar. DNA'run işleyişi için çok kullanılan ama halen uygun olan başka bir metafor da Encyclopa?dia Britannica gibi büyük, bir­ çok cildi olan referans kitaplarıdır. Tek bir hücrenin içindeki ONA "basamaklarının" bu okkalı ciltlerden birinin formahn­ da normal 12 puntoyla basıldığını düşünelim, bu durumda bütün bilgileri anlatmak için 300 cilde ihtiyacınız olacak. Bir cildin bir kromozomu temsil ettiği söylenebilir. Ciltlerin için­ deki maddeler genlerdir. Demek ki tek bir gen ansiklopedi­ nin tek bir maddesi olarak görülebilir, örneğin "Risorgirnen­ to döneminde Napoli" veya "Sanayiler: Çıkarma ve İşleme" gibi. Napoli hakkındaki maddenin epeyce kısa, "Sanayi" hakkındakinin de oldukça uzun olacağını düşünüyorum. Bu maddelerden veya genlerden bazıları bir ömürde bir kez "okunabilir'; örneğin gelişim aşamasında özel bir anda, belki döllenme veya embriyodaki organ oluşumu sırasında. Diğer­ leri belki de her gün okunabilir; örneğin alyuvar yaparken veya sindirim sırasında. Her ne kadar benim Hammersmith'teki araşhrma ekibi­ min bazı üyeleri, sütunlar halinde yazılmış bu harflerin bin­ lercesini gösteren bilgisayar ekranlarına saatlerce bakmaktan memnun görünse de, çoğu insan için bu "maddelere" bak­ mak çok sıkıadır: örneğin sıra sıra AAG CCG ACG CCT: ya­ takta okumak için ideal değil ve kesinlikle Strictly Come Dan­ cing de değil. Fakat tek bir harf yanlış yazıldığında dahi ara sıra vuku bulabilecek sonuçlan bir düşünün. Ansiklopedile­ rin aksine, kromozomlar genler arasında bol miktarda an­ lamsız yazı "paragrafları" içerir. �u paragraflara bazen "çöp ONA" denir. Çok fazla miktarda çöp ONA olduğu için bu ya448
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? zım hatalarının çoğu sorun yaratmaz, çünkü bunlar "çöp DNA"ya denk gelir. Ancak bir yanlış yazım, bir milyonda tek bir harf dahi olsa bir gende vuku bulursa, sonuçlan ölümcül olabilir. Bu kitapta da yanlış yazımlar olabilir ve birine denk gelirseniz, İngilizce bilginizi kullanarak ve cümlenin gelişin­ den ne demek istediğimi neredeyse kesinlikle çıkarabilirsi­ niz. Ne var ki genelde insan vücudundaki hücreler bu şekil­ de akıl yürütemez ve yanlış yazımı telafi edemez. GEN BULMAK, TEDAVİ ARAMAK "Mavi gözlü çocuk" deyimini gıpta edilen, hatta belki de hak etmediği bir ilgi gören gözde bir kişiyi tarif etmek için kulla­ runz. Peki, neden göz rengi gibi biyolojik bir özellik bu kadar önemlidir? Bunun nispeten nadir görülmesiyle bir alakası olabilir. Yakın tarihli bir çalışmada mavi gözün aşağı yukarı 8.000 yıl önce Karadeniz yakınında yaşayan bir kişinin genin­ deki bir mutasyondan türediği öne sürülüyor. Bu çalışmayı hazırlayan ekibin başındaki Kopenhag Üniversitesi'nden Dr. Hans Eiberg bunun failinin OCA2 denen bir gen olduğuna inanıyor ki bu gen mavi gözleri daha yaygın olan kahveren­ giyi oluşturmaktan sorumlu mekanizmayı devre dışı bıraktı­ ğı için "yapmaz" . 11 Bu mutasyon aslında ONA yazısındaki bir değişikliğin, "yanlış yazım"ın sonucunda meydana gelir ve bu mutasyonun tek bir nükleotitteki bir yanlış yazımdan -bu özel geni yapan 344.000 harfin içinden tek bir harftir- kay­ naklanmış olabileceği düşünülüyor. Bu mutasyonun neden bu kadar değerli hale geldiği ise bir yorum meselesidir. Mavi göz gibi bir tuhaflık doğası gereği keskin görüş, zeka veya sağlıklı olmaya bağlanamazken, aşağı yukan tavus kuşunun kuyruğunun yararsız olduğu halde dişi tavus kuşlanrun eşle­ rini seçmede bir altın standart haline gelmesine benzer şekil449
Baş Belası icatlar de iyi genlerin göstergesi oldu. Belki de mavi göz açık tenli­ lere sonradan eklenen bir şeydi ki onlar Kuzey ve Orta Avru­ pa'run nispeten zayıf güneş ışığından D vitaminini çekmeye daha iyi adapte olmuşlardı. Nedenleri ne olursa olsun, mavi göz rengi hiç şüphesiz ha­ len çok değerlidir. Son yıllarda insanların göz renklerini renkli kontak lens kullanarak geçici olarak değiştirmesi mümkün hale geldi. Bu ürünlerin reklamlarında göz renkle­ rini kahverengiden maviye veya yeşile değiştiren insanlar gösteriliyor; hiçbir zaman tersi olmuyor. Daha yakın zaman­ da ise insanlar göz renklerini isteğe göre değiştirmenin daha kalıcı olan bir yolundan bahsetmeye başladılar: kendileri için olmasa bile çocukları için. Bazı bulvar gazetelerinde ve bazen de kitapçı dükkanla­ rında, uygun olmadığı halde bilim bölümünde sergilenen ki­ taplardan birinde, yaygın bir söylence okuyabilirsiniz. Bu ye­ ni bir öykü türüdür; kahramanca bir geçmişe karşı gelecek hakkında bir söylence. Bu öyküde müstakbel anne baba tüp bebek için bir kliniğe giderler. Embriyoları taranır ve genetik profilleri detaylı bir dosyaya yüklenir. Daha sonra anne baba dünyaya getirmek istedikleri embriyoları seçme aşamasına gelirler. Seksenlerinde Alzheimer riski olan ama aynı zaman­ da dahi olma şansı yüksek olanı mı istiyoriar? Yoksa kıvrak, güzel ve atletik ancak maalesef pek zeki ol�ayaru mı? Peki, şu yetenekli, mavi gözlü, depresyona eğilimli piyanocu mu? Ya da son derece sıradan, alelade, muhtemelen eceliyle öle­ cek kahverengi gözlü çocuk mu? Bebeklerinin nasıl olmasını isterler? Bu söylence, Watson ve Crick'in keşfinden bu yana gene­ tik biliminde atılan adımlarla ve biz bilimcilerin genetiği tarif ederken yararlandığımız abartıyla besleniyor. Bilim karma450
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? şıktır ama belki de topu topu belli başlı üç ilerlemeyle özetle­ nebilir. 1960'larda DNA'ya, kendisini tamir etmesinde ve kopyalamasında yardım eden birçok uzman enzimin hizmet ettiği açığa çıktı. Enzimlerin fonksiyonlarından birisi, virüsle­ rin genlerini küçücük parçalara doğrayıp kendilerini yeni hücrelere sokmalarına engel olarak virüsleri etkisiz hale ge­ tirmektir. 1972' de iki Califomialı bilimci bu doğrayıcı enzim­ lerden (kısıtlama enzimi adı verildi) birini, bir bakteri hücre­ sinden DNA'nın bir bölümünü kesmek ve bu bölümü başka bir bakterinin DNA'sına dahil etmek için kullandı. Kitap ana­ lojfmize dönecek olursak, 300 ciltlik ansiklopedinin sayfaları­ nı kesip başka bir yere yapıştırmak mümkün hale geldi. Bakteriler üreme şekilleri nedeniyle de bir sonraki ilerle­ mede hayati önem taşıyorlardı. Eşeysiz olmalarına rağmen bakteriler yine de kendi genlerinin dışında bulunan ve iletile­ bilen DNA parçacığı vasıtasıyla genetik bilgiyi paylaşırlar. İlk kez 1973'de bilimciler bu DNA parçacıklarını (plazmit olarak biliniyor) kesip açarak ve içlerine insan DNA'sı dizile­ ri koyarak ayrıştırma aracını mükemmelleştirdiler. Bakterile­ re tekrar iliştirilecek olan bu diziler daha sonra ne zaman bir plazmit paylaşma döngüsü olsa kopyalanacaktı. Aslında in­ san DNA'sının mini dizilimlerinin fotokopilerini binlePC:e kez çekmenin bir yolunu bulmuştuk. Daha sonra Wisconsin-Madison Üniversitesi'nden iki bi­ limci bazı virüslerin, proteinleri bir geri sanma gönderen çok özel bir enzim üretebildiğini keşfetti. Yukarıda görmüş oldu­ ğumuz gibi, bir hücrenin çekirdeği içindeki DNA harfleri di­ zilimi, protein yapım fabrikası ribozoma talimatlarını iletme­ si için haberci RNA'yı hücre çekirdeği dışına gönderir. Belli bir tümöre neden olan virüsün içindeki enzimin her nasılsa süreci tersine çevirme becerisi vardı. mRNA'ya maruz kaldı­ ğında mRNA'yı onu oluşturan DNA dizilimine tekrar dönüş451
Baş Belası lcatlar türdü. Bu da demekti ki münferit bir harf dizisini bulmak için 300 kitap cildimizin altını üstüne getirmek yerine, aradığımız şeyi uzmanlaşmış proteinlerden oluşan çok daha küçük bir havuzdan seçebilecektik. Bunları "ters transkriptaz" olarak bilinen geri sanın enzimiyle karıştırarak, kendilerini oluştu­ ran genleri bulabilirdik. Bu gelişmenin örneğin diyabetle ve­ ya orak hücre anemisiyle ilişkili genleri tespit etmede önemli olduğu ortaya çıktı. 1980'lerde birkaç bilimci bu bilgi birikiminin meyvelerini üreme tıbbına tercüme etmeye başlamıştı. Bu konu hakkında daha çok bilgi sahibi olmak isteyenler benim A Child Against All Odds (Tüm İhtimallere Karşı Bir Çocuk) adlı kitabımı oku­ yabilirler .12 Bu bilgiler bizim hastalıklara yakalanmamızı önlemek için bir gereçle donanmamıza yardıma oldu. Bazı genlerin sade­ ce yetişkin insanlarda veya doğmamış fetüslerde değil, döl­ lenmiş yumurtalarda da birçok rahatsızlıktan sorumlu oldu­ ğunu belirlemek mümkündü. Bu bilgi sayesinde hemofili, kas distrofisi ve kistik fibroz gibi ömrü kısaltan ve tedavisi mümkün olmayan sorunları olan çocuklarımızın doğumunu önleyebildik. Halkın bu gelişmelerden doğan iyimserliğinin havası, 1990'dan itibaren ilk olarak Birleşik Devletler'deki Enerji ve Ulusal Sağlık Enstitüleri Bakanlığı ve Londra'da Wellcome Vakfı tarafından finanse edilen İnsan Genomu Projesi' yle (İGP) desteklendi. İGP'nin misyonu insan DNA'sını oluştu­ ran ve bütün genleri tanımlayan baz çiftlerinin bütün sırası­ nın şifresini çözmekti. İlk başlarda insanların en az 100.000 geni olduğu düşünülüyordu ama aslında yaklaşık sadece 25.000 olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bazı alanların halen keşfedilmesi gerekse de proje insan genomunu harita­ landırma hedefini 2003'te tamamladı. 452
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Bilimciler İGP'nin bulgularını kullanarak dünya çapında medyanın dikkatini çektiler. 2007'de Guardian bir zafer eda­ sıyla bilimcilerin "milyonları etkileyen hastalıkların gizlerini çözdüklerini" duyurdu.13 Makalede Wekome Vakfının finan­ se ettiği bir araşhrma programının 17.000 kişinin DNA'sını inceledikleri yazılıydı. Wellcome Vakfı İnsan Genetiği Mer­ kezi Yöneticisi ve Oxford Üniversitesi İstatistik Profesörü Pe­ ter Donnelly'nin koordine ettiği elli araşhrma grubu, çift ku­ tuplu rahatsızlık, Crohn hastalığı, tip 1 ve 2 diyabet, romatiz­ ma! eklem iltihabı ve yüksek tansiyon gibi yaygın görülen so­ runlar için yirmi dört tane yeni genetik bağlanh tanımlamış, bu hastalıkları kapsadığı bilinen gen sayısını iki kahna çıkar­ mışh. Bu tarz haberler, yeni bilgilerin sınırlamaları ne olursa ol­ sun gazetelere hep manşetten girer. Bunun nedeni bu hasta­ lıkların tedavisinin bulunmuş olması değildir; yalnızca ilişki­ li olan daha fazla gen keşfediliyor. Bazı yönlerden, tedavi ola­ sılığı bulduğumuz her yeni genle birlikte daha da uzaklaşır, çünkü çok sayıdaki hastalık onlarca genin ortaklaşa hareketi­ ne bağlı olabilir. Bir proteini kodlayan her gen için, açıp ka­ patarak (OCA2 geninin kahverengi gözlü bebeklerde yaphğı gibi) veya çıkhlannı arhrıp azaltarak, bu hareketi düzenleyen başka genler vardır. Profesör Donnelly şu noktaya dikkat çekmiştir: "Çalışmamız bu hastalıkların altında yatan genleri tanımlayarak, bilimcilerin bu hastalıkların nasıl meydana geldiklerini, kimlerin en fazla risk altında olduklarını daha iyi anlamasını ve zamanla daha etkili, daha kişisel tedavileri bulmalarını sağlayabilir." Umudumuz kesinlikle bu yönde, fakat gerçekte doğruluğunun kanıtlanması için beklememiz gerekecek. Guardian yazarının söylediği gibi, bu tarz keşifler tedavilerin "yolunu açıyor" ama yolun olağanüstü ölçüde 453
Baş Belası icatlar uzun olduğunu ve bilinmeyen bir araziden geçtiğini gazete­ ciler her zaman tam olarak açıklamıyorlar. 1881'de Londralı bir göz hekimi çocukların gözlerini mu­ ayene ederken farkında olmadan önemli bir genetik hastalık tanımladı. Birkaç Yahudi hastasının retinasında karakteristik bir kırmızı leke tanımlayan Warren Tay bir çeşit ölümsüzlük kazandı, çünkü ismi tanımlanmasına yardıma olduğu hasta­ lıkta yaşıyor: Tay-Sachs hastalığı. Korkunç bir miras. HEXA genindeki bir mutasyon yüzünden vücut lipitleri ayrıştır­ maktan sorumlu hexosaminadase A enziminden yetersiz se­ viyede üretiyor. Lipitler beyinde biriktikçe, bebekler yaklaşık altı aylıkken korkunç semptomlar tecrübe etmeye başlıyor, anne babaların ise ellerinden bir şey gelmiyor. Çocuklar kas zayıflığı yüzünden dik oturamıyor; gitgide ilerleyen körlük, felç ve amansız mental bozulma yaşıyorlar. Bu çocukların ço­ ğu dört yaşına girmeden ölüyor. Tay-Sachs çekinik bir hastalık. Anne baba sağlıklı olsa da hastalığa neden olan mutasyonu taşıyorlar, dolayısıyla bir çocuğun bu hastalığa yakalanma olasılığı dörtte bir. Bazı ai­ leler çok şanssız olabilir: Olasılık sadece dörtte bir olabilir, ama rastgeleliğin doğası bazı vakalarda her hamileliğin etki­ lendiği anlamına gelir. Tay-Sachs'ın, küçük Ortodoks Yahudi toplumlarında akraba evliliğinden kaynaklandığı düşünülü­ yor. Ancak başka birkaç ortamda da meydana geldiği oluyor, örneğin Louisiana'daki Cajun Toplulukları ile Kanada'daki Quebecois'te: bunların ikisinin de kökenleri kuşkusuz on al­ bna ve on yedinci yüzyıl Fransa'sına dayanıyor. İnsanlar Tay-Sachs'ı Yahudi hastalığı olarak etiketlemeye o kadar me­ raklılardı ki bu hastalığın Kuzey Amerika' da ortaya çıkması, seyahat eden Yahudi kürk tüccarlarının. müşterilerinin eşleri ve kızlarıyla gayri meşru ilişkilere girdiği varsayımıyla açık­ lanıyordu. Bu "kürk tüccarı" varsayımı bir kenara bırakılmış454
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? tır, hastalığın Cajun ve Quebec türlerinin izi görünürde bir Yahudi bağlanhsı olmayan iki Fransız ailesine kadar sürüldü. Tay-Sachs'ın neden bu üç topluluk içinde ortaya çıkhğıru ise bilmiyoruz. Yaygın eğitim, tarama ve danışma hizmetleri bu üç grup içindeki Tay-Sachs vakalanru çarpıa ölçüde azaltmasına rağ­ men, bu hastalığı tedavi edemeyeceğimizi biliyoruz. İnançlı Yahudiler için, Dor Yeshorim örgütü bir çeşit anonim tarama sunuyor, böylece bir tarafa kesin bir Tay-Sachs damgası vur­ madan endişeli çiftlere evlenme ve çocuk sahibi olma riskleri anlahlabilecek. Bu girişim beyin omurilik sıvısına eksik enzi­ mi enjekte ederek genetik bir tedavi uygulamaya çalışmak gi­ bi oldukça yararsız girişimlerden çok daha faydalı olmuştur. Tay-Sachs tek bir gendeki mutasyonun yol açhğı hastalık­ lara çok tipik bir örnektir. Tek bir genin kusurlarından kay­ naklanan yaklaşık 6.000 hastalık var. Bunların çoğu, bebek ve çocukların ölümüne neden olan ciddi hastalıklar. Bunun ne­ deni temel vücut fonksiyonu rahatsızlıklarına sebep olmaları ve dolayısıyla kendilerim erken yaşlarda göstermeleridir. Teknik dille ifade edecek olursak, genler erkenden kendileri­ ni "dışa vururlar". Ve büyük çoğunluğu da çekiniktir. Baskın olsalar, hızla ortadan kalkarlardı, çünkü herhangi bir taşıyıa çocuk sahibi olacak kadar büyümeden hastalanırdı. Bu ne­ denle çok az baskın genetik bozuklu!< ileri yaşlarda ortaya çıkma eğilimindedir. Buna bir örnek Huntington hastalığıdır, yaklaşık otuz ila kırk beş yaş arasındaki yetişkinleri etkiler, ki bu kişiler o zamana kadar çocuk sahibi olmuş ve bilmeden hastalıklarını bir sonraki nesle geçirmiş olabilirler. Genetik bozukluğun üçüncü bir kategorisi de vardır; "cin­ siyetle bağlanhlı" denen gen kusurları. Bunlara X kromozo­ mu -"dişi" kromozomu- üzerindeki genlerdeki mutasyonlar sebep olur. Her kadında iki X kromozomu olduğu için, bu 455
Baş Belası icatlar kromozomlardan birinin bir mutasyon taşıması doğrudan doğruya sorun teşkil etmez: İkinci normal kromozom bunu telafi eder. Bu nedenle X kromozomlarından birinde bir mu­ tasyon olan bir kadın bir erkek çocuk doğurana kadar genel­ de sorun yaşamaz. Erkeklerde sadece bir X kromozomu var­ dır, dolayısıyla erkek çocuk annesinden "yanlış" olan kromo­ zomu aldığında, mutasyonun sebep olduğu hastalıktan mus­ tarip olacaktır. İki X kromozomundan birisi kalıtsal olarak alınacağı için, bir erkek çocuğun etkilenme olasılığı %50'dir. Bu hastalıkların içinde en kötü şöhretlisi hemofilidir: Kraliçe Victoria ve birkaç kadın akrabası taşıyıcıydı ve Çar 11. Niko­ lay'ın oğlu Çareviç'e geçti.14 Aşağı yukarı 300 tane cinsiyetle bağlantılı hastalık var, en yaygın olanı Duchenne kas distrofisidir. Duchenne kas distrofisi, geninde distrofiye yol açan kusur olan erkek çocuklarda felce sebep olur. Distrofin bir protein­ dir ve aslında kastaki toplam proteinin yaklaşık yalnızca %0,002'sini oluştursa da içindeki bir kusur ölüm cezası anla­ mına gelebilir. Bu çocuklarda yavaşça ilerleyen kas felci gö­ rülür: Bu durum ilk başta yürümelerini zorlaştırır ve çoğu ye­ tişkin olduklarında tekerlekli sandalyeye mahkum olurlar ama hastalıkları kötüleştikçe nefes almada gittikçe daha da zorlanırlar. Kısa ömürlerinin sonunda göğüslerindeki kaslar çalışmaz, eğer göğüs enfeksiyonundan ölmezlerse çoğunluk­ la boğularak ölme riskleri vardır. Duchenne kas distrofisini benim büyük kahramanlarım­ dan biri olan, Oxford Üniversitesi'nden Profesör Kay Davies kapsamlı olarak incelemiştir.15 Onun çalışması etkili bir teda­ viye çok daha yaklaşmamızı sağlıyor: gen kusurlarının sebep olduğu hastalıklarda pek rastlanmayan bir haşan. Distrofin üreten gen, gen bozukluklarının ONA analizinde yaşanan bir probleme ilginç bir örnektir. Bu gen vücuttaki en büyük gen456
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? !erden biridir; 2,3 milyon baz çifti uzunluğundadır ve farklı ailelerde genelde farklı mutasyonlar vardır. Meydana gelebi­ lecek yaklaşık 500 yanlış yazım var, herhangi biri proteinde bir kusura yol açabilir ve mutasyonlardaki bu çeşitlilik de hastalıkların şiddetinin kişiden kişiye değişebileceği anlamı­ na gelir. Aynca bu durum hastalığın teşhisini ve şiddetinin tahminini biraz daha karmaşıklaşhnr. Duchenne kas distrofisi olan insanlar için bir ümit olabilir. Doktor Qi Long Lu ile Terrence Partridge Hammersmith Hastanesi'nde benim de çalışhğım Imperial College'ta fareler üzerinde test edilen bir "gen yamasıyla" deney yaptılar. Bu deneyde ribozomlara genetik malzemeden küçük parçalar enjekte ediliyor, böylece ribozomlar mutasyona duyarsız ka­ lıyor ve böylece sağlam protein üretiyorlar. "Yama" farelerde test edildiğinde, distrofin üretimini başarıyla düzenleyerek kas fonksiyonunu iyileştirdi. Uzun bir süre genetikteki heyecan verici keşiflerin çok sı­ nırlı bir pratik değeri olacakmış gibi görünüyordu. Ancak son zamanlarda bazı dikkate değer başarılar kaydedildi. As­ hanti de Silva'nın doğuştan nadir görülen bir hastalığı vardı, genleri adenosit diminaz (ADA) denilen bir enzimi yapamı­ yordu. Bu yüzden kanında, bakteri ve virüslerle savaşan t­ hücresi yoktu. Bağışıklık sistemi ciddi biçimde tehlike altında olduğu için, Ashanti steril koşullar alhnda yaşamaya mah­ kumdu. Sıkı bir sterilizasyon olmazsa, en ufak bir enfeksiyon bile örneğin sizde veya bende birazak boğaz ağrısı veya si­ vilceye yol açabilecek bir şey ölümcül olabilirdi. Gen terapisinden önce ADA eksikliğinin tedavisi çocukla­ ra enzimin sentetik bir formunu enjekte ederek yapılıyordu. Ancak bu tedavi çok masraflı olmasının ve doğal olarak üre­ tilen enzim kadar etkili olmamasının yanı sıra, etkisi zaman içinde yok olur. Dört yaşına geldiğinde Ashanti'nin hastalığı 457
Baş Belası icatlar kötüleşmişti. Çaresiz anne babası 1990' da, o sıralar Los Ange­ les' teki Çocuk Hastanesinde çalışan, Southern California Tıp Fakültesi'nden genetikçi William French Anderson'a başvur­ du. Anderson insanlar üzerindeki ilk gen terapisi deneyleri için izin almaya çalışıyordu. Yukarıda bahsedilen bazı tek­ nikleri kullanan bu ekip ADA geninin fonksiyonel kopyaları­ nı Ashanti'nin kan hücrelerine ekledi ve kopyaları sonra tek­ rar vücuduna koydu. Ashanti'nin vücudu bunları reddetme­ di, hpkı başka bir kişiden organ nakledildiğinde olduğu gibi. Çünkü vücudu hücreleri kendisinin olarak tanımışh. Alh ay içinde Ashanti'nin t-hücresi sayısı çok arth. İki yıl içinde, alh yaşındaki normal bir çocuk gibi arhk okula gidiyordu. Bu tedavide mutlak bir başarı söz konusu değildi. Etik ne­ denlerden ötürü Ashanti gen terapisi denemesi sırasında sen­ tetik ADA'yı enjeksiyon halinde almaya devam etti ve enjek­ siyon kesildiğinde hastalığı kötüleşti. Bu nedenle, halen dü­ şük de olsa düzenli olarak alıyor. Ancak doktorlar öğrendik­ leri dersleri bir sonraki safhaya taşıdılar. 2002'de yeni bir tek­ nik deneyerek, vücudu kendi ADA kaynaklarını oluşturması için teşvik etmek amaayla değiştirilmiş kök hücreler kullan­ dılar. Bu terapi enzimin sentetik versiyonuyla tedavi edilme­ miş çocuklarda denendi ve sonuç pozitif oldu. İlk tedavi edi­ len çocuk iki yaşındaki Filistinli bir kız olan Salsabil' di. Salsa­ bil' in hayab şimdi o kadar normal ki suçiçeğini bile yardım almadan atlatmayı başardı. Daha önceleri bu virüs onu öldü­ rebilirdi. O halde ara sıra gen bilgimiz tedaviye dönüştürülebilir. Bunu yapmanın üç temel yolu var: kusurlu genlerin yerine çalışan kopyaları koymak; diğer genlerin faaliyetlerini engel­ leyebilen değiştirilmiş genler yerleştirmek; öz yıkım meka­ nizmalarını başlatabilen "intihar genlerini" kullanmak veya tehlikeli hücreleri saldınlara karşı daha savunmasız kılmak. 458
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Bu teknikler arasında fark yoktur, hepsi de heyecan verici olasılıklar içerir. Gen terapisinin ortaya athğı bazı olasılıklar hakikaten ola­ ğanüstü. New York'taki Rochester Tıp Merkezi Üniversite­ si'nden bir ekip gen nakliyle ölü kemik dokularını canlandır­ manın bir yolunu buldu. Kemik kanserinin tedavisinde nor­ malde hastalıklı doku çıkarılıp, yerine bir ölü bedenden nakil yapılır. Fakat içimizdeki kemikler gerçekten yaşar ve nefes alır; içlerinde sürekli olarak ince çatlaklar oluşup, tamir için yeni doku örülür. Ölü kemikler bunu yapamaz; bu yüzden nakil parçaların raf ömrü kısadır, ufalanmaya başladıkların­ da yeni bir nakil gerekir. Profesör Edward Schwarz'ın önderliğindeki Rochester ekibi farelerde tamir proteinlerinin üretimini sağlayan gen­ lerden iki tanesini tanımladı.16 Sonra zararsız bir virüs tasar­ layıp bu virüsün DNA'sıru gerekli genlerin DNA'sına tuttur­ dular. Virüs içeren macunun dondurularak kurutulması için bir teknik geliştirdiler. Bu macun daha sonra ameliyat sıra­ sında bir nakil kemiğe direkt olarak sürüldü. Virüs kemiğin etrafındaki dokuya bulaşarak tamir proteinlerini açtı, etkin biçimde ölü maddeyi canlı, kendi kendini düzenleyen bir do­ kuya dönüştürdü. Bu teknik sanki bilim kurgu gibi görünü­ � yor ve şimdiye kadar sadece farelerde denendi. İnsanlarda görülen birçok hastalık söz konusu olduğunda, bunların ço­ ğu hala uzak ve hatta bilimkurgu alemlerine daha yakın. YENi SİMYACILAR HALA İKSİR ARIYOR Yıllar içinde bisiklet sporu kadar değişen çok az spor vardır. Yeni malzemeler sayesinde daha güçlü, hafif bisikletler yapıl­ dı. Tıptaki ilerlemeler sporcuların vücutlarını beslenme, izo­ tonik içecekler ve özel eğitim sistemleriyle güçlendirmelerini mümkün kıldı. O yüzden 1903' teki ilk Tour de France yan459
Baş Belası icatlar şında birincinin hızı saatte ortalama 25 km'nin biraz üzerin­ de olduğu halde, günümüzde başarılı bisikletçilerin 4.000 km'nin en iyi kısmında saatte 40 km hızla gitmesine pek şa­ şırmıyoruz. Bisiklet sporunun değişmeyen bir yönü varsa o da ilaçlar­ dır. Paris-Roubaix yarışı yaklaşık 280 km'lik engebeli ve par­ ke taşlı yollarda bir gün içinde tamamlanan klasik yarışma­ lardan biridir; kazanana bir plakaya monte edilmiş kaldırım taşıyla birlikte hatırı sayılır miktarda para da verilir. (Görü­ nüşe göre altın kaplama kaldırım taşını hakkaniyetsizce alan bu yarışın organizatörleridir.) Nisan 1903'te kocaman bıyıklı, geniş göğsüne ünlü kırmızı mavi çizgili yeleğini geçirmiş Hippolyte Aucouturier bu yarışı 100 m farkla kazandı. Böyle­ ce temmuz ayında yapılacak bir sonraki Tour de France'ın fa­ vorisi oldu. Fakat Aucouturier ilk etapta daha 320 km gitmiş­ ti ki kamına giren kramplar yüzünden durdu, hıçkırarak yo­ lun yan tarafına çöktü. Görünen o ki saatlerce selede oturma­ nın ağrısını gidermek için şarap içmiş ve eter koklamıştı. Henri Pelissier 1923 Tour de France'ın şampiyonu oldu. Birkaç yıl sonra en iyi dönemlerini geride bıraktığı için hayal kırıklığı ve hüsrana uğrayan bu son derece saldırgan sporcu kansı Leonie'ye çok eziyet etmeye başladı. Kansı en sonunda dayanamayarak 1933'de kendini vurdu. Bu olaydan üç yıl sonra Pelissier sevgilisi Camille Tharault'ı mutfak bıçağıyla tehdit ederek yüzünü parçaladı. Sevgilisi, Leonie'nin kendini vurduğu silahı kaparak beş el ateş etti. Bir kurşun Henri'nin şahdamanna isabet edince Henri kanamadan öldü. Henri manşetlere ilk kez çıkmıyordu. Daha önce 1924'de, Henri Pelissier ve kardeşi Francis Tour de France sırasında bir Fran­ sız gazetecisine röportaj verdiklerinde bu spor dalı skandalla sarsılmıştı. "Tour de France'ın nasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz," demişti Henri. "Bu bir zulüm. Daha da kötüsü, Cross yolun460
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? da sadece 14 ve bizimkinde de 15 istasyon var, baştan sona eziyet çekiyoruz. Nasıl dayanabildiğimizi öğrenmek istiyor musunuz? işte (çantasından bir ilaç şişesi çıkardığı yazılmış­ h) "bu kokain, gözlerimiz için. Bu da kloroform, dişeUeriıniz için.' "Doğrusu şu ki," dedi Francis, "Dinamit üstünde yol alı­ yoruz." Henri Pelissier gün boyunca bisiklete bindikten sonra kA­ ğıt gibi bembeyaz olduğundan ve ishalden iliğinin kemiğinin kuruduğundan bahsediyordu. "Geceleyin," dedi, "Uyuyamı­ yoruz. Sanki St. Vitus's Dansını yaparmış gibi seğiriyor, dans ediyor ve oynuyoruz... " 14 Temmuz 1967'de Yorkshire Post Britanya'run en ünlü bi­ sikletçisi Tommy Simpson'ın öldüğünü duyurdu. Gazete Tommy'nin Tour de France sırasında, deniz seviyesinden 1.800 m yukarda olan Ventoux Dağı'nda yol alırken hipeter­ miden öldüğünü yazmışh. Zirveye çıktıktan birkaç metre sonra gidonun üzerine yığılıvermiş ve bisikletten düşmüştü. Bisikletine tekrar binmesine yardım etmişler ama sonra he­ men yine yıkılmışh. Hipetermi geçirsin geçirmesin. onun ölü­ müne yol açan ani kalp durmasının nedeni uyana olarak kullandığı çok miktardaki amfetarnindi. İngiliz takımının ge.ri kalan dört üyesi Tour'a devam etmeye karar verince takım kaptanı Alec Taylor şöyle dedi: "Tommy'yi çok iyi tanırdım, eminim o da böyle yapmamızı isterdi." Kanıtlar dopingin günümüzde de devam ettiğini gösteri­ yor, hatta daha da etkili bir şekilde. Kuşkusuz ilaçlan tespit edebilme becerisi de aynı şekilde gelişmiştir ve bu kısmen ge­ netikteki ilerlemeler sayesinde gerçekleşmiştir. 1998'deki To­ ur de France sırasında, Belçika Fransa sırunndaki gümrük memurları Festina takımının masaj terapisti Willi Voet'i dur­ durdu. Voet'in eşyaları arasında 400 ampul eritropoetin 461
Baş Belası icatlar (EPO) çıkh. EPO ilk olarak 1985'te vücudun alyuvar üretimi­ ni arhrmaya çalışan bir Amerikan şirketi tarafından ayrışhnl­ mışh. Böbrek yetmezliğinin veya HIV tedavilerinin sebep ol­ duğu ağır anemide etkili olan fakat masraflı bir tedavide kul­ lanılır. EPO enjeksiyonunun, kişi anemi hastası olsun olma­ sın, alyuvar sayısını arhrdığı ortaya çıkh. Sağlıklı bireylerde daha çok alyuvar oksijen kapasitesini ve bu da dayanıklılığı artırır. Zaferlerin saniyelerin kesirleri içinde elde edildiği bi­ siklet sporu gibi sporlarda, EPO kullanımı avantaj sağlayabi­ lir. Bu tarz tedaviler risklidir. Alyuvar sayısını artırmak kanı yoğunlaştırıp pıhh olasılığını arhrabilir, özellikle de dar da­ marlarda. Ve kanın yoğunluğu artarsa da, kalp kanı etkin bir şekilde pompalayamayabilir. Ardından kalp krizi ve ölüm gelebilir, doksanların başlarında bu ilaçtan alan birkaç Hol­ landalı bisikletçinin başına geldiği gibi. Peki, ya vücudun kendisinin fazladan EPO üretmesi ve süreci kendi dahili me­ kanizmaları vasıtasıyla düzenlemesi sağlanabilirse? Genleri­ mizin dayanıklılığımızı artıracak şekilde değiştirilebildiğini farz edin. İlle de prestijli bisiklet yarışlarını kazanmak için değil, günlük yaşamla daha iyi başa çıkabilmek veya örneğin yaşlanmanın etkilerini azaltmak için? Bu mümkün olabilir. 1997'de Chicago Üniversitesi'nden Profesör Jeffrey Leiden ile meslektaşları, fare ve maymunlara fazladan bir EPO geni içeren bir virüs enjekte ettiler.11 Yine vi­ rüs hücrelerin çekirdeğine giriş yapmak için kullanılan bir çe­ şit Truva atı gibiydi, DNA'sı EPO geninden gelen ilgili DNA'yla birlikte genomun içine dahil edildi. Tek bir işlem­ den sonra hem maymun hem de farelerde devir daim eden alyuvar sayısı birden fırladı. EPO gen terapisi maymunların bisiklete binmelerini ilerletmemiş olabilir, ama bu tedaviyi alan maymunların dört yıl sonra alyuvar sayılan hala fazlay462
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? dı. Bu da insanların bir defalığına veya çok seyrek tedavi ola­ rak kuvvetlerini artırma olasılığını artırır. Aynca gen terapi­ sini bir tedavi aracı olarak kullanmakla güçlenmek için kul­ lanmak arasındaki belirsiz çizgiyi de gösterir. Methuselah Kuruluşu'nun başkanı ve baş bilim uzmanı Dr. Aubrey de Grey'in öne sürdükleri daha da ekstremdir. Bu kuruluş epeyce muammalı. Azımsanmayacak miktarda bir­ çok bağış sözü almakla övünen bu kuruluş, görünüşe göre aslında çoğunlukla sonsuza dek yaşamak isteyen bireylerden gelen çok küçük bağışlarla finanse edilmektedir. Belki de böyle ihtirasları olan kişiler için küçük bağışlar en iyi strateji­ dir. De Grey'in mezun olduğu bölüm biyoloji değil de bilgi­ sayar bi1imleri olduğu halde, yaşlanma araştırmaları alanın­ da Cambridge Üniversitesi'nde doktora yapmıştır. Sonsuz yaşamın mümkün olduğunu ve gelecekte de çocuk sahibi ol­ mak isteyenlerin, ölerek çocuklarına yer vermek isteyen baş­ ka birilerini bulması gerekeceğini öne sürmüştür. Bunun gibi yorumları ve neredeyse göbeğine kadar gelen uzun, kırmı­ zımsı, dağınık sakallı çarpıcı görünümüyle Dr. de Grey gaze­ teciler için adeta bir armağan gibidir; üniversitede görünüşe göre sürekli bir makamı olmamasına rağmen, çoğu onu "Cambridge Üniversitesi" yaşlılık sorunları uzmanı veya ge­ netikçisi olarak tanıtır. Şu var ki kendisi birçok raporun yazarı: Neredeyse bütün biyolojik araştırma raporlarının kayıtlı olduğu Washington, PubMed' deki tıp indeksinde ben doksan tane saydım. Yayın sayısı tek başına yayınların yeterliliklerinin veya kusurlarının göstergesi değil elbette. Benim tahminime göre bu raporların hiçbiri kendisine ait ciddi bir araştırmanın ürünü değil, hiçbi­ ri de Grey'in insan hayatını uzatabileceğine dair yeni bir de­ neysel kanıt sunmuyor; sadece inceleme veya mantıklı görü­ nen fikirlerin açıklamaları gibiler ve çoğu da de Grey'in baş 463
Baş Belası lcatlar editör olduğu kendi dergisinde yayımlanıyor. De Grey ayn­ ca New York Bilim Akademisi Yıllığı'nda yayımlanan bir ra­ porun eş yazan, adı birkaç saygın araştırmacının yanında gö­ rünüyor. Daha önce de tarbşmalı şahsiyetler bir alanda tanın­ mış bir statüsü olan insanların eş yazarlığından yararlanmış­ hr. Tamamlanmı ş bir çalışma raporundan çok bir görüş bildi­ risi sayılabilecek bu çalışmada de Grey ile diğer yazarlar ya­ şamı uzatmak için birkaç ilgi çekici teknik anlatmışlar.18 Tek­ niklerden biri mitokondri DNA'sını çekirdeğin içine taşımak ki orada zamanın tahribabndan ve birikip mutasyona sebep olan yüklü moleküller olan serbest radikallerin faaliyetlerin­ den uzakta olacaklar. Diğer öneriler arasında, hücrelerin için­ de ve dışında birikerek Alzheimer hastalannın beyinlerini b­ kayan amiloyit gibi plaklann oluşumuna yol açan "çöp" maddenin çıkanlması var. Ancak de Grey'in bu alandaki di­ ğer çalışmalan sahte bilim� olarak tanımlaması dikkate de­ ğerdir fakat kendisinin insanlann birkaç yüzyıl yaşayabilece­ ği iddialan da bana sahte bilim gibi geliyor. De Grey kesinlikle tartışmalı bir figürdür. Ancak Yıllık'ta­ ki bu çalışmada yer alan bazı diğer eş yazarlar genler ve yaş­ lanma arasındaki bağlantıyla ilgili sağlam araşbrmalar yap­ mışlardır. Bunlardan biri San Antonio'daki Teksas Üniversi­ tesi'nde aynı departmanda yıllar önce ikimizin de profesör olduğu, şu anda Southem Illinois Üniversitesi'nde çalışan saygın Andrzej Bartke'dir. Profesör Bartke farelerin, daha az büyüme hormonu üretecek ve insüline daha az duyarlı ola­ cak şekilde genetiklerini değiştirdi ve bu farelerin ömürleri normal laboratuvar farelerinden %66 daha uzun.20 Bu sizin veya benim 130 yaşına kadar yaşamamıza eşdeğerdir. Yuvarlak kurt, fare ve meyve sinekleri gibi farklı türler üzerinde yapılan araştırmalarda amaç çok küçük renetik de­ ğişikliklerin ömrü ne kadar uzatabileceğini keşfetmek olmuş- 464
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? tur. Bununla bağlanhlı aşağı yukarı yüz kadar gen tarumlan­ mışhr. Bazıları, Andrzej Bartke'nin farelerinde olduğu gibi değiştirildiklerinde, insüline karşı duyarlılığı azaltarak işlev görürler. Diğerleri hücreleri serbest radikallerin bereleme, elektron çıkarma etkilerine karşı korurlar. Bazıları da düşük kalorili bir beslenmenin etkilerini taklit ediyorlar ki bu tarz bir beslenme halen tam olarak anlaşılamayan nedenlerden ötürü zaman, stres, ısı ve toksin gibi faktörlerin hücrelerimiz­ deki ONA üzerinde yol açhğı zararı azalhyor. Bunlardan hiç­ biri şu ana dek insan denekler üzerinde denenmemiştir. An­ cak benzer genetik değişikliklerin fare ve meyve sineği gibi farklı türlerde bağlanhlı sonuçlara yol açması biraz yararlı olabileceklerini düşündürtüyor. · "Sonsuza dek yaşamanın" başka bir yolu ise kişinin ken­ disini klonlatmasıdır. Ocak 2008'de Samuel Wood isimli bir bilimci bunu başardığını ilan ettiğinde de dünya basını vakit kaybetmeden yorumlarda bulundu. California' daki Stema­ gern adlı bir kök hücre şirketinde çalışan Dr. Wood tüp bebek tedavisi gören kadınların bağışladığı döllenmemiş yumurta­ ları kullandı. Çekirdeklerini çıkardı, onların yerine kendi de­ ri hücrelerinden birinin çekirdeğini yerleştirdi. Ufak bir elek­ trik yüküyle hücre bölünmesi hızla başlatıldı ve en azından üç embriyo toplam beş gün yaşadı.21 Dr. Wood, daha sonra onları büyütmeye devam etmek etik olmayacağı için yok et­ tiğini söyledi. Kök hücre araşhrmalanrun potansiyeli hususunda merak­ lı fakat ernbriyo hücrelerini elde etmenin yasal, etik ve teknik zorlukları konusunda endişeli olanlar Dr. Wood'un çalışma­ sını hoşgörüyle karşıladılar. Diğerleri içinse bu ahlaki bir re­ zaletti. Tıbbi tedavide önemli bir gelişme için kullanma husu­ sunda ciddi bir olasılık yoksa, gönüllülerden yumurta almayı haklı çıkarmak zordur. Ancak "ahlaki rezalet" çok çeşitli tür- 465
Baş Belası icatlar de yeniliklere tepki vermek için tarih boyunca var olmuş olan bir dayanaktır. Osmanlı padişahları baskı makinelerini ilk duyduklarında, bunları kullanacak olanların idam edileceği­ ni buyurdular. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, bu­ harlı ve benzinli araçlar saatte 30 km' den hızlı yol aldıkların­ da, taşıdıkları insanları vücuduna ne olacağına dair tıbbi dü­ şünceler dile getirildi. Bir icadın sonuçlarından korkmak icat etmek kadar insani görünüyor. Her neslin payına düşen han­ gi korkularının gerçek olduğunu ve nedenini düşünmektir. TEHLiKELi TEDAVILER 1 Temmuz 2007'de Jolee Mohr'un bir kotranın güvertesinde çekilmiş fotoğrafı, adeta bir sağlık ve güzellik resmi gibi. Otuz beş yaşında, beş yaşında bir kız çocuğunun annesiydi ve romatizma! eklem iltihabı olmasına rağmen dolu dolu ya­ şamış, aktif bir kadındı. Fotoğraf çekildikten birkaç saat son­ ra, Jolee Mohr'un sağ dizine gen yüklü bir virüs enjekte edil­ di ve bu olaydan birkaç gün sonra Jolee öldü. Jolee'nin ailesinin avukatlarına göre, doktoru Jolee'yi bir gen terapisi deneyinde yer alması için teşvik etmişti. Avukat­ lar doktorun Jolee'ye terapiyi, terapinin güvenliğini belirle­ yecek bir deneyden çok potansiyel bir tedavi gibi tanıttığını iddia ediyorlar. Jolee'nin ölümü, hayatı tehdit edici hastalık­ lar dışındaki hastalıklar için gen terapisinin etik olup olmadı­ ğı sorusunu akıllara getirdi. Jolee öldüğünde Birleşik Devlet­ ler'de yürütülen aşağı yukarı 130 ruhsatlı gen terapisi deneyi vardı, bunların çoğunluğu kanser gibi ölümcül hastalıklar içindi. Şu var ki on kadarında da daha hafif olan veya Jolee Mohr'un durumunda olduğu gibi mevcut tedavilerle kontrol altında tutulan hastalıklar hedeflenmişti. Ancak gen terapisi ilk kez kötü haber olmuyordu. Eylül 1999' da on sekiz yaşındaki Jesse Gelsinger deneysel gen tera- 466
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? pisinden sonra hayatını kaybetti. Jesse' de ornitin transkarba­ milaz eksikliği denen nadir görülen bir hastalık vardı; bu has­ talık vücutta amonyak birikmesine yol açar, ağır vakalarda, özellikle bebeklerde, beyin hasarı ve ölümle sonuçlanır. An­ cak }esse zinde, aktif ve sportifti, sıkı diyetinden sapmadığı müddetçe, her gün çok sayıda hap alması gerektiği halde hastalığından ötürü büyük bir tehlike altında değildi. Dr. Jim Wilson'ın deneysel gen tedavisine girecek olan bir gönüllü çekilince, boşalan yerin Jesse'ye teklif edilmesi Jesse'nin şans­ sızlığı oldu. Jesse'nin deneye neye dayanarak dahil edildiği­ ni hiç anlamıyorum: O zaman dahi gen terapisinin riskli ola­ bileceği belliydi ve Jesse'nin daha iyiye gitmek için bu teda­ viye özellikle ihtiyaa yoktu. Birçok kişinin dediğine göre, Dr. Jim Wilson başarılı bir gen terapisi uygulayan ilkler arasında yer alabilmek için hay­ li zorlu bir yarışta hedefe kilitlenmiş, hırslı bir doktordur. Ka­ muoyunda bu kadar iyi bilinen bir alanda ödüllerin büyük olması muhtemeldi. Yani öyle görünüyor ki Jim Wilson'ın, hastanın klinik deneye alınmadan önce bilgilendirilerek ona­ yının alınmasının pek ciddiye alınmadığı bir deneyde yer al­ ması da yine Jesse'nin talihsizliğiydi. Görünüşe göre ne Jesse ne de anne babası riskleri tam olarak anlamış değildi, ne de bu yöntemle tedavi edilen birkaç maymunun kısa süre sonra öldüğü onlara bildirilmişti. Jesse deneyde yer almaya razı ol­ du, çünkü bu hastalık yüzünden bebeklerin öldüğünü bili­ yordu ve bu konudaki bilgi birikimine katkıda bulunmak için kendi payına düşeni yapmak istedi. ]esse korkunç şekilde öldü. DNA'yı hücrelerine taşımak için tasarlanmış adenovirüsten özellikle yüksek dozda veril­ mişti. Ateşi 40 dereceye çıktı ve sanlık oldu; damarlarındaki kan derece derece tıkandı ve akciğerleri ile böbrekleri iflas edip, bütün hayati organlan durma noktasına gelirken }esse 467
Baş Belası icatlar azar azar şişerek su topladı. Dört gün sonra da öldü. Birçok insana Jesse'nin durumunda, araşhnnaaların zafer uğruna ölüm kalım risklerini göze almaya hazır oldukları düşüncesi cazip gelebilir. Ancak araşhrmaalann zaferi için söz konusu olan Jesse'nin ölüm kalımıydı. X-SCID de cinsiyetle ilişkili başka bir nadir görülen gen kusurudur, buna özel bir proteinin oluşumunu engelleyen IL2RG genindeki mutasyonlar neden olur. Erkek bebeklerde görülen ciddi bir hastalıkhr, yeteciiz bir bağışıklık sistemine sebep olur. Bu çocuklar enfeksiyonlara öyle yatkındırlar ki mikropsuz bir ortamda yaşamak zorundadırlar ve insanlarla normal bir ilişki kuramazlar. Kandaki akyuvarlar normal protein olmadan uygun bir şekilde gelişemez ve dolayısıyla vücudu koruyamaz. Bu bebeklerin geleceği, en hafif deyimiy­ le çok karanlıkhr; tabii eğer bizzat riskli, pahalı bir tedavi olan ilik nakli olabilecek kadar şanslı değillerse. Bu ''baloncuk içindeki çocuk" hastalığına gen terapisi, ilk kez 2002'de Fransa' da on bir bebeğe uygulandı. Birkaç yıl içinde bu çocuklardan dördünde lösemi ortaya çıkh ve biri öldü. Öyle görünüyor ki düzeltilmiş geni hücrelere naklet­ mek için kullanılan virüs hastanın DNA'sırun farklı bölgele­ rine rastgele dahil olmuştu, öyle ki bazı vakalarda genin bir­ çok kopyası bebeklerin genomuna girmişti. Ve en az bir va­ k.ada, bu dahil olma kanser kontrol eden bir gende vuku bul­ muş, fonksiyonunu bozmuştu. Bu da çocuğun lösemiye ya­ kalanma riskini arhnnış olabilirdi. Bu uyan niteliğindeki sonuç Londra'daki Great Ormond Street Çocuk Hastanesi'ndeki doktorları benzer bir tedaviyi denemekten alıkoymadı. Şimdiye kadar X-SCID'si olan on çocuk orada tedavi edildi ve görünüşe göre hepsinde de te­ davinin sonucu olumlu oldu: Bir çocukta lösemi ortaya çıkh ama tedavi edildi. 468
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? X-SCID'li bebeklerde gen terapisini denemek ile Jesse Gel­ singer'in durumu arasındaki fark çok keskindir. Bu çocuklar­ da gen tedavisinin denenmesi makul görünüyor, çünkü bu tedavi yapılmazsa muhtemelen ölecekler. Bir anne babanın çocukları üzerinde deneysel bir tedavi uygulanmasına onay vermesi her zaman zor olsa da, bu anne babaların hepsi de potansiyel riski biliyordu ve tam anlamıyla bilgilendirildik­ ten sonra, çocukları için en iyi olduğuna inandıkları şeye ka­ rar verdiler. Sonuç olarak, potansiyel olarak tehlikeli bir viral hastalık taşıyıcısıyla yapılan bir tedavi söz konusu halde, bu deneye devam edilmesine izin verme karan etik görünüyor. Bilimciler "Truva atı" virüslerinden doğabilecek sorunlar üzerinde çalışıyorlar. Muhtemel bir "araç" da, dünya nüfusu­ nun aşağı yukarı %80'inin çok az semptomlarla taşıdığı bir nezle/ grip/ farenjit virüsü olan AAV'dir. Başka bir teknikte de virüs hiç kullanılmıyor, bunun yerine yağlı lipit molekül­ leri desteleri içine genler yerleştirilip, ultrasonla tetiklenerek belli bölgelere salıveriliyorlar. Üçüncü ve aynı şekilde deney­ sel bir yöntemde "çöp DNA'nın bir parçası kullanılıyor: Çöp _ DNA'nın rolü halen kısmen anlaşılmışhr ama bildiğimiz bir şey varsa o da bir hücre gen diziliminin belli parçalan üzeri­ ne yönelme becerisi ne sahip olduğudur. Bu tekniklerin hepsi işe yarayabilir veya hiçbiri bir çözüm sunmayabilir. Şüphesiz birilerinin bir cevap bulması muhte­ meldir, fakat ancak halkın ve devletin gen terapisine olan yaklaşımları adil· ve açık fikirli olmaya devam ederse. Bunun sorumluluğu esasen bilimcilerdedir. Sırf "çığır açan buluşu" ilk yapan kişi olmak adına ihtiyatsızca ilerlemek tedavilerin geliştirilmesine engel olabilir. ONA TARAMASI, ONA KANITI: VAAT VE TEHDİT İnsanın gen dizilimi nihayet ortaya çıkarıldığında, Britanyalı bilimciler Atlantik'in bu tarafında iyi iş becerildiği için gurur469
Baş Belası icatlar luydular. İngilizlerin çalışmasını fevkalade bir kurum olan Welcome Vakfı finanse etmişti. Genomun çıkarıldığı duyuru­ sunu, kurumun müdürü Mike Dexter bu gelişmenin "teker­ leğin icadından daha önemli olduğunu"22 söyleyerek övgüy­ le karşıladı. Dexter şöyle devam etti: "Tekerleği yapan tekno­ loji bence arhk geride kalmışhr. Ancak bu şifre insanoğlunun özüdür ve insanlar var oldukça bu şifre de önemli olacak ve kullanılacak." Genom tekerlekten daha önemli olabilir, fakat bu bildiriden neredeyse on yıl sonra, o kadar da devir yapmış görünmüyor. Bu çalışmada yer alan bilimcilerden John Suls­ ton23 belki de düşünmeden büyük konuştu: "İnsanlar bin yıl yaşayabilir ve biz sadece insanların değil bütün yaşamın bil­ gisine ulaşabiliriz." Birilerinin çıkıp da Shakespeare'in oyun­ larından birini okuyarak veya Andrew Marwell'in şiirlerine göz atarak insanın çok iyi anlaşılmasının mümkün olduğunu öne sürmesi mazur görülebilir. Bu bilgi elbette önemlidir; ancak bu aşamada genomun çı­ karılmasının gezegenimiz üzerindeki birçok organizmaya yararlı olduğunu iddia etmek güçtür. Bu esnada bilimcilerin hevesli abartılı konuşmalan saçma beklentilere yol açabilir. Öyle ki insan genomu projesine çok destek vermiş olan ABD Başkanı Bili Ointon'ın iyimser bir tahminde bulunmasında pek şaşacak bir şey yoktur: "Artık çocuklanmızın ileride kan­ ser sözünü duyunca akıllarına yalnızca takımyıldız gelmesi akla yatkın görünüyor." Belki de bu sözler insan doğası hak­ kında, insan genomunun çıkarılmasından elde edilen bilgi­ lerden daha çok şey söylüyor. DNA alfabesinin harfleri bize aslında kendimiz hakkında çok az şey söyler. Evet, dizilimdeki kişiye özgü varyasyonlar bize eşsiz bir "parmak izi" verebilir ama bu diğer bireylere benim hakkımda, pasaportumun arkasındaki imzadan biraz­ cık daha fazlasını anlabr. Doğru, yazılışın bazı varyasyonlan 470
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? hangi hastalıklara yakalanma olasılığımın ortalamadan daha fazla olduğu hakkında ipucundan daha fazlasını verebilir ve ara sıra nadir görülen tek bir gen kusurunda bu ciddi hasta­ lıkların birinden hangi semptomların bende görüleceğine da­ ir oldukça doğru tahminlerde bulunulmasını sağlayabilir. Ancak DNA diziliminin çıkarılması genelde bir bireyin sağ­ lık durumunu tahmin etmede iyi bir yol değildir, çünkü baş­ ka birçok faktör devreye girer. Bende aynı zamanda yüksek tansiyon, kalp hastalıklarıyla ilişkili varyasyonlar veya or­ ganlanmdan birinde ortalamadan daha fazla kanser riski ola­ bilir ama bu demek değildir ki bende bu hastalıklar çıkacak; aynı şekilde "yaşam tarzımda" yapacağım bir değişikliğin de bu riski nasıl azaltacağı belli değildir. Gen testi gerçeği daha endişe vericidir. Geçenlerde bir TV programında, üç ünlü kişi kalp hastalıkları, felç veya Alzhei­ mer gibi çeşitli hastalıklardan ölme olasılıklarını öğrenmek için genetik taramasına girdiler. Program daha çok Londra'da tarama hizmeti veren şirketin uzun uzadıya reklamı gibiy­ di. Bir doktor testlerin niteliğini ve bulgularını oldukça anla­ şılır biçimde açıklarken, elimde olmadan bu eğilimin bizi ne­ relere götüreceğini merak ettim. Şu anda bir İngiliz şirketi postayla tarama hizmeti veriyor, sadece 500 sterlin karşılığın­ da müşterinin Crohn hastalığından, çoklu sertleşim ve göğüs kanserine dek çeşitli rahatsızlıklara yakalanma olasılığını su­ nuyor. Farklı genlerin ve çevresel faktörlerin karmaşık etkileşimi göz önüne alındığında, bu testlerin yalnızca sınırlı bir değeri olabilir. Tablonun, bilgi durumumuzla birlikte sürekli olarak değişiyor olması muhtemel ve bu bilgi interneti veya yazılı raporları kullanarak etkin biçimde iletilemez. Ben genetik ku­ surlar için taramadan geçmek isteyen çiftlerle ilgilendiğimde, tam bir danışma sürecinden geçiyorlar. Onlara bilginin içe471
Baş Belası icatlar rimlerine dair eğitimli profesyonellerce detaylı tavsiye ve açıklama, ayrıca öğrendikleri üzerinde düşünüp taşınmaları için de zaman veriliyor. Genetik nedenlerle alakalı daha yay­ gın sorunlar için tarama teklif edildiğinde, bu sürecin de ay­ nı şekilde kapsamlı olması gerekiyor. Eğer bana Alzheimer' a yakalanma olasılığımın normal bir kişiden "dört kat daha olası" olduğu söylenirse, bu ne anlama geliyor? önleyici adımlar atabilir miyim? Çocuk sahibi olabilir miyim? Eşime, patronuma veya sigorta şirketime söylemeli miyim? Daha iyi bilgilendirme olmadığı müddetçe, bu tarz posta testleri gönül rahatlığı vaat ettikleri halde, korku ve belirsizliğe yol açan mayın tarlaları olabilirler. Sanırım bazı meslektaşlarımın iyimser beyanları ONA ta­ rama hizmetleri sunan şirketlere cesaret verdi. Bu şirketler ço­ ğunlukla genomlarının (aslında genomun çok küçük bir bölü­ mü) analiz edilmesinden herhangi bir yarar edinmesi olası gö­ rünmeyen, son derece sağlıklı insanların korkularını sömüre­ rek bir çeşit güvenlik sunuyor gibiler. Bu tarz şirketlerden bi­ rinin reklamı şöyle: "ONA taraması: Bilimsel olarak kanıtlan­ mış, kesin gerçekler!" "Gen ONA Tarama Analiz servisiyle amaamız," diye başlayıp şöyle devam ediyor: "Müşterilere genetik profillerine en uygun olan, sağlık ve hastalık önleme için genel bir yaşam tarzı planı surunakbr." Reklam ONA ana­ lizi sayesinde sağlık veya sağlıksızlığın doğru tahmin edilebil­ diğini ima ediyor ama bu orta yaşa kadar kendini gösterme­ yecek Huntington hastalığı gibi baskın gen kusuru taşıyan en­ der bireyler hariç, doğru değil. Ve bilinen hiçbir "yaşam tarzı değişikliği" de bu teşhisi değiştirmeyecektir. Bazı kişilerin ge­ netik yapılan nedeniyle göğüs kanseri veya kalp hastalıkları­ na yakalanma riski büyük olabilir, ama yaşam tarzında yapı­ lacak bir değişikliğin büyük bir fark yaratacağına dair kon­ trollü bir kanıt henüz tespit edilmemiştir. 472
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Reklamın devamında DNA'nın yaşamın genetik talimat elkitabı olduğu ve bizim biyolojik yönden eşsiz bireyler ola­ rak yiyecek ve çevreye eşsiz yollardan tepki verdiğimiz belir­ tiliyor. Sağlıklı olmak ve performansımızı artırmak için, "bes­ lenmemizi ve yaşam tarzımızı bize özgü genetik talimat elki­ tabına uydurmamız" gerekiyor. Bu şirket bir DNA örneği al­ dıktan sonra müşterinin "genetik skorunu" (bu ne demekse artık) veren ve "şu önemli temel yaşam elementlerinin: Kalp sağlığı, B vitamini kullanımı, Detokslama, Antioksidanlar, Kemik sağlığı, İltihap, lnsülin Direncini" gösteren kişiye öz­ gü bir rapor vaat ediyor. Aynca şirket genetik profilinize gö­ re biçimlendirilmiş ve optimum sağlığı kazanma ve hastalık­ lara karşı savunmaya yönlendirilmiş "kişisel bir beslenme, besin maddesi, vitamin ve mineral gereksinimleri setini" de düzenleyecektir. Reklam şu şekilde bitiyor: "Beslenme uz­ manlarımız, uygun gördükleri yerde, sağlık ve sıhhati artır­ dığı kanıtlanmış kişiye özgü bir nutrasötik rejimi tavsiye ede­ cektir." "Nutrasötik" kelimesini sözlüğümde bulamadım. Bildiğim kadarıyla bu tarz ONA taramasının, ki ucuz değil­ dir, herhangi bir sağlık değeri olduğuna dair araştırmalardan elde edilmiş en ufak bir kanıt dahi yok. Kuşkusuz biz DNA' daki farklı varyasyonlar ve bu varyas­ yonların daha yaygın görülen hastalıklarla ilişkileri hakkında daha çok bilgi sahibi oldukça, genetik riskleri de daha iyi tah­ min edebileceğiz.24 Bazı tahminlere göre, üç ila beş yıl içinde kişinin bireysel DNA'sının önemli bir miktarını analiz edecek kadar güçlü olmaları şartıyla, bu ticari testler daha yararlı olabilir. Ancak yakın tarihli bir makalesinde Jennifer Cou­ zin'in dikkat çektiği gibi, en güçlü genetik bağlantıları olan yaygın görülen hastalıkların birinde bile -göğüs kanseri- bu testler en iyi ihtimalle %8- 10' a kadar bir risk tanımlayabilir­ ler .25 O halde gerçek risk gereksiz tarama ve testlere girmek, 473
Baş Belası icatlar çok endişelenmek olabilir, hatta yanlış bir pozitif sonuca ba­ karak tümör aldırmak için göğüs ameliyahna girmek olabilir; göğüsten alınan kitleyi bir patolog muayene ettiğinde tümö­ rün tümüyle iyi huylu olduğu ortaya çıkabilir. Genetik bilimine duyulan, kısmen yanlış bilgilendirmeye dayanan bu heves yaşamlarımızın diğer yönlerine de yayılı­ yor. Biraz endişe uyandıran başka bir işlem de, bugünlerde şüpheli suç mahallinden alınan materyal incelemesinde yay­ gın olarak kullanılan genetik parmak izi. Çok ufak ONA izle­ ri, bir bardaktaki parmak izi veya iç çamaşırlarındaki sperm lekesi gibi numuneleri "mükemmel" uyuyormuş gibi görü­ nen bir kişinin suçunun "tarhşmasız" kanıhnı sağlamak için kullanılabilir. Mahkemelerin uyuşmanın olasılıklanna dair "uzman" bilimcilerin kanıtlanru muhtemelen çok ciddiye alabilecek olmalan endişe vericidir. Örneğin söz konusu suç işlendikten uzun süre sonra incelendiklerinde "denşirmiş" (biraz bozulmuş) olma olasılığı bulunan eser miktardaki ONA' dan şüphelenilmelidir. Üstelik eser miktardaki DNA'nın kirlenmesi özel bir "bilgilendirici" dizilim için test yaparken çok önemli bir sorundur. ONA'yı başarıyla analiz edebilmek için molekülden oldukça çok miktarda olması ge­ rekir. Bu nedenle mevcut kopya sayısının yapay olarak artı­ nlması lazım (tekrar tekrar fotokopi çekilmesi), ama bunun aynı zamanda örneği kirleten DNA'daki bilgiyi de artırması riski vardır. Dolayısıyla bu tarz kanıtlann güvenilirliğini de­ ğerlendirmek büyük oranda mahkemedekilerin bilim ve ma­ tematik kültürüne dayanır. Depolanmış ONA .örneklerine dair bilginin gitgide daha çok kullanılıyor olabileceği de giderek artan bir endişe konu­ sudur. Bu bir vatandaşın mahremiyetinin ihlalidir. Bir süre­ dir polis artık bütün şüphelilerin; mahkemede tamamen ma­ sum oldukları ortaya çıkıp da hüküm giymeyenler de dahil 474
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? olmak üzere, ONA kayıtlarırun tutulmasını istiyor. Nisan 2004'ten bu yana İngiltere'deki ve Galler'deki polisler onay almadan, cezası kesinleşmiş veya ikaz edilmiş olup olmama­ sına bakmaksızın, herhangi bir kaydedilebilir suç şüphesiyle tutuklanmış herhangi birinden ONA örnekleri alabiliyorlar. Şu anda Adli Bilim Servisi bir örneği analiz ediyor ve o birey 100 yaşına gelene kadar başka bir örneği alıkoyuyor. Burada önemli sivil eşitlik ve özgürlük hakları tehlikede. Örneğin şu anda depolanan 3 milyon örneğin çoğu Britan­ ya'run siyah nüfusundan alınma, aslında tüm siyahi vatan­ daşların yaklaşık üçte birinin kayıt altında olduğu söyleni­ yor. Eldeki bilginin hata payı, kötüye kullanım ve istismar riski ve bu bilgilerin tutulmasındaki güvenlik eksikliği endi­ şe vericidir. Eğer Britanya Adli Hizmetleri özelleştirilirse (ciddi olarak öneriliyor) kötüye kullanılan bu bilgi bir kar ka­ pısı olabilir. Bu korku tellallığı değil: Çok miktarda kaybolan "kamu" verisi var. Bu tarz verileri tutmak için sağlam bir ge­ rekçe olmalı. EPIGENETİK: ÇEVRENiN KALITIM ÜZERiNDEKi ETKiSi Kalıbm tanımının, yalnızca DNA'run yazılışındaki varyasyon­ larla tahmin edilenden çok daha karmaşık olduğu ortaya çıkı­ yor. College London Üniversitesi'nde seçkin bir çocuk genetik­ çisi olan Marcus Pembrey'nin demiş olduğu gibi: "Tek bildiği­ miz insan genomu projesinin tamamlanmasının sadece bir başlangıç olduğudur. Proje piyanonun notalarını belirlemiştir. Şimdi arbk müzik terimleri yönünden düşünmeliyiz."lb 1807'nin ikinci yansında ve 1808'in başında İsveç hükü­ meti, zayıf kralı iV. Gustav'ın yönetimi altındayken, Rusya sınırındaki büyük hareketliliğe dair bütün haberleri göz ar­ dı etmişti. Rusya'run Finlandiya'yla ilgili ihtiraslarından ha475
Baş Belası icatlar berdar olduğu St. Petersburg' daki İsveç elçiliğinde alarm zilleri çalıyordu ki o zamanlar Finlandiya İsveç krallığının bir parçasıydı. Ne var ki İsveç büyükelçisinin Stockholm'a gönderdiği mesajlar göz ardı edildi ve Rusya resmi bir savaş ilanında bulunmadan birliklerini 21 Şubat 1808'de Finlandi­ ya'ya soktu. İsveç ile Finlandiya arasındaki 700 yıllık birli­ ğin geleceği sallanhdaydı ve sahte sofu, kifayetsiz kral iV. Gustav bunu savunacak uygun lider değildi; beklendiği gi­ bi Avrupa'nın geri kalanı Napolyon'la uğraşırken yan gös­ teri gibi yapılan bu savaş İsveç-Finlandiya birliğinin sonunu getirdi. Çar 1. Alexander' ın muazzam bir toprak parçası üzerinde arzulan vardı. Rusya'nın sınırlarını ta Kalix Irmağı'na, Both­ nia Körfezi'nin kuzeyine ve günümüzde İsveç-Finlandiya ara­ sındaki sınırın bahsına kadar genişletmek istiyordu. Sonraki yıl Balhk Denizi etrafında çeşitli meydan muharebeleri yapıl­ dı. Finlandiya istilaya uğradı ve Stockholm' deki darbe sonu­ cunda İsveç kralı kendi halkı tarafından tahttan indirildi. Bu nispeten az bilinen savaşın ayrıntıları konumuzla çok alakalı değil ama sonuçları o yörede henüz doğmamış çocuk­ lar açısından çok önemli oldu. İsveçli tıp bilimcisi Lars Byg­ ren' in yakın zamanda yapmış olduğu bazı kayda değer araş­ tırmalar 1809' da olanların o zamanki toplumda neredeyse kesinlikle sessiz değişikliklere yol açtığını gösterir. O sırada hayatta olan yöre halkının çoğunun sağlığı bilhassa etkilen­ mese de bu sessiz değişiklikler çocuklarından ve torunların­ dan bazılarına kalıtım yoluyla geçti. İki nesil sonra bazıları ömür kısalığı sorunuyla karşı karşıya kalmıştır. 1809'da küçük ôverkalix köyü İsveç'in çoğu gibi, hemen hemen tamamen tarıma bağımlı fakir bir topluluktu. Bazı yıl­ lar ürün hasadı iyi olmamışh, ancak orada savaş olmamasına rağmen 1809 özellikle yıkıa oldu, çünkü bu kötü hasat zama476
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? runda çatışmaya katılan yağmaa askerler eldeki bütün tahıla el koydu. Günümüzde ôverkalix halen nüfusu 2.000 civannda olan küçük bir yerdir. Kuzey kutup dairesinden kuzeye ve günü­ müz Fin sınırından bahya doğru birkaç kilometre ötede, gü­ zelim Brannaberget Dağı alhnda ve çam ormanlarının için­ den, Balhk'ın kuzeyine doğru akan somonla dolu Kalix Irma­ ğı'nın yanında kuruludur. Turistler manzaraya hayran kala­ rak, yazın ortasında gece yansı güneşi alhnda güneşlenir, kı­ şın kayak yapar ve Kuzey Işıklarının çarpıa görüntülerine hayret ederler. ôverkalix'te günümüzde düzgün bir yol olan El O ana yo­ lu var ama eski zamanlarda nispeten bağlanhsı yoktu. Göre­ ce tecrit edilmişliği ve 200 yıl öncesine giden iyi korunmuş cemaat kayıtlan burayı Lars Bygren açısından ideal kıldı. Bygren 1905' ten önce doğan çocukları araşhrmaya karar ve­ rerek, Napolyon ve Rusya savaşları zamanında ve izleyen yıllarda yaşamış anne babalarının ve büyükbabalanrun kim­ liğini belirledi.21 Aynca o bölgede bir kıtlık veya yiyecek bol­ luğunun ne zaman görülmüş olabileceğini bulmak için de ta­ rihi verileri analiz etti; resmi hasat zamanı kayıtlanru, yıllık yiyecek ve tahıl fiyatlarını, yöre toplumunun toplanh tuta­ naklarını ve ünlü bir on dokuzuncu yüzyıl istatistikçisi Jo­ hann Hellstenius'ın tahminlerini de inceledi. Ürün kıtlığı so­ runu yaygındı, yiyecek yalnızca 1809' da değil, 1800, 1812, 1821, 1829 ve 1831-1836 arasında da çok kıtb. Fakat yiyeceğin alışılmadık ölçüde bol olduğu özellikle iyi yıllar da vardı; 1799, 1801, 1813-15, 1822, 1825-6, 1828, 1841, 1844 ve 1846. Yüzyıllardır çocukluğun ilk dönemlerindeki beslenme şartlarının ileriki yıllarda sağlığı etkileyebileceği tahmin edil­ mektedir. Ulster radikali ve Belfast Yoksullar Yurdu Hanım­ lar Komitesi Sekreteri Mary M((:racken 1830' da bebeklikte 477
Baş Belası icatlar uygun beslenmenin ilerisi için önemi hakkında yazdı. (McCracken çok dişli bir kadındı herhalde; seksen sekiz ya­ şındayken Belfast doklarında, köleliğin halen uygulandığı Birleşik Devletler'e gitmek üzere olan gemilere kölelik karşı­ tı broşürler dağıtırken görülüyordu.) Daha önce on yedinci yüzyılda Francis Bacon hamilelikte beslenmenin etkisi hak­ kındaki düşüncelerini yazmıştı: Hamile kadınların beslenmesinin bebek üzerinde çok etkili olduğu gözlenmiştir; anne çok ayva ve kişniş yer­ se çocuk zeki olur ve diğer yandan anne (çok) soğan veya fasulye veya böyle gaz yapan yiyecekler yerse ve­ ya şarap veya keskin içecekleri ölçüsüzce içerse veya çok oruç tutarsa veya çok derin düşüncelere dalarsa; (hepsi de kafaya duman gönderir veya çeker) çocuğun meczup veya kusurlu hafızalı olması tehlikesi vardır ve bence aynı şey annenin sık sık aldığı tütün için de geçerlidir. 28 Bygren anne baba ile büyükanne ve büyükbabaların ço­ cuklukta ve bir çocuğun yaşamında yavaş büyüme dönemi denen ergenlikten hemen önceki dönemde nasıl bir ortamda olduklarıyla ilgileniyordu. Erkekler üzerinde yoğunlaştığın­ da, çok kötü hasatların olduğu dönemlerde bebekliğini ve ço­ cukluğun erken dönemlerini yaşayanların daha erken yaşta ölmeleri olasılığının biraz daha fazla olduğunu buldu; 69,9'la kıyaslandığında 69,5. Ancak yavaş büyüme dönemleri kıtlık zamanında geçen büyükbabalann biraz daha kısa ömür sür­ meleri olası olduğu halde, çocuklarının ortalamadan daha uzun yaşamaları olasılığı daha fazlaydı. Yaşlan sekiz ila on iki arasındayken bolluk zamanında yaşayan, baba soyundan gelen erkek torunların (oğulların oğulları) kalp hastalıkları veya diyabetten ölme olasılıkları dört kat daha fazlaydı.29 478
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mil? Dr. Bygren'in de dikkat çektiği gibi, bu tür bir çalışmada sorunlar mevcut. Örnek boyutu küçük: Yalnızca 276 torun iz­ lenebildi. Aynca yazarların ataların, hatta torunlarının yetiş­ kin hayab.nda olanlar hakkında çok az bilgisi vardı. Yiyecek mevcudiyeti tahminleri de öyle; sadece tahmin. ôverkalix gi­ bi dış dünyadan soyutlanmış küçük bir köyde, akraba evlili­ ğinin yaygın olması ihtimali yüksek ki bu da diyabet ve kalp hastalıkları gibi kalıtsal hastalıkların yaygınlığını artırabilir (veya azaltabilir). Ancak kalıtım modelinin erkek soya doğru sapıyor gibi olması ilginçtir. Kız torunların hastalıklara yat­ kınlığında bir farklılık yoktu ve anne ve büyükannelerinin zamanında bolluk olması uzun ömür üzerinde çok az etkisi varmış veya hiç yokmuş gibiydi. Bu durum bir faktörün, babadan oğla "aktarılan" tek ONA parçası olan Y kromozomu vasıtasıyla alındığı izleni­ mini uyandırıyor. Ve neden sekiz ila on iki yaş arası önemliy­ di? Bir olasılık yaşamın bu döneminde ergenlik öncesindeki çocukların vücutlarının, spermleri haline gelecek öncü hücre­ leri yapmaya başlamalarıdır. Bu erbezi aktivitesiyle, Y kro­ mozomu üzerindeki genler muhtemelen dış çevre tarafından programlanabilir. Dolayısıyla DNA'nın "yazısı" değişmediği halde, DNA'run bilfiil iş gördüğü yöntemin değiştirilmesi muhtemeldir. Bu fikirler hayvan araştırmalarıyla doğrulanıyor. Avus­ tralya, Sydney' deki Jennifer Cropley ve meslektaşları fareler­ de30 oldukça benzer bir mekanizmaya yol açtılar ve hamilelik­ teki beslenme biçimlerini değiştirerek yavrularının sonraki neslin kalıtım yoluyla aldığı bir özellik olan san kürklerinin rengini değiştirdiler. Hastalığa yatkınlıkta değişiklikler olması bir yana, ebe­ veynlerin içinde yaşadığı ortam davranışları veya muhteme­ len beyin fonksiyonunu değiştirebilir mi? İnsanlarda annenin 479
Baş Belası icatlar çocuklarına davranış şeklinin çocuğun kendi çocuklarına davranışlarını etkileyeceğine dair bazı kanıtlar var. İstismar­ a anne babaların yaklaşık %70'inin bebekken kendileri istis­ mar edilmiştir veya istismar edilen bebeklerin yaklaşık üçte biri istismara olacaktır. Çiçeği burnunda annenin kendi an­ nesiyle iyi bir ilişki yaşamış olması yeni doğmuş bebeğine na­ sıl davranacağının bir göstergesidir. Kuşkusuz asıl soru bu­ nun sadece <?ğrenilmiş davranış olup olmadığıdır. New York'taki Columbia Üniversitesi'nden Frances Champagne fare ve sıçanları inceleyerek yavrularını özenle yetiştirenlerle yetiştirmeyenleri kıyasladı.31 Bazı kemirgenler görünüşe göre sevecen değildi. Champagne böylece bir batında doğan yav­ ruları az ilgilenen ve çok ilgilenen anneler arasında değiş to­ kuş etti. Az ilgilenen fare ve sıçanlar koruyucu annelik yap­ tıklarında, yavrular aynı özelliği alma eğilimindeydi. Cham­ pagne' in bir dizi iyi araştırmada göstermiş olduğu gibi, DNA değişmemesine rağmen, bazı genlerin çalışma şekli değiŞiyor ve bu etki bir sonraki nesil tarafından kalıtım yoluyla alını­ yor. İyi bakılmayan kemirgen yavrularında, östrojene duyar­ lı olan beyindeki bir genin faaliyetinin değiştiği görülüyor. Bu hayvanlarda beyindeki steroit hormonlarının faaliyeti de­ ğişmiş, strese farklı bir tepkileri var, çevrelerini keşfetmeye daha az eğilimliler, daha korkaklar ve labirentten çıkmaya çalışırken hafızaları daha zayıf; aynca cinsel olgunluğa eriş­ tikten sonra farklı bir cinsel tepki veriyorlar. Tüm bu özellik­ ler bir sonraki nesle aktarılma eğiliminde. Bütün memelilerin fizyolojisinin çok benzer olduğunu göz önüne aldığımızda, bu mekanizmaların insan gelişiminde etkili olup olmadığı merak konusu. Frances Champagne'in farelerde gözledikleri insan deneyimi için bir model midir? Bizim burada gördüğü­ müz buzdağının sadece görünen yüzü mü? 480
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Bu büyük bir buzdağı da olabilir. Bu kitapta insanların ha­ vadaki değişikliklere karşı ne kadar savunmasız olduğunu görüyoruz; özellikle de bu değişiklikler ani olduğunda. 5 Ocak 1998' de muazzam bir buz fırtınası Doğu Ontario'yu vu­ rarak, Quebec ve Nova Scotia'ya doğru hızla ilerledi. Yerde on santim yüksekliğinde su birikmesine sebep olan yağmur milyonlarca ağacın, 130 yüksek gerilim hattının ve 30.000 elektrik direğinin yere devrilmesine yetecek kadar buzlanma meydana getirdi. Elektrik tesisatlarında oluşan zarar yüzün­ den 4 milyondan fazla insanın elektriği kesildi, bazıları bir­ kaç hafta sürdü. Soğuk öyle şiddetliydi ki 30' dan fazla insan öldü, yaklaşık 1 .000 kişi yaralandı; aşağı yukarı 600.000 insan evlerini terk etti. Oluşan hasarı tamir etmenin maliyeti 5,4 milyar dolar civarındaydı. Montreal' deki McGill Üniversitesi'nden Profesör Michael Meaney ile meslektaşları bu felaket sırasında elektriksiz ka­ lan aileleri inceleme fırsah buldu.32 Bazı hamile kadınlar bu olaylardan çok etkilenmişti ve araşhrmaalar anne o sırada 14 ila 22 haftalık hamileyse bunun bebeğin büyümesinde ve sonraki gelişiminde bir etkisi olduğunu buldular. 1lginç olan­ sa araşhrmacılar doğumdan sonra bu çocukların parmakları­ nı incelediklerinde, anneleri çok stres yaşadığını hisseden be­ beklerin anormal, asimetrik parmak izleri olduğunu keşfetti­ ler. Ve bu da annelerin kanındaki stres hormonu kortizolde­ ki yükselişle alakalı gibidir. Eğer çocuk ileride hırsız olmayacaksa anormal parmak izi önemli değildir. Ancak bu küçük fiziksel anormallikler aynı zamanda anormal beyin gelişimiyle de çok yakından ilişkili­ dir. Örneğin böyle tuhaf parmak izi olan insanlarda şizofreni daha yaygın olarak görülür. Ve Profesör Meaney'nin meslek­ taşları daha önce yaptıkları bazı araştırmalarda hamilelikte bu tür stresin doğumdan sonra çocuklarda görülen entelek- 481
Baş Belası icatlar tüel zayıflık ve dili kullanma becerisiyle çoğu kez ilişkili ol­ duğunu bulmuşhı.33 Bu beceriler yarahcılık için çok önemli araçlardır. SENTETİK BiYOLOJİ İnsanın yaşam yaratabileceği fikri en eski çağlara dek uzanır. En eski fikirlerden biri golemdir: büyüyle yapay olarak yara­ hlmış, kutsal isimleri çağırarak yaşam verilmiş insanımsı bir yarahk. Aşağı yukarı 1.500 yıl önce Talmud'da, Rabbah'ın bir insan yarathğı ve Haham Zera'ya yardım etmesi için gönder­ diği anlahlır.34 Haham Zera golemle konuşur ama golem ya­ nıt vermez, bu noktada Zera goleme şöyle der: "Sen büyücü­ lerin bir eserisin; toza dön." Talmud'un başka bir bölümün­ de, kilden yapılma, üzerinde "Emet" ("Hakikat') yazılı, ge­ nelde alnına yapışhrılmış olan bir tılsım aracılığıyla bir gole­ me hayat verildiği geçer. tık harf olan "Aleph" yani "E" çıka­ rıldığında, İbranice sözcük "Met" ("Ölüm') kalır elimizde: yani bir golemle başa çıkmanın yolu alnına yetişmek (devasa boyum göz önüne alındığında biraz zor) ve Aleph harfini ko­ parmakhr. En ünlü öykü (ki Mary Shelley'nin Frankenstein'ından bir yüzyıl öncedir) Prag'taki Haham Loew ben Bezalel'in yaptı­ ğı golemin öyküsüdür. Prag'taki Altneuschul'ün (eski sina­ gog) arkasındaki ortaçağdan kalma mezarlığa, özellikle de güneş bathktan sonra akşam karanlığında giderseniz tüyle­ riniz diken diken olabilir. Mezarlık birbirine çok yakın, görü­ nüşe göre tümüyle rastgele ve yamuk yumuk dikilmiş bin­ lerce mezar taşıyla dolu; birkaç yıl önce alacakaranlıkta gitti­ ğimde, golemin arkamdan çıkıvereceği korkusuyla etrafıma bakmaya çekindim. Alman film yönetmeni Paul Wegener 1920'de golem hak­ kında ünlü bir dışavurumcu sessiz film yaph.35 Bu filmde, ke482
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? nar mahalledeki Yahudiler İmparator Luhois' in tehdidi alhn­ da olduğu için, Haham Loew kilden kocaman bir heykel ya­ par. tik başta golem odun biçen ve su çeken pasif, köle gibi bir yarahkhr. Ne var ki hahamın güzel kızını imparatorun gösteriş düşkünü habercisi Kont Florian baştan çıkarınca, kı­ zın Yahudi sevgilisi goleme Florian'ı öldürmesini emre,der. Golem Florian'ın cansız bedenini mahallenin en yüksek çah­ sından fırlahr fırlatmaz cinnet geçirir, yoluna çıkan her şeyi yakıp yıkarak hahamın evini ateşe verir. En sonunda golem mahallenin kocaman kapılarını parçalayıp dış dünyaya kaçar ve orada kırda masum masum oynayan, eften püften bir şey­ ler giydirilmiş, üç yaşında bir kız çocuğu görür. Son sahne si­ nemanın en büyük klasik sahnelerinden biridir. Golem na­ zikçe eğildiğinde küçük sarışın kız ona elindeki elmayı sunar. Golem çocuğu alır ve nazikçe kucağında tutar, bunun üzeri­ ne kız minik elleriyle "Emet" yazılı hlsımı kavrayıp çekiverir, golem birden devrilip yere düşer, ölmüştür. Golem efsaneleri yapay yollarla yarahlmış yaşama duy­ duğumuz ilgiyi gösterir. Paul Wegener'in filmi ayrıca gole­ min kadındaki üç kilit aşamayı betimlemesi açısından da il­ ginçtir. tık başlarda, bilimsel olarak üretilmiş, insanlara yar­ dımcı olacak yeni aletin ortaya çıkışıyla birlikte ele avuca sığ­ maz bir coşku vardır. Sonra beklenmedik olumsuz taraf, ya­ ni bazı insanların kötücül eğilimleri sonucu golemin menfaat doğrultusunda kullanılmasıyla birlikte, insan yaşamının se­ bepsiz yok edilmesi meydana çıkar. En sonunda da tabii ki çok geç olarak bu yeniliğin etik içerimleri ve insanlığımız üze­ rindeki etkilerini daha iyi anlamamız gelir. Yakın zamana kadar yapay yaşam yaratma fikri yalnızca kurmacanın işiydi. Ancak bu yıl içinde, yani 2010' da dünya­ da bir yerde bir bilimcinin nihayet bir test tüpünde yaşamı yarattığını beyan etmesi ihtimali yüksek. Ekim 2007' de başı483
Baş Belası icatlar ru DNA araştırmacısı Craig Venter'in çektiği bir grup bilimci ile California, San Diego' dan Nobel ödüllü Hamilton Smith, Mycoplasma genitalium bakterisine sentetik bir kromozom en­ jekte ederek tarihteki ilk yapay yaşam formunu yaratmayı planladıklarını bildirdiler. Bunun sonucunda Mycobacterium laboratorium ismini vermeyi düşündükleri yapay bir tür mey­ dana çıkacağını söylediler. 2008'de de Craig Venter'in ekibi laboratuvarlarında sentetik bakteri yaphklannı bildirdi.36 Doğal olarak oluşan Mycoplasma genitalium, cinsel yolla aktarılan en yaygın bakterilerden biridir. Klamidya kadar ol­ masa da belsoğukluğundan daha yaygındır. Rahim ve fallop borularının iltihaplanmasına, muhtemelen erkek kısırlığına da yol açlığı söyleniyor. Venter'in ekibinin yaptığı şey labo­ ratuvarlarında dizilimini yaparak, Mikoplazma organizma­ sından bütün DNA alfabesini yeniden oluşturmaktı. Mikop­ lazma etrafında kendi hücre duvarı olmayan bir organizma­ dır ki bu durum bu deneyde küçük bir avantajdı. Herhangi bir organizmanın genomu ayrınhlı ve idaresi güç olduğun­ dan, onu yirmi beş DNA parçası halinde yeniden ürettiler (uzunluğu toplamda 589.000 baz çifti) ve bu parçaları boş bir maya hücresinin içinde birbirlerine "yapışhrdılar" . Mayanın hücre duvarı önce bir kültür tabağında çözüldü, sonra ilave edilmiş yabana DNA'nın etrafında canlanmaya bırakıldı. Daha sonra analiz edildiğinde bütün yeni mikoplazma geno­ munun mevcut olduğu görüldü. Ancak "yaşamın" tanımla­ rından birisi canlı bir organizmanın üreyebilmesi, kendisini çoğaltabilmesidir. Venter'in yeni bakterisindeki ana sorun bu yeni "organizmanın" aslında çalışmaması. Hiç yaşam belirti­ si göstermiyor, büyümüyor veya bölünmüyor ve herhangi bir dokuya bulaşmayacak. Yani bunun üzerinde çalışan laboratuvar personelinin kondom takıp takmama hususunda endişelenmesine gerek yok. 484
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? DNA'nın "yaşamın planı" olduğu popüler savına karşı çıkmak meseleyi kesinlikle bir perspektife yerleştirir. Aslında Craig Venter'in deneyi tümüyle anlamsız görünebilir; ancak mesele kesinlikle bu değil. Bu tarz deneyler ONA "yapı taşla­ rını" yerine oturtmak için gerekli bazı adımları açıklığa ka­ vuşturur ve Venter de bu tür yapay bir bakterinin son derece yararlı olabileceğini umut ediyor. Bazı bakteriler karbondiok­ sit kullanır; eğer hızla bölünen organizmalar yarahlırsa, en­ düstriyel süreçlerden çıkan yüksek karbon yayılımlanru ab­ sorbe etmek mümkün olabilir ki sera gazlarının etkisini azalt­ mak istiyorsak bu son derece yararlı bir olasılık. ONA teknolojisini kullanan özel yapım bakteriler başka yönlerden yararlı olabilir. İnsanlar yazılı tarihten önce iste­ dikleri bir ürünü örneğin alkolü üretmek için mikroorganiz­ malar kullanıyorlardı. Şekeri etilalkol ve karbondioksite ay­ rıştıran fermantasyon esasen maya kullanarak yapılıyor, fa­ kat birçok bakteride benzer bir süreç vardır. Eğer farklı bak­ teriler veya mantar kullanılırsa laktik asit de üretilebilir ve hidrojen üretimi de diğer bileşimlerin, örneğin butrik asitin fermantasyonundan elde edilebilir. Bu şekilde biyoyakıtlar imal edilebilir. UCLA' dan James Liao ile ekibi Escherichia coli bakterisinin genetiğini değiştire­ rek biyoyakıt üretme yöntemi geliştirdi. E. Coli (kolibasili) ba­ ğırsakta ve vücudun diğer organlarında bulunan çok yaygın bir bakteridir. Çoğu zaman herhangi bir hastalık sürecine se­ bep olmadan konağının içinde mutlu mesut yaşar. Görünen o ki değiştirilmiş organizmanın etkili bir biyoyakıt sentezcisi olma potansiyeli var ve kullanımı biyoyakıtların büyük öl­ çekte üretimini mümkün kılabilir.37 Bu bakteriler, basit bir molekül ve içerek eğlendiğimiz alkolün yaygın bir formu olan etanol üretmez. Bu, yakıt olarak kullanılabildiği halde, benzin kadar randımanlı değildir ve otomobillerde kullanıla- 485
Baş Belası icatlar bilmesi için benzinle kanşhnlması gerekir. Suyu emmeye eğilimli olduğu için paslandıncıdır, motorlara zarar verebilir ve büyük miktarlarda depolamak zordur. Ancak genetiği de­ ğiştirildikten sonra bu bakteriler isobutanol gibi çok daha yüksek oktanlı daha büyük alkol molekülleri yapabilirler. Bi­ yodizel yapmaya yetecek kadar bitki yetiştirmek oldukça çok tarım kaynağı gerektirdiği ve bu çevre açısından her zaman istenen bir durum olmadığı için, değiştirilmiş bakterilerin kullanımı umut vaat ediyor. "Bu dallanmış zincirli daha yüksek alkolleri bu derece et­ kin yapabilme becerisi hayret verici," diyor Dr. Liao. "Etano­ lun aksine, organizmalar bu olağan dışı alkolleri üretmeye alışkın değil ve kolibasili alkollere göz yuman bir konak ol­ madığı için bunları yapabiliyor olması daha da şaşırtıa. Bu sonuçlar bu olağan dışı alkollerin aslında doğada etanol üret­ me yeteneği kazanacak şekilde evrilen organizmaların yapa­ bileceği kadar etkin olarak üretilebileceği anlamına gelir." Özel yapım yapay bir bakterinin, örneğin Craig Venter'in önerdiği gibi veya genetiği değiştirilmiş bir bakterinin biyo­ dizel üretmede daha etkin veya daha güvenli bir yöntem sağ­ layıp sağlamayacağı ileride görülecektir. Güvenlik şüphesiz hayati bir meseledir. Açıkçası bir labo­ ratuvarda imal edilen herhangi bir organizma, diğer canlı or­ ganizmalara bulaşabilecek ve zararlı olabilecek bir patojen haline gelmemesi için dikkatle tasarlanmalıdır. Ancak bunu garanti etmenin güçlüğüne dair veya eğer sürekli olarak kop­ yalamasına izin verilirse organizmanın mutasyonla ONA' sı­ ru değiştirebileceğine dair bir endişe söz konusu. Ve bunun, daha önce "görülmemiş" bir bağışıklık sistemi olan bir bakte­ ri olacağı göz önüne alınırsa, ona karşı direnç çok düşük ola­ bileceği için etkileri de yıkıa olabilir. Birçok insan en büyük riskin, herhangi yapay bir bakteri­ de meydana gelen kazara bir değişiklikten değil de bilerek 486
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? bir insan patojeni yapmak için kullanılan sentetik biyoloji yöntemlerinden kaynaklanabileceğinden endişeleniyor. Bir­ çok hükümet, bizimki gibi demokrasilerdekiler de dahil po­ tansiyel bir düşmanın biyolojik silahlan orduya veya halka karşı kullanması durumunda koruma yollan bulmak adına dahi olsa, bu tarz silahlarla deney yapıyorlar. Bu tip organiz­ maları tamamen savunma amaçlı imal etmek küçük bir adım olurdu. Bazı kişiler de bu tip organizmaların biyolojik silah kullanan teröristlerin ellerinde korkunç bir tehdit haline gele­ ceğine dikkat çekmiştir. Fakat Nobel ödülünü kazanmış bi­ limci David Baltimore, örneğin ölümcül virüs Ebola'run "ya­ pay" bir formunun silah olarak üretilmesi hususunda endişe­ lenmenin gerçek tehlikeyi, ki bu tehlike halihazırda mevcut olan organizmalardan kaynaklanıyor, büyük oranda göz ardı ettiğini öne sürüyor. Daha kötü bir şeyi sentezleme fikrinin, örneğin daha ölümcül bir şey yaratmak için Ebola parçacıkla­ rı ile diğer virüsleri birleştirmenin, insan yapımı bir virüsün doğal dünyada hayatta kalabilmesinin ne kadar güç olduğu gerçeğini hafife aldığını iddia ediyor. Nasıl olsa, konağını çok çabuk öldüreceği için asla çok fazla yayılamaz, aslında öyle­ sine öldürücüdür ki, insan topluluğu içinde, yayılabilecek ka­ dar uzun kalması bile olası değildir. Ancak endişeler devam ediyor. Liao'nun biyoyakıt üreten organizma vakasında, üniversitenin işlemin patentini alınış olması anlaşılabilir bir şey. Bütün akademisyenlerin üzerinde teknolojiden istifade etmenin yollarını bulmak hususunda ol­ dukça çok baskı var. Bunun nedeni ille de akademik açgözlü­ lük değil; hükümetler bilime yapılan yatırımı ekonominin ge­ lişmesinin elzem bir yolu olarak görüyorlar ve üniversiteler de devamlı para sıkıntısı içinde. UCLA, Liao'nun çalışmasın­ da, teknolojinin lisansıru California, Pasadena' da biyoyakıtla­ rın irnalahnı araştıran bir şirket olan Gevo Inc.'a verdi. Böy- 487
Baş Belası icatlar lece bu teknoloji, bütün teknolojiler gibi gitgide daha çok ti­ cari menfaatlerle yönlendirilecektir. Uygulanabilir, yararlı bir teknoloji olarak yerleşik hale gelmesi için en iyi yol bu olabi­ lir. Yani bu teknoloji, bütün teknolojiler gibi artan bir biçim­ de ticari menfaatlerle güdülenecek. Fakat bu gibi teknolojile­ rin, insan ve çevre güvenliğini korumak için yeterli önlemler alınmadan çok hızlı ilerleyebilecekleri hususunda endişelen­ mek mantıksız değildir. Ve eğer sentetik biyoloji patojenik organizmalar üretmek için kullanılacak olursa, artık ticari menfaatin ötesinde, bu tip organizmaların hükümet veya di­ ğer örgütler tarafından kullanılmasından endişe etmek de ge­ rekecektir. Sentetik biyolojinin gelişmesi son derece değerli olabilir. Muhtemelen şu ana kadarki en başarılı proje Califomia'daki Berkeley Üniversitesi'nden Jay Keasling'in projesidir. Keas­ ling değiştirilmiş maya hücreleri kullanarak artemisinin adlı bir sıtma ilacı geliştirdi.38 WHO'nun hesaplamalarına göre, her yıl tropikal kuşakta ve astropikada yaklaşık 500 milyon insan sıtmaya yakalanıyor ve muhtemelen 3 milyonu ölüyor; çoğu da çocuklar. Artemisinin ve türevleri sıtmaya neden olan Plasmodium parazitini öldürmede çok etkili ama üreti­ mi çok pahalı. Şu ana kadar artemisinin ya pelin ağacından çıkarılmış ya da kimyasal sentezle imal edilmiştir. Ne var ki pelin iklim değişikliklerine duyarlı ve ayrıca iki üretim yön­ temi de pahalıdır. Jay Keasling ilacı şu anki maliyetinin onda birine mal edebileceğine inanıyor ki bu Afrika gibi sıtmanın yaygın olduğu birçok fakir bölgede fiyatının daha uygun ola­ cağı anlamına geliyor. İlginç görünen ama şu ana kadar kul­ lanılmamış başka bir uygulama da değiştirilmiş bakteriler­ den elde edilen son derece güçlü örümcek ipeği iplikleridir. Califomia Teknoloji Enstitüsü'nden Chris Voigt salmonella bakterisini (tifo hastalığına neden olan mikrobu) dönüştüre488
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? rek, insanlara nakledilmek üzere kan daman oluşturacak şe­ kilde dokunabilecek bir iplik üretmiştir. İplik güçlü olduğu için, doğal olarak oluşan atardamarlar gibi uzayabilir ve in­ san vücudunda herhangi bir ters bağışıklık tepkisine yol aç­ maz. Voigt bu tüp sisteminin damar cerrahisindeki yenileme­ ler için son derece değerli olabileceğine inanıyor. Bu yeni bilim alanının potansiyel uygulama aralığı çok ge­ niş görünüyor. lmperial College London' da meslektaşlarım mesane enfeksiyonlarında detektör olarak ve biyolojik olarak yapılmış bilgisayarlarda kullanmak üzere sentetik biyolojik aletler üzerinde çalışıyorlar. Çeşitli araştırmaalar da teknolo­ jinin, yeni doku yapımında, içme suyunda zehirlerin tespit edilmesinde, besin üretiminde ve nişasta gibi yararlı bileşim­ lerin ucuz yoldan sentezlenmesinde kullanımını araştırıyor­ lar. Uzun vadede sentetik biyoloji karbon yakalamada ve ye­ ni enerji kaynaklarının imalatında yararlı olabilir ve az yan etkisi olan birçok yeni ilacın üretiminde de önemli bir yön­ tem olma ihtimali yüksektir. IRK ISLAHI "Bu görevliler daha iyi olan Muhafızların çocuklarını bir ço­ cuk odasına götürecek... Daha aşağı olan Muhafızların çocuk­ larından ve diğerlerinin kusurlu çocuklarından sessizce kur­ tulunması gerekiyor."39 Böyle söyler Platon, MÔ dördüncü yüzyılda ideal toplum görüşünü açıklarken. Ve 400 yıl sonra, Neron zamanında, Seneca bir kez daha ırk ıslahını bebek kat­ line gerekçe gösterir: "Zayıfları ve hilkat garibelerini suda bo­ ğarız. Yararsız olanları uygun olanlardan ayırmak ihtiras de­ ğil mantıktır."40 Neredeyse bütün toplumlar �ski İbraniler hariç- tarihin bir noktasında ırk ıslahının bir şeklini uygula­ mışlardır. "Irk ıslahı" terimi de 1883' de, Charles Darwin'in 489
Baş Belası icatlar kuzeni olan İngiliz Francis Galton tarafından bulunmuştur. Gregor Mendel'le aynı yılda doğan Galton, silah yapımcısı ve banker olan hali vakti yerinde Birmingharnlı bir aileden geli­ yordu. Bulduğu "ırk ıslahı" (öjenik) terimi (Yunancada "do­ ğumda iyi" anlamına gelir) soyunu güçlendirerek toplumu iyileştirmenin bir yolu anlamına geliyordu. Francis Galton bu kitapta bahsedilenlerle özellikle ilgili­ dir. Galton her şeyden önce bilime çok güveniyordu ve bili­ mi "gelişme" olarak görüyordu. İlk olarak 1865'de, on doku­ zuncu yüzyılın ikinci yansında serpilen İngiliz entelektüel süreli yayınlarının en önemlilerinden biri olan MacMillan 's Magazine' de daha iyi üreme hakkındaki fikirlerini yayımladı. Galton çeşitli biyografik ansiklopedilerde "önemli insanla­ rın", örneğin seçkin şair, asker, devlet adamı ve bilimcilerin şecerelerini inceledikten sonra "saygın ailelerin" yetenekli ve becerikli çocukları olma olasılığının diğerlerinden çok daha fazla olduğu sonucuna vardı. Öyle görünüyor ki değerlendir­ diği başanrun ayrıcalık veya zenginlikle ilişkili olabileceği Galton'ın aklına gelmemişti; "kuşaklar boyu mantık evlilikle­ ri yaparak son derece yetenekli adamlar" yetiştirebileceğimi­ ze ikna olmuştu. En sonunda devletin insanları yeteneklerine göre sınıflandırmasını ve yüksek sınıfları daha çok çocuk sa­ hibi olmakla yetkilendirmesini önerdi. Sosyal özlemleri esa­ sen genetik hakkındaki görüşlerini etkilemişti. "Kuşkusuz bi­ zim sosyal derecemizdeki birçoklarının gıpta edebileceği bir yaşam sürdük," dedi Galton evliliğinden sonra. "Arkadaşla­ rımız arasında birçok saygın insan vardı." Çoğu kez, Gal­ ton'ın çocuksuz evliliğinin kalıbın hakkındaki görüşlerini formüle etmesinde bir rol oynamış olabileceği öne sürülmüş­ tür. Galton yüksek entelektüel becerileri olan çok bilgili biriydi. İki yaşındayken akıcı bir şekilde okuyabiliyor, beş yaşın- 490
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? dayken Latin ve Yunan edebiyatından hoşlanıyor, yedi yaşı­ na geldiğinde de Shakespeare'i zevk için okuyordu. Aynca iyi bir matematikçiydi, istatistik yöntem ve olasılık ölçümüy­ le yakından ilgileniyordu. Tabiatın mı yoksa terbiyenin mi daha önemli olduğu konusundaki karmaşık anlaşmazlığın, en iyi ikizleri karşılaşhrarak açığa çıkarılabileceğini düşünü­ yordu ve doğumda benzer olup da benzer olmayan çevreler­ de yetişenlerin farklılaşıp farklılaşmadıklanru ve doğumda benzer olmayan ikizlerin benzer çevrelerde yetiştiklerinde birbirine benzeyip benzemediklerini değerlendirmek istiyor­ du. Bu konuda, modern davranış genetiği alanını ve ikiz in­ celemelerine dayanan Minnesota'daki Tom Bouchard'ın ça­ lışmasını öngörmüş oldu.41 Birleşik Devletler' de, aalı bir geçmişi olan ve baskıa bir ailede yetişmiş hırslı bir biyolog olan Charles Davenport, Galton ile öğrencilerinden çok etkilenmişti. 1898' de Washing­ ton' daki Carnegie Enstitüsünü, evrim çalışması için Long Is­ land'daki Cold Spring Harbor' da bir laboratuvar kurmaya ikna etti ki bu kurum o zamandan bu yana moleküler gene­ tik çalışmalarında dünyanın önde gelen araşbrma merkezle­ rinden biri haline gelmiştir. O sırada Davenport Birleşik Dev­ letler'in protoplazmasının kontrolsüz şekilde göç almakta ol­ ması yüzünden tehdit altında olduğu kanaatindeydi ve bü­ tün göçmenlerin, genetik olarak belirlenebileceğini düşündü­ ğü, "ahmaklık, sara, meczupluk, suçlu olma, alkolizm ve cin­ sel açıdan ahlaksız eğilimleri olma" özellikleri yönünden de­ ğerlendirilmek amaayla taranmasını savundu.42 Cinsellik hakkında sert görüşleri vardı; fahişelerin (veya onun verdiği isimle dik başlı kızlar) bunu yapmalarının nedeni ekonomik ihtiyaç değil de bir Mendeki başat karakterinin belirlediği ir­ si bir erotizmdi. Uygun olmayanların kısırlaşhrılmasını ge­ rekmediği müddetçe savunmadığı için tam olarak faşist de491
Baş Belası icatlar ğildi. Eğer devlet bireyin yaşamına son verebiliyorsa, o za­ man kuşkusuz bireyi daha az önemli olan üreme hakkından yoksun bırakabilirdi; dolayısıyla Davenport devletin zorunlu kıldığı kısırlaştırmayı desteklemiştir. Davenport veya aynı şekilde Galton'ın bilimin veya toplu­ mun uç noktalarında olan tuhaf figürler oldukları düşünül­ memelidir. Onlar oldukça önemli, gelişen bir hareketi temsil ediyorlardı. 1911 itibariyle, altı Amerikan eyaleti kısırlaştır­ ma yasalarını yürürlüğe koymuştu. 1924'te siyahlarla beyaz­ ların (ırklar arası evlilik) evlenmesi Virginia' da suçtu ve bu arada bu yasa, 1967'de Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesi ırklar arası evliliği yasaklayan yasaların anayasaya aykırı ol­ duğuna hükmedip, on altı eyaleti benzer yasaları kaldırmala­ rı için zorlayana kadar yürürlükte kaldı. Aynca yine "ırksal hijyen" meselesi de sadece bir Kuzey Amerika fenomeni de­ ğildi. On dokuzuncu yüzyıldan sonra epeyce uluslararası ha­ le geldi. Hareket İskandinavya, İsviçre, Almanya, Polonya, Rusya, Fransa ve İtalya' da yaygınlaştı ve 1920 itibariyle Latin Amerika ve Japonya'da önemli bir hareketti. İngiliz destekçi­ leri arasında Rufus Isaacs, Birinci Reading Markisi, İngiltere Danıştay Başkanı; Winston Churchill; Ripon Piskoposu; Tho­ mas Strong; George Bemard Shaw; Beatrice ve Sidney Webb; William Beveridge; H. G. Wells; Ottoline Morrell; J. B. S. Hal­ dane; Julian Huxley ve Havelock Ellis vardı. Birleşik Devlet­ ler' de de Alexander Graham Beli, Charles Eliot (Harvard Üniversitesi Rektörü), John D. Rockefeller, Theodore Roose­ velt, Margaret Sanger ve George Eastman ırk ıslahı hareketi­ ne kuvvetli destek verdi. Birkaç ülkede daha olduğu gibi, Kanada'daki ırk ıslahı ha­ reketinde de zeka üzerinde güçlü bir vurgu vardı. 1928'de yürürlüğe giren Kanada Kısırlaştırma Yasası, Stanford-Binet testini kullanan IQ testiyle belirlenen zihinsel özürlü insanla492
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? n kapsıyordu. Ancak bu test hatırı sayılır bir dil becerisi ge­ rektiriyordu ki bu durum sınırlı İngilizcesi olan göçmenler açısından bir sorun teşkil ediyordu. Sonuç olarak, daha geniş kapsamlı olan, "zihinsel özürlülerin" üremesine izin verilip verilmeyeceği sorusu bir yana atılacak olursa yasaya göre kı­ sırlaştınlanlardan bazıları adaletsizce sınıflandırılmıştı. Eko­ nomi 1930'larda daha da durgunlaştıkça, "kusurlu üreme" önemli bir politik mesele haline geldi. Birçok insan içinde bu­ lundukları durum yüzünden insandan saymadıkları zekası kıt insanları suçladı. Yasa 1972'ye kadar yürürlükten kaldırıl­ madı. Avustralya' da on dokuzuncu yüzyılın sonunda Abotjin çocukları ailelerinden alındılar. Abotjinlerin Avrupa' dan ge­ lenlere göre fiziksel ve zihinsel açıdan zayıf ve aşağı oldukla­ rı düşünülüyordu. Yirminci yüzyılda bütün Avustralya eya­ letlerinde yürürlüğe giren yasa, beyaz "koruyuculara" ebe­ veynlerinden biri beyaz olan Aborjin çocuklarını on altı veya yirmi bir yaşına kadar velayetleri altında bulundurma hakkı­ nı veriyordu. Polislerin ve sosyal hizmet uzmanlarının melez çocukları yerleştirme, anne babalarında alma ve kurumlara gönderme yetkileri vardı. 2002 yapımı Rabbit-Proof Fence adlı film bu insanlık dışı uygulamanın korkunç sonuçlarını göste­ rir. 1934 tarihli İsveç Kısırlaştırma Yasası "sapkınların" ve akıl hastalarının "gönüllü" kısırlaştırılmasını öngörüyordu. Bu yasa esasen kadınlan hedefliyordu ve uygulamada "gönül­ lü" diye bir şey yoktu: Çoğu durumda muazzam bir baskı vardı. Bu yasayı Luteryen Kilisesi ve İsveçli meslektaşlarımın yanı sıra bütün partiler destekledi. 1975'e kadar zihinsel ye­ tersizlik İsveç' te uygun onay olmadan kısırlaştırma nedeni olarak kabul edildi, o zamana kadar 62.000 insan, Nazi Al493
Baş Belası icatlar manya'sı hariç, diğer Avrupa devletlerinde olduğundan çok daha fazlası bıçak alhna yatmışh. Zorla kısırlaşhrmanın İkin­ ci Dünya Savaşı'ndan sonra çok daha yaygın bir uygulama haline gelmesi dikkat çekicidir. Ancak 1996'da İsveç hükü­ meti gönülsüzce kurbanlara cüzi bir tazminat ödemeye razı oldu. Arka arkaya gelen Japon hükümetleri "aşağı" özellikleri olan anne babaların çocuklarının sayısını sınırlayan ırk ıslahı politikaları uygulamışhr. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra da yürürlükte kalmaya devam eden Irk Islah Yasası'na göre, "suç işlemeye genetik yatkınlığı olan" suçlularda, renk körlü­ ğü, albinizm veya iktiyoz, şizofreni ve depresyon hastaların­ da kısırlaştırma zorla uygulanabiliyordu. Cüzzam önleme Yasası (1996'ya kadar kaldırılmamıştır) onay olmadan kürtaj yapmaya izin veriyordu ve cüzamlı hastaların kısırlaşhnlma­ sı yaygın bir uygulamaydı. Japon kadınlarıyla Kore erkekle­ rinin evlenmesi bilfiil caydırılıyordu. Koreliler 1910 savaşla­ rının ardından silah altına alınmış ve bazıları da daha sonra Japonya' da kalmıştı. Ancak 1942' de bile bir raporda şöyle ya­ zılıydı: "Japonya'ya getirilen ve kaha olarak yerleşen Koreli işçiler aşağı sınıftandır ve dolayısıyla yaradılışları da aşağı­ dır ... Japon kadınlarıyla evlenip baba olurlarsa, bu adamlar kadınlarımızın kalibresini düşürebilir." Kötü şöhretli Japon fuhuş önlemleri de ırk ıslahı düşüncesinden etkilenmişti: Ja­ pon askerleri Japon ırkının saflığını korumak için devlet des­ tekli seks yapabilirlerdi. Bu durumu sürdüren yasalar bilfiil 1 945'de yürürlüğe girdi ve günümüzde bile Japon hükümeti mağdur olan (çoğu Çinli) kadınlardan özür dilemeye veya tazminat ödemeye gönüllü değildir. Amerika'da özellikle etkili ve itici bir karakter de Dr. Harry Laughlin'di. Iowa'da dindar bir ailenin çocuğu olarak 494
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? dünyaya gelen Laughlin ilgisi üremeye yönelmeden önce lise öğretmeniydi. Laughlin, Cold Spring Harbor'daki Charles Davenport'la irtibat kurdu ve Davenport 1910' da onu orada­ ki yeni Irk Islahı Kayıt Ofisine atadı. Laughlin 1917'de Prin­ ceton' da gözebilim alanında doktora yaptı. Ardından Kon­ gre'ye 1924 muhafazakar John-Reed Göç Yasası lehine tanık­ lık ederek, Doğu ve Güney Avrupa' dan gelenlerin deli olma ihtimallerinin yüksek olduğunu iddia etti. Göç ve Vatandaş­ lığa Kabul Komitesine ırk ıslahı ajanı olarak atanacak kadar Dışişleri Bakanını etkiledi. Laughlin Birleşik Devletler'in tamamında zorunlu kısır­ laştırma yasasının yürürlüğe girmesini istiyordu: Onun görü­ şüne göre, çoğu eyalet (Califomia hariç) kısırlaştırmayı pek hevesle uygulamıyor gibiydi ve iyi bir yasaları yoktu: Böyle­ ce kendi "model yasasıru"c hazırladı ki bu yasaya göre kim­ lerin kısırlaştırılması gerektiğine karar verecek bir Devlet Irk Islahçısı tespit edilecekti. Zorunlu kısırlaştırma için kriterleri şöyleydi: ( 1 ) Geri zekalı; (2) Deli (psikopat dahil); (3) Suçlu (ço­ cuk suçlu ve dik başlılar dahil); (4) Sara hastası; (5) Ay­ yaş (ilaç bağımlısı dahil); (6) Hastalıklı (tüberküloz, frengi, cüzzam ve kronik enfeksiyon ve yasal olarak ayrıma tabi tutulabilecek hastalıklar dahil) (7) Kör (cid­ di görme bozukluğu olanlar dahil); (8) Sağır (ciddi duyma bozukluğu olanlar dahil); (9) Şekli bozuk (sa­ katlar dahil); ve (10) Muhtaç (öksüz, serseri, evsiz, ava­ re ve yoksullar dahil). Bu çok kısa ırk ıslahı hareketi tanımlamasında Nazi Al­ manya'sıru ele almadım; insanlığa karşı işledikleri suçlar tek­ rarlarunalanna gerek olmayacak kadar iyi biliniyor. Ancak 495
Baş Belası lcatlar 1933'te Reichstag kısmen Laughlin'in çalışmasına dayanan (ve mazur gösterilen) irsi Hastalıklı Nesillerin Önlenmesi ya­ sasını çıkardı ve zaman içinde Alman hükümeti yaklaşık 350.000 kişiyi kısırlaşhrdı. İnsanın içini ürperten bir belge de 1936' da ırksal temizliği destekleyen "bilimsel" çalışmasından ötürü Laughlin' e Heidelberg Üniversitesi tarafından verilen fahri doktorluğun arşivlenmiş fotosudur. Harry Laughlin'in öyküsünde tuhaf bir ironi var: ömrünün sonuna doğru ken­ disinde epilepsi çıkh ki bu hastalık kendi önerdiği yasaya gö­ re kendisini kısırlaştırmaya uygun bir aday kılıyordu. Laugh­ lin kırk yıllık evlilikten sonra, çocuğu olmadığı için hiç gene­ tik miras bırakmadan Missouri' de 1943' de öldü. Bu kitabın girişinde, el baltasının icadıyla birlikte insanla­ rın kendi evrimlerini değiştirdiklerine dikkat çektim; kuşku­ suz insan bunu yapan tek türdür. Bu nedenle Harry Laugh­ lin'in çalışması ve Cold Spring Harbor'da devam eden ve genlerin işleyişine dair bilgi birikimimize katkıda bulunan olağanüstü çalışmayla ilgili başka ironiler de var. Bu tür bilgiler sayesinde, insanlık artık kendi evrimini ma­ nipüle edebileceği başka bir fırsatın eşiğinde duruyor. Gene­ tik bilgimiz sadece gen terapisi yapmanın değil, insan geno­ munun genetik özelliklerin sonraki nesillere aktarılmasına olanak sağlayacak şekilde değiştirilmesinin veya "zenginleş­ tirilmesinin" şüpheye mahal kalmayacak biçimde mümkün hale geldiğini göstermektedir. Bilimciler otuz yıl önce trans­ genik hayvanları üretebilecek duruma geldiler. Bu gelişme sayesinde genetik biliminde çok önemli bir ilerleme kayde­ dildi, genler ve fonksiyonlarına dair bilgimiz büyük ölçüde arth. Genetik manipülasyon becerimiz şu anda çok yetersiz olmasına rağmen, kendi türümüzde kullarulabilecek şekilde "güvenli" kılma potansiyeliyle birlikte gelecekte neredeyse kesinlikle geliştirilecektir. 496
Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? Eninde sonunda insanlar zekayı geliştirmeyi, fiziksel kuv­ veti arhrmayı, ömrü uzatmayı, fiziksel görünümü değiştir­ meyi veya bizim neslimizde ve çevremizde "arzu edilir" ola­ rak gördüğümüz diğer özellikleri torunlarımıza vermeyi ma­ kul görebilirler. Ne var ki Harry Laughlin, Frances Galton, Trofim Lysenko ve onlara benzeyen diğer birçok kimsenin ta­ rihi bize güven vermiyor. Mesele yalnızca kaçınılmaz olarak hatalar meydana gele­ cek olması veya torunlanmız üzerinde zorla yapacağımız de­ ğişikliklerin kaha, geri döndürülemez olacak olması değil. Aynca ciddi bir mesele olmasına rağmen, çeşitli topluluklar­ da şu anda var olan eşitsizlikleri arhrma meselesi de değil. Bir tür esasen genomuyla belirlenir. Türümüz homo sapiensin bazı üyelerini değiştirmeye karar verirsek, bunun insanlığa maliyeti ne olur? Ve büyük ölçüde insan yaşamının kutsallı­ ğına ve kalitesine dayanan belli başlı ahlaki değerlerimize ne olur? 497

On İkinci Bölüm BiLiMCİLER VE HALK: ON iKİ AFORİZMA VE BİR MANİFESTO Bilimsel bilginin bazı vaatlerine ve oluşturduğu tehditlerin birçoğuna değindik. İnsan yaratıcılığının yararları hiç bu ka­ dar büyük olmamıştı ve çok azımız yirmi birinci yüzyıl yeri­ ne on sekiz, on dokuz veya yirminci yüzyıllarda yaşamayı tercih ederdik. Geleceğe dair iyimser olmamız için çok neden var, ancak aynı zamanda zekamız sonucunda insanlığın kar­ şı karşıya olduğu tehditlerin muhtemelen hiç bu kadar ciddi olmadığını da kabul etmeliyiz. Eğer tür olarak yaratıcılığımız büyük yararlar sağlayacak şekilde devam edecekse ve nere­ deyse bütün teknolojilerde saklı olan tehlikelerin en aza in­ dirgenmesi gerekiyorsa, hepimizin bilgilerimizi kullarıma şeklimiz hususunda çok daha dikkatli olmamız gerekecek. Birçok bilimcinin işlerini yapmasının nedeni elde edecek­ leri ve yayımlayacakları bilgilerin diğer insanlara yarar sağ­ layabileceğine yürekten inanmalarıdır. Bilimcilik entelektüel açıdan uyarıcı, hatta zaman zaman heyecanlı olduğu halde ve nadiren büyük bir ödül kazandıkları ve doyurucu şekilde takdir edildikleri halde, meslektaşlarımın büyük çoğunluğu bilimle uğraşarak insanlara yararlı olabileceklerini ümit edi­ yor. Topluma faydalı olmak gündemlerinde üst sırada. 499
Baş Belası icatlar Bilimle uğraşmak her zaman kolay değildir; zihinsel di­ siplin ve uzun bir eğitim gerektirir ve genelde de maddi açı­ dan doyurucu değildir. Sık sık kimseyle irtibatınızın olmadı­ ğı uzun saatler boyunca sıkıa veya sıradan işler yapmanız gerekir. Araştırma işine girmek demek bir kişinin kendisi ve ailesi için hatırı sayılır bir emniyetsizliği kabul etmesi demek­ tir. Araştırmacıların büyük çoğunluğu zekaları sayesinde ya­ şamlarını sürdürür, üstlendikleri her proje için bağış fonu toplamak zorunda kalırlar. Bu alandaki rekabet git gide kızı­ şıyor; artık dünyanın her yerinde bağış almak için başvuru yapan pek az araştırmacı olumlu yanıt alabiliyor. Bilimsel araştırma her zaman zahmetlidir ve bazen de yalnızlık geti­ rir. Günümüzde bilim çoğunlukla ekipler halinde çalışan bi­ limci gruplarıyla yapılsa da, her bilimci entelektüel değerinin sürekli tetkik altında olduğunu bilir. Yukarıda özetlenen zorluklardan kaynaklanan gerilimler ele aldığım bazı tarihi örneklerde görmüş olduğumuz gibi, entelektüel açıdan saldırgan tutumlara yol açabilir. Üstelik tıbbın bazı alanlarındaki olası istisnalar hariç, üniversite öğ­ rencilerinin öğrendikleri bilimin etik çıkarımları çok az tartı­ şılıyor ve fazla öğretilmiyor. Çoğu bilimci genelde esrarlı bir jargonla dopdolu tuhaf ve karmaşık bir dil konuştukları için, yaptıkları araştırma etraflarındaki insanlara anlaşılmaz gele­ bilir. Bu bazen yaptıklarının ters sonuçlarından tam da en çok etkilenme ihtimali olan insanlarla iyi bir iletişim kurulmasını ve yapıa tartışmayı önler. Bunlar eğitim sistemimizde irdele­ memiz gereken önemli meselelerdir. Ancak bilimciler genelde ürettikleri bilgilerin yanlış kulla­ nılmasından sorumlu değildirler. Bir dereceye kadar bütün halk bilimin kullanılma şeklinden sorumludur.1 Bilimsel ge500
Bilimciler ve Halk: On lki Aforizma ve Bir Manifesto lişmeden yararlanıyorsak bilim hakkında daha çok bilgi sahi­ bi olmamız gerektiğini de anlamalıyız ki böylece bilimin kul­ lanım şeklinde söz hakkımız olabilir ve yanlış kullanılırsa içe­ rimlerinden haberdar olabiliriz. Bilimsel bilgiyi akıllıca kul­ lanma yükümlülüğü toplumun geniş kahlımı olmadan sağla­ namaz. Bilgelik bilgi gerektirir. Bu yüzden evvela, mümkün oldu­ ğu kadar çok insanın bilimsel kültüre sahip olmasına ivedi bir ihtiyaç vardır. Bu kültür olmadan vatandaşların akıllıca kararlar almaları, politik temsilcilerin ve politika belirleyen­ lerin iyi seçimler yapmaları çok zor olacaktır. Bilim birçok yönden kültürün çok önemli bir parçasıdır. Uygar, kültürlü bir toplumda herkesin bilim hakkında daha çok bilgi sahibi olma yükümlülüğü vardır ve herkes bilimden haberi olma­ masının kabul edilemez olduğunu anlamalıdır. Öyle ki her toplumun sunduğu bilimsel eğitimin en yük­ sek kalitede olmasını sağlaması gerekir. Hükümetlerin de şu anki trend hakkında düşünüp taşınması ve bilim eğitimine yatırım yapma kararının sadece ekonomik açıdan değeri ol­ masına dayanmasının sağlam bir politika olup olmadığını sorgulaması gerekir. Daha ziyade bilim eğitimine yahnm yapmanın hayati olduğunu çünkü çocuklarımızın ve torunla­ rımızın daha güvenli ve sağlıklı bir toplumda yaşamalarını sağlamanın en iyi yolunun bu olduğunu göz önüne almalılar. Bu kitapta tekrarladığım bir tema da bilim hakkındaki dü­ şünce şeklimiz. Çoğumuz yeni bilimsel gelişmeleri medya­ dan öğreniyoruz ki kuşkusuz medyanın da kendi gündemi var. Bu nedenle on iki aforizma öneriyorum: Bilim öğretilir ve tartışılırken ya da yazılı medyada veya televizyon gibi ya­ yın araçlarında sunulurken her zaman bariz olmayan nokta­ lar bunlar. 501
Baş Belası icatlar BİLİM HAKKINDA ON iKi AFORİZMA • Yeni bir keşif hemen her zaman derhal veya kısa sürede fayda sunabildiği gibi abartılı iddialarla duyurulur. • Neredeyse bütün teknolojik ilerlemelerin, icat edildikleri zaman genellikle tam olarak bilinmeyen veya öngörülme­ yen endişe verici veya negatif yönleri vardır. • Birçok keşfin hatta çoğunun keşif ilk yapıldığı zaman tah­ min edilemeyen yararlı uygulamaları vardır. • Birçok teknolojik ilerleme dünyada birbiriyle bağlanbsız yerlerde aşağı yukarı aynı anda ve birbirlerinden bağımsız olarak yapılır. • Sürekli aynı teknolojileri yeniden icat eder ve aynı keşifleri tekrar yaparız. • Birçok bilimsel ilerleme sayısız küçük aşamdan geçerek gerçekleşir. "Çığır açan buluş" diye bir şey çok nadirdir. • Bilimsel bilgi üstsel hızda arbyor olabilir ama bilimsel bil­ giden istifade edilmesi çoğu zaman umulandan çok daha yavaş olur. • Birçok gayet önemli keşif ve bazı icatlar güzel rastlantıların eseridir. • "İyi" demokratik devletler bile sık sık bilimsel bilgiyi yan­ lış kullanır. • Bilimciler de insandır, dolayısıyla daima bütünüyle nesnel olmayabilirler. • Bilimciler gelecek tahmininde başka insanlardan daha iyi değildirler. Aslında öngörüleri genellikle büyük ölçüde ku­ surludur. • Bilimcilerin büyük çoğunluğunun bilimle uğraşmasının nedeni bilginin gelişmesinin herkesçe paylaşılacak yararlar getirecek olduğuna inanmalandır. 502
Bilimciler ve Halle On İki Aforizma ve Bir Manifesto Ya bilimcinin rolü? Eğer bilimciler toplumun güvenini hak edeceklerse, işlerini geniş bir kültürel bağlamda görme­ leri gerekir. Halkın endişe, ümit ve fikirlerine kulak verip ya­ nıt sunmaları ve bilimlerinin kullanılabileceği yollar üzerin­ de etraflıca düşünmeleri gerekir. Toplumun bilimsel bilginin kullanımı hakkındaki önemli kararlara daha yakından dahil olması gerektiği için, bilimcilerin bu bilgiyi uygulama şekille­ rini ve içerimlerinin neler olabileceğini değerlendirmeleri ge­ rekir. Kuşkusuz, bunu yapmak iyi vatandaş olmak demektir. Böyle bir yaklaşım en iyi, bilimciler ve halk arasında oluşacak etkili bir sözleşmeyle teşvik edilebilir. Eğer bu ilişki güçlüy­ se, o zaman bilimin gitgide daha akıllıca ve en büyük yarar doğrultusunda kullanılması daha muhtemeldir. Birleşik Krallık' ta bu sözleşme sürecini başlatmış olduğumuzu belirt­ mek isterim ki kanımca geleceğimizi sağlama almanın en iyi yollarından biri budur. Bu düşünceleri akılda tutarak, aşağıdaki manifestoyu tek­ lif ediyorum. Küstahça görünebilir ama bunu düşünce biçi­ minde yararlı bir değişiklik yapılması için bir başlangıç nok­ tası olarak öneriyorum. Bu ilkeler benim zannımca bilimci ile toplum arasında daha iyi ve güvenli bir ilişki sağlanmasında yardıma olabilir. BİR BİLİMCİNİN MANİFESTOSU 1 . Çalışmamızı mümkün olduğunca etkin bir biçimde ilet­ meye gayret etmeliyiz, çünkü en nihayetinde çalışma top­ lum adına yapılıyor ve yine kötü sonuçlan hepimizin ya­ şadığı toplumun üyelerini etkileyebilir.2 Sadece meslek­ taşlarımız için beyanda bulunduğumuzda veya çalışma yayımladığımızda açık olmaya çalışmamalıyız, aynı za­ manda çalışmamızı halktan bir kişiye anlatırken de aynı çabayı göstermeliyiz. Ayrıca daha etkin iletişime geçmeyi 503
Baş Belası icatlar öğrenmenin yaphğımız bilimin kalitesini arhrabileceği ve bilimi çözmeye çalışhğımız sorunlarla daha alakalı kılabi­ leceği hususunda da etraflıca düşünebiliriz. 2. İletişim iki yönlü bir süreçtir. Halkla iyi ilişki sadece bi­ limsel bilgiyi açıkça anlatmak değildir. Halkın fikir, soru, umut ve endişelerini dinlemeyi ve cevap vermeyi de ge­ rektirir. Halkla bu tarz ilişkinin iyi vatandaşlık meselesi olduğunu kabul etmeliyiz. Bazen toplumun çeşitli kesim­ leriyle kurulan uygun diyalogun çalışmamızın bazı yön­ lerinin bilinmesini sağlayacağını akılda tutmalıyız. Daha­ sı bu diyalog çalışmamızdan geliştirilen bir teknolojiyi halkın ihtiyaçlarıyla daha alakalı kılıp tehlikeli olma ihti­ malini azaltabilir. 3. Medya ister yazılı ister yayın veya intemet yoluyla olsun, halkın bilim hakkında bilgi sahibi olmasında anahtar rol oynar. Gazetecilerle olan ilişkilerimizde mümkün oldu­ ğunca açık, dürüst ve anlaşılabilir olarak çalışmalarımızı daha etkin biçimde paylaşmamız gerekir. Üzerinde çalış­ hğımız şeyin potansiyelini abartarak, alanımızda çalışan diğer bilimcilerin işlerini küçümseyerek medyayı kötüye kullanmamızın bilime de zararlı olabileceğini anlamamız gerekir. 4. Yaphğımız bilimin tümüyle bizim malımız olmadığını ka­ bul etmemiz gerekir. Vergi verenler bizim bilim eğitimi­ mizin finansına yardım etsin etmesin, eğitim ve araşhr­ malarımızın çoğu halk tarafından, araşhrma konseylerin­ den veya hayır kurumlarından bağış olarak karşılanıyor. Araştırma sonuçlarımız kısmen halkın malıdır. 5. Mümkün olan her yerde, her zaman işimizin uygulamala­ rından kaynaklanabilecek etik problemleri göz önüne al­ malıyız. Bazı bilimciler bilimin ahlaki bir değeri olmadığı­ nı iddia etmişlerdir; ancak saf bilgi etik açıdan tarafsız 504
Bilimciler ve Halk: On iki Aforizma ve Bir Manifesto 6. 7. 8. 9. olabilse de bu bilginin elde edilme ve kullanım şekli bir­ çok zor etik meseleyi ilgilendirebilir. Bilimin "hakikat" değil, hakikatin yalnızca bir versiyonu olduğunu akılda tutmalıyız. Bilimsel bir deney bir şey "kanıtlayabilir" ama bir "kanıt" zamanla biz daha iyi bir anlayış kazandıkça değişebilir. Bir şeyin gerçek olduğunu sadece iddia etmek birçok insanı söylediğimizin doğrulu­ ğuna ikna etmeyecektir. Bazen iki tane iyi yapılmış dene­ yin eşit derecede geçerli olan çelişkili sonuçlar verebilece­ ğini akılda tutmak gerekir. Bilim mutlak değildir; genelde belirsizlik hakkındadır. Biz bilimcilerin keşfettiklerimizden aşın derecede gurur­ lanmamız anlaşılabilir ve uygun bir şeydir, ama bu özel bilginin bazen bir güya her şeye gücü yetme ve küstahça iddia etme kültürü türetebileceği kolayca unutulabilir. Ki­ birden kaçınmalıyız çünkü verilerin yanlış yorumlanma­ sına ve meslektaşlarla işbirliği yerine anlaşmazlığa yol açabilir. Üstelik kibir halkın güvensizliğini artırarak bili­ min itibarına zarar verebilir. Bilimcilere düzenli olarak diğer bilimcilerin çalışmalarını değerlendirmeleri veya yayımlanmadan önce gözden ge­ çirmeleri için çağrı yapılır. Meslektaşların yaptığı bu ince­ leme bilimsel çalışmanın kalitesini değerlendirmede ge­ nellikle en iyi süreç olsa da kötüye kullanılabilir. Böyle bir incelemeyi yaparken, adil, dürüst olmaya ve kendi çıkarı­ mıza uygun davranmamaya gayret etmeliyiz. Bilimimizi geniş bir bağlamda görmeye çalışmalı ama ay­ nı zamanda kişisel uzmanlık sınırlarımızın da farkında ol­ malıyız. Kendi konumuz dışında konuşurken, bir duru­ mun olgularını yanlış anlama olasılığımızın fazla olabile­ ceğini göz önünde tutmalıyız. Bilimin geleceği hakkında tahminlerde bulunurken, özellikle de gerçekçi olmayan 505
Baş Belası icatlar beklentiler yaratmak zararlı olabileceği için özellikle dikkatli olmalıyız. 10. İster totaliter ister oligarşik ister demokratik seçimle gel­ miş olsun, yönetimlerin genelde menfaatleri vardır. Bu tarz menfaatler her zaman iyi araştırmalara veya bilgi se­ merelerinin iyi bir şekilde kullanımına olanak sağlamaz. Devlet kontrolündeki bilimin kötücül bir etkisi olabilir. Bu totaliter yönetimlerde kesinlikle doğrudur ama bilimin yanlış kullanımı bizimkisi de dahil olmak üzere, neredey­ se bütün liberal demokrasilerde çok yaygındır. Bilimcilerin politikaalardan bağımsız olmaları zordur, çünkü politikacılar sonuçta birçok önemli mali karan ve­ rirler. Ancak politikaalarla aramıza biraz mesafe koyma­ mız gerekir ve kararlarının hatalı veya tehlikeli olduğunu düşündüğümüzde de eleştirmekten kaçınmamalıyız. 1 1. Çoğu zaman hükürnetlerin ve üniversitelerin desteklediği ticari menfaatler eğer teknoloji kamu yararına kullanılı­ yorsa göz ardı edilemezler. Fakat bilimciler çıkar çahşma­ larının tehlikelerinin bilincinde olmalı ve bir denge kur­ malıdır, çünkü ticari menfaatlerin bilimsel girişimler üze­ rinde kötü bir etkisi olabilir. Bilim tarihi ticari çıkarların aşın veya dar görüşlü bir şekilde gözetilmesinin halkın güveninin kaybedilmesine yol açabileceğini gösterir. 12. Bah dünyasında en iyi temel bilimlerin çoğu üniversite­ lerde yapılır. Ancak tarihsel açıdan üniversiteler elit ve gi­ zemli kurumlar olmuşlardır ve günümüzde bile zaman zaman karmaşık ve anlaşılmaz işlerin yapıldığı oldukça tehdit edici yerler olarak algılanırlar. Üniversitelerde çalı­ şan bizler kurumlarımıza açık erişimin olduğu bir yeni kültürün teşvik edilmesine yardımcı olmaya çalışmalı ve yapabildiğimiz yerde, toplum hizmeti ve sosyal yardım gerektiren faaliyetlerin güçlendirilmesine yardım etmeli506
Bilimciler ve Halk: On İki Aforizma ve Bir Manifesto yiz. Üniversitelerin halkın bilimcilerle olan bağlanhsını her fırsatta desteklemesini sağlamak için elimizden geleni yapmalıyız. 13. Okullar gençleri doğal dünyanın ihtişamını görmeye teş­ vik etmede en hayati rolü oynuyorlar. Ancak maalesef gü­ nümüzde birçok okul, çocukların bilimin harikalarını tak­ dir etme hususunda bilfiil heveslerini kırıyor. Çocuklar için daha pratik ve deneysel çalışmaları teşvik edebilecek girişimleri desteklemeye çalışmalı ve ilham veren öğret­ menler ile öğretimlerini takdir ettiğimizi göstermeliyiz. Eğer yapabilecek pozisyondaysak, okullar, öğrenciler ve üniversiteler arasında daha güçlü bağlanh ve işbirlikleri­ ni desteklemeliyiz, çünkü bu daha sağlıklı, güvenli bir toplum yaratmamıza yardıma olabilir. 14. Daha bir nesil önce, uygar bir kişi olmanın göstergesi Sha­ kespeare, Milton, Goethe, Tukidides, Rembrandt ve Beet­ hoven'in değerini bilmekti. Ancak bilim uğraşı öylesine yoğunlaşh ve zahmetli oldu ki günümüz bilimcileri kültü­ rel mirasımıza aldırmama eğilimindeler. Kendi ilgi alan­ larımızı genişleterek bunun üzerinde düşünebilir, böylece bilimci olmayanların bilimi kültürümüzün bir parçası ola­ rak görmelerine yardıma olabiliriz. Shakespeare, Tukidi­ des, Goethe ve hatta Milton'ın bizim bilimsel araşhrmala­ nmızla direkt bir bağlanhsı olmayabilir ama bu tarz ya­ zarların temsil ettiği kültürel değerler evrenseldir ve son derece önemlidir. Romalı şair ve tiyatro yazarı Publius Terentius'un sözleri özellikle anlamlıdır: Homo sum: huma­ n i nil a me alienu m puto. ''Ben insanım: İnsana özgü hiçbir şey bana yabana değildir." 507

NOTLAR Giriş. Zekamıza Fazla mı Güveniyoruz? 1 Hartrnut Thieme, "Lower Palaeolithic hunting spears from Germany", Nature, 385: 807-10 (1997). 2 Karbon-14'ün nispeten kısa yan ömrü nedeniyle, karbon 14 metodu sadece yaklaşık son 60.000 yıl için uygulana­ bilir (yaklaşık olarak modern insanın evrimleşmesinden bu yana). Eğer bu tarihten önceki bir objenin tarihi belir­ lenmek isteniyorsa potasyum veya toryum gibi başka ele­ mentler kullanılabilir. 3 Robert Winston, insan Beyni, Say Yayınlan, İstanbul (2012). 4 Jean Clotte ve Jean Courtin, La Grotte Cosquer, Editions du Seuil, Paris (1994). 5 L. Bachechi, P.-F. Fahri ve F. Mallegni, "An arrow-caused lesion in a late Upper Paleolithic human pelvis", Current Anthropology, 38: 135-40 (1997). 6 Thor Gjerdrum, Philip Walker ve Valerie Andrushko, "Humeral retroversion: an activity pattem index in pre­ historic southem California", American /ournal of Physical Anthropology, 36 (suppl.): 100-1 (2003). 7 Sir Martin Rees, Our Final Century? Will the Human Race Suroive the Twenty-ftrst Century? Heinemann, Londra (2005). 509
Baş Belası icatlar 8 Alec Broers (Lord Broers), The Triumph of Technology: The Reith Lectures, BBC Radio 4 (2005). 1. Yarabcılığımızın En Görkemli Cenneti 1 Michael Frank, Daniel Everett, Evalina Fedorenko and Edward Gibson, "Number as a cognitive technology: evi­ dence from Piraha language and cognition", Cognition, 108: 819-24 (2008). 2 Michael Sockol, David Raichlen ve Herman Pontzer, "Chimpanzee locomotor energetics and the origin of hu­ man bipedalism", Proceedings of the National Academy of Sciences of the USA, 1 34: 12265-9 (2007). 3 Robert Seyfarth ve Dorothy Cheney, "The acoustic featu­ res of vervet monkey grunts", fournal of the Acoustical So­ ciety of America, 75: 1623-8 (1984). 4 Robin Dunbar, "Psychology: evolution of the social bra­ in", Science, 302: 1 160-1 (2003). 5 Patricia M. Greenfield, "Language, tools and brain: the ontogeny and phylogeny of hierarchically organized se­ quential behavior", Behavioral and Brain Sciences, 14: 53195 (1991). 6 Cecilia S. L. Lai, Simon E. Fisher, Jane A. Hurst, Faraneh Vargha-Khadem ve Anthony P. Monaco, "A forkhead­ domain gene is mutated in a severe speech and language disorder'', Nature, 412: 519-23 (2001). 7 Richard G. Klein, "Whither the Neanderthals?", Science, 299: 1 525-9 (2003). 8 Wolfgang Enard, Molly Przeworski, Simon E. Fisher, Ce­ cilia S. L. Lai, Victor Wiebe, Takashi .Kitano, Anthony P. Monaco and Svante Paabo, "Molecular evolution of FOXP2, a gene involved in speech and language", Natu­ re, 418: 869-72 (2002). 510
Notlar 9 B. Arensburg, A. M. Tillier, B. Vandermeersch, H. Duday, L. A. Schepartz and Y. Rak. "A Middle Palaeolithic hu­ man hyoid bone", Nature, 338: 758-60 (1989). 10 M. Hauser, N. Chomsky ve W. T. Fitch, "The language fa­ culty: what is it, who has it, and how did it evolve?", Sci­ ence, 298: 1569-79 (2002). 11 S. Leitner ve C. K. Catchpole, "Female canaries that res­ pond and discriminate more between male songs of dif­ ferent quality have a larger song control nucleus (HVC) in the brain", /ournal of Neurobiology, 52: 294-301 (2002). 12 Nancy Mitford ve Osbert Lancaster, Noblesse Oblige: An Enquiry into the ldentifiable Characteristics of the English Aristocracy, Penguin Books, Londra (1959). 13 Judg. 12: 5. 14 Seyfarth ve Cheney, "The acoustic features of vervet monkey grunts". 15 K. Amold ve K. Zuberbühler, "Language evolution: se­ mantic combinations in primate calls", Nature, 441: 303, publ. online (2006). 16 Juliane Kaminski, Julia Fischer ve Josep Call, "Prospecti­ ve object �arch in dogs: mixed evidence for knowledge of What and Where", Animal Cognition, 1 1 : 1435 (2008). 17 Hauser vdl., "The language faculty". 2. Yok Etme Arzusu 1 William Bateson, Gregor Mendel. Mendel's Principles of He­ redity: A Defence, Cambridge Üniversitesi Yayını, Cam­ bridge (1902). 2 Jan l\'itkowski, "Stalin's war on genetic science", Nature, 454: 577-9 (2008). 3 David Joravsky, The Lysenko Affair, University of Chicago Press, Chicago (1970). 511
Baş Belası icatlar 4 Peter Pringle, The Murder of Nikolai Vavilov, Simon & Schuster, New York (2008). 3. Yıprahcı Bir Varoluş 1 Gen. 3: 17-20. 2 Theya Molleson, "The eloquent bones of Abu Hureyra", Scientific American, 271: 70-5 (1994). 3 K. N. Schneider, "Dental caries, enamel composition, and subsistence among prehistoric Amerindians of Ohio", American /ounıal of Physical Anthropology, 71 : 95-102 (1986). 4 Kim Hill, A. M. Hurtado and R. S. Walker, "High adult mortality among Hiwi hunter-gatherers: implications for human evolution", /ournal of Human Evolution, 52: 443-54 (2007). 5 Richard B. Lee and lrven DeVore, Man the Hunter, Aldi­ ne, New York (1968). 6 Mark Nathan Cohen, Health and the Rise of Civilization, Ya­ le Üniversitesi Baskıs, New Haven (1989). 7 Ofer Bar-Yosef, Avi Gopher, Eitan Tchemov and Mordec­ hai E. Kislev, "Netiv Hagdud: an early Neolithic village site in the Jordan Valley", /ournal of Field Archaeology, 18: 405-4 (1991). 8 D. W. Gaylor, J. A. Axelrad, R. P. Brown, J. A. Cavagna­ ro, W. H. Cyr, K. L. Hulebak, R. J. Lorentzen, M. A. Mil­ ler, L. T. Mulligan and B. A. Schwetz, "Health risk assess­ ment practices in the U.S. Food and Drug Administrati­ on", Regulatory Toxicology and Pharmacology, 26: 307-21 (1997). Hayvan Çiftliği 1 Margaret Jolly, Women of the Place: Kastom, Colonialism and Gender in Vanuatu (Studies in Anthropology and His­ tory), Harwood Acadernic, Newark, NJ (1994). 4. 512
Notlar 2 Matthew Kluger, "Fever revisited", Pediatrics, 90: 846-50 (1992). 3 http: / / www.goveg.com / factoryFarming_pigs_farms. asp. 4 A. Voss, F. Loeffen, }. Bakker, C. Klaassen ve M. Wuli, "Methicillin-resistant Staphylococcus aureus in pig far­ ming", (2005); N. Nitatpattana, A. Dubot-Peres, M. AI Gouilh, M. Souris,P. Barbazan, S. Yoksan vdl., "lncidence of Japanese encephalitis virus genotype, Thailand" (2008); S. AbuBakar, L. Y. Chang, A. R. Mohd Ali, S. H. Sharifah, K. Yusoff and Z. Zamrod, "lsolation and mole­ cular identification of Nipah virus from pigs" (Dec. 2004); W. Chen, M. Yan, L. Yang, B. Ding, B. He, Y. Wang vdl., "SARS-associated coronavirus transmitted from human to pig" (2005). Hepsi de Hastalık Kontrol ve önleme Mer­ kezinde, Emerging Infectious Diseases (çevrimiçi yayın). 5 Stephen Morse, "Factors in the emergence of infectious diseases", Emerging Infectious Diseases, 1: 7-15 (1995). 6 http:/ / www.smithfield.com/ about/ advertising.php. 7 M. Shun-Shin, M. Thompson, C. Heneghan, R. Perera, A. Hamden ve D. Mant, "Neuraminidase inhibitors for tre­ atment and prophylaxis of influenza in children: syste­ matic review and meta-analysis of randomised control­ led trials", British Medical /ournal (çevrimiçi baskı), 10 Ağustos. 2009, 339:b3172. 8 The Times, 1 1 Ağustos 2009. 9 Larry Pope virüsün etten bulaşmadığı iddiasında nere­ deyse kesinlikle haklıdır. 14 Mayıs 2009'da da (www . smithfieldfood.com / media / news.aspx), şirketin Meksi­ ka hükümetiyle yapbğı işbirliğini bildirdi: "Meksika hü­ kümeti tarafından yürütülen test işleminin sonuçlan 513
Baş Belası icatlar Granjas Carroll de Mexico'dak.i (GCM) gribin A(HlNl) insanlarda görülen türü de dahil olmak üzere, hiçbir vi­ rüsün domuz sürüsünde mevcut olmadığını doğrulamış­ tır." Sonuç olarak "HlNl grip virüsünün insanları etkile­ yen alt türünün GCM' den kaynaklanmadığını" iddia eder. Bu salgının kaynağı ne olursa olsun, domuzların sık sık birtakım virüslerle enfekte olduğunun belgelendiğini göz önüne aldığımızda, bu şirketin çiftliklerinin çoğunun etrafındaki çevreyi temizleyerek sicilini iyileştirmeyi uy­ gun görmüş olması yararlıdır. 10 J. A. Hutchings, "Collapse and recovery of marine fis­ hes", Nature, 406: 882-5 (2000). 1 1 Isa. 19: 6. 12 R. L. Naylor, R. J. Goldburg, J. H. Primavera, N. Kautsky, M. C. Beveridge, J. Clay, C. Folke, J. Lubchenco, H. Moo­ ney and M. Troell, "Effect of aquaculture on world fish supplies", Nature, 405 / 6790: 1 017-24 (2000). 13 Philip Lymbery, "in too deep: the welfare of intensively farmed fish" (2002), Compassion in World Farming için yapılmış çalışma (www .ciwf.org.uk). 14 Asiditenin ölçümü pH'dır. PH değeri 7.0 olan bir çözelti pH değeri 8.0 olan bir çözeltiden on kat daha asitlidir. 15 James C. Orr, Victoria J. Fabry, Olivier Aumont, Laurent Bopp, Scott C. Doney, Richard A. Feely et al., "Anthropo­ genic ocean acidification over the twenty-first century and its impact on calcifying organisms", Nature, 437: 6816 (2005). 16 Uluslararası Meseleler Hakkında Akademiler Arası He­ yet, IAP Statement on Ocean Acidification (2009). 17 S. B. Prusiner, "Novel proteinaceous infectious particles cause scrapie", Science, 216: 136-44 (1982). 514
Notlar 5. Dönüp Dolaşan Acayip Sözler 1 Denise Schmandt-Besserat, How Writing Came About, Te­ xas Üniversitesi Yayını, Austin, Tex. (1996). 2 Ronald 5. Stroud, "The art of writing in ancient Greece", in Wayne M. Senner, ed., The Origins of Writing, Nebras­ ka Üniversitesi Yayını, Lincoln, NE (1989). 3 G. Alun Evans, "Evidence for lndo-European language in the Minoan documents", /ournal of Hellenic Studies, 73: 84103 (1953). 4 Rex E. Wallace, An Introduction to Wall lnscriptions from Pompeii and Herculaneum, Bolchazy-Carducci ine., W au­ conda, lll. (2005). 5 David Keightley, Sources of Shang History: The Oracle-Bone lnscriptions of Bronze Age China, California Üniversitesi Yayını, Berkeley (1978). 6 Jack Goody, The Domestication of the Savage Mind (Themes in the Social Sciences), Cambridge Üniversitesi Yayını, Cambridge (1977). 7 Robert Winston, Human lnstinct: How our Primeval lmpul­ ses Shape our Modern Lives, Bantam Yayını, Londra (2002), pp. 313ff. 8 Alberto Manguel, The Library at Night, Yale Üniversitesi Yayını, New Haven (2008). 9 Fernando Baez, A Universal History of the Destruction of Bo­ oks, trans. Alfred MacAdam, Atlas & Co., New York (2008). 10 P. D. G. Thomas, "The beginning of parliamentary repor­ ting in newspapers, 1768-1 774", English Historical Review, 74: 623 (1959). 1 1 /ournals of the House of Lords, Lord Lovat hakkında tuta­ nak, 20 George il, 529ff. (1747). 12 /ournals of the House of Commons, 38: 745 (1760). 515
Baş Belası icatlar 1 3 P. L. Simrnonds, "Statistics of newspapers in various co­ untries", ]ournal of the Statistical Society of London, 4: 1 11- 36 (1841). 14 1. Kershaw, Hitler, the Germans, and the Final Solution, Ya­ le Üniversitesi Yayını, New Haven (2008). 15. Welch, "Nazi propaganda and the Volksgemeinschaft: constructing a people's community", ]ournal of Contempo­ rary History, 39: 2 ("Understanding Nazi Germany'), 21338 (2004). 16 }. Curtice, "Was it The Sun that won it again? The influ­ ence of newspapers in the 1997 election campaign", CREST çalışma rapqrlan no. 75 (1999 ), http: / / www . crest.ox.ac.uk. Dijital iletişim 1 Stephen van Dulken, Inventing the 1 9th Century, British 6. Kütüphanesi, Londra (2001). 2 "C" harfi ikinci iğnenin tekrarlı hareketiyle gösteriliyor­ du. "}" ve "(l' harfleri de "G" ve "K" harfleriyle temsil ediliyordu. (Salford Üniversitesi: http: / / www .cntr.sal­ ford.ac.uk / comrns /johntawell.php.) 3 O. C. Howes, "Compulsions in depression: stalking by text message", American ]ournal of Psychiatry, 163: 1642 (2006). 4 O. James ve J. Drennan, "Exploring addictive consumpti­ on of mobile phone technology", Proceedings of Australian and New Zealand Marketing Academy Conference (2005). 5 Orange County Register, 7 Ocak 2009. 6 H. Luntiala, The Last Message, Tammi, Helsinki (2007). 7 J. Sutherland, "Cn u bet?", Guardian, 1 1 Kasım. 2002. 8 John Humphrys, "1 h8 bet msgs: how texting is wrecking our language", Mail OnLine, 24 Eylül 2007. 516
Notlar 9 Will Self and Lynne Truss, ''The joy of text", Guardian, 5 Temmuz 2008. 10 A Language far Life, Sir Alan Bullock'un başkanlığı altın­ da Eğitim ve Bilim Bakanlığı tarafından görevlendirilen Araştırma Kurulunun rap::>ru, Londra (1975). 1 1 George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yayınlan, İstanbul (2012). 12 E. Fromm, insandaki Yıkıcılığın Kökenleri, Paye! Yayınlan, İstanbul (1993). 13 K. Taylor, Cruelty: Human Evil and the Brain, Oxford Üni­ versitesi Yayını, Oxford (2009). 14 P. K. Smith, J. Mahdavi, M. Carvalho, S. Fisher, S. Russell ve N. Tippett, "Cyberbullying: its nature and impact in secondary school pupils", Child Psychology and Psychiatry, 49: 376-85 (2008). 15 J. F. Chisholm, "Cyberspace violence against girls and adolescent females", Annals of the New York Academy of Sciences, 1087: 74-89 (2006). 1 6 Ergen ve Plansız Hamileliği Önleme Kampanyası, araş­ tırma 2008: http: / / www .thenationakampaign.org 17 Internet World Stats (http: / / www.intemetworld­ stats.com / stats.htm) 2008. 18 Francis Maude MP, Hansard (Commons), col. 756, 12 Kcr­ sım 2008. 7. Doğru Prometheus Ateşi 1 Stella Brewer, The Forest Dwellers, Fontana, Londra (1979). 2 N. Goren-Inbar, N. Alperson, M. E. Kislev, O. Simchoni, Y. Melamed, A. Ben-Nun and E. Werker, "Evidence of hominin control of fire at Gesher Benot Ya'aqov, Israel", Science, 304: 725-7 (2004). 517
Baş Belası icatlar 3 Bu, yaklaşık 1,5 milyon ila 150.000 yıl öncesi arasına ta­ rihlenen Alt Paleolitik Çağ sırasında bir taş alet yapım yöntemine işaret eder. Bu çağın karakteristik aletleri çift yüzlü el baltaları, baltalar ve diğer temel aletlerdir. Avru­ pa Palaeolitik Dönemi'ne ait en eski aletler Homo erectus fosilleriyle ilişkilendirilen Afrika bölgelerinde bulunmuş­ tur. 4 C. K. Brain ve A. Sillent, "Evidence from the Swartkrans cave for the earliest use of fire", Nature, 336: 464-6 (1988). 5 Lewis Binford, "Were there elephant hunters at Torral­ ba?", in Matthew H. Nitecki and Doris V. Nitecki, eds, The Evolution of Human Hunting, Springer, Chicago (1987). 6 Alfred Reginald Radcliffe-Brown, The Andaman lslanders, Free Press, New York (repr. 1964). 7 Thucydides, cilt 2, çeviri. Benjamin Jowett, Clarendon Press, Oxford (1900). 8 "Sir Edward Kelle's Worke", in The Alchemical Works of Sir Edward Kelley lncluding The Philosopher's Stone. From Theatrum Chemicum Britannicum, ed. Elias Ashmole. Kes­ singer Publishing, Whitefish, Mont. (2006). 9 Charlotte Fell Smith, }olın Dee 1527-1 608, Constable & Co., Londra (1909). 10 Richard Feynrnan, "There's plenty of room at the bot­ tom", 29 Aralık 1959'da Amerikan Fizik Topluluğunun yıllık toplanbsında sunulan rapor, www.zyvex.com / na­ notech / feynman.html. adresinde görülebilir. 1 1 Jessica Ponti, Enrico Sabbioni, Barbara Munaro, Frances­ ca Broggi, Patrick Marmorato, Fabio Franchini, Renato Colognato and François Rossi, "Genotoxicity and morp­ hological transformation induced by cobalt nanoparticles and cobalt chloride: an in vitro study in Balb / 3T3 mouse fibroblasts", Mutagenesis, 24: 439-45 (2009). 518
Notlar 12 Paresh Chandra Ray, Hongtao Yu ve Peter P. Fu, "Toxi­ city and environrnental risks of nanomaterials: challenges and future needs", /ournal of Environmental Science and Health, Part C (2009), atwww.informaworld.com/ smpp / title-content=t713597270 adresinde görülebilir. 13 R. J. Griffitt, J. Luo, J. Gao, J. C. Bonzongo ve D. 5. Barber, "Effects of partide composition and species on toxicity of metallic nanomaterials in aquatic organisms", Environ­ men tal Toxicology and Chemistry, 27: 1972-8 (2008) 14 D. H. Lin ve B. 5. Xing, "Phytotoxicity of nanoparticles: inhibition of seed germination and root elongation", En­ vironmental Pollution, 150: 243-50 (2007) 8. Düşündürücü, Kükürtlü Ateşler 1 Michael Hunter, "Robert Boyle for the twenty-first cen­ tury", Notes and Records of the Royal Society of London, 59: 87-90 (2005). Aynca Michael Hunter'ın Boyle hakkındaki mükemmel denemesi, "The life and thought of Robert Boyle'u da tavsiye ederim. http: / / www.bbk.ac.uk/ Boy­ le /biog.html. 2 Donald Read, The English Provinces,.1760-90 civarı, Hod­ der & 5toughton, Londra (1964). 3 Joseph Priestley, Familiar Letters Addressed to the lnhabi­ tants of the Town of Birmingham, by the Revd Mr Madan (1790-92), mektup 4.6. J. Thompson tarafından basılıp, J. Johnson tarafından sahldı. 4 Jenny Uglow, The Lunar Men, Faber & Faber, Londra (2002). Çok tavsiye edilen, sürükleyici bir kitap. 5 Kitabı ciltsiz olarak kısa süre önce basıldı: John Robison, Proofs of a Conspiracy: Against ali the Religions and Govern­ ments of E urope, Carried on in the Secret Meetings of Freema­ sons, llluminati and Reading Societies, Forgotten Books 519
Baş Belası icatlar (2008), Amazon via www .forgottenbooks.org sitesinden temin edilebilir. 6 "The method to soften bones and to cook all kinds of me­ at in a short time and still fresh, with a description of the cooking vessel, its qualities and uses." 7 Heworth'taki 1812 St. Mary's Kilise Avlusu, Durham Ma­ deni Müzesi'ndeki Felling Colliery Felaketi Anıh. Müze­ de fotoğraf ve ilgili materyaller var. 8 R. G. Carpenter ve A. L. Cochrane, "Death rates of miners and ex-miners with and without coalworker's pneumo­ coniosis in South Wales", British Journal of Industrial Me­ dicine, 13: 102 (1956). 9 David Egan, Coal Society: A History of the South Wales Mi­ ning Valleys 1840-1980, Gomer Press, Dyfed (1987). 10 Thomas Crump, A Brief History of the Age of Steam, Robin­ son, Londra (2007). 11 Resim, Rudolph Ackermann'ın aynı dönemde bashğı Microcosm of London'da Rowlandson'ın yaphğı bir akva­ tinta olarak yer almışhr (1808). 12 Anthony Burton, Richard Trevithick: The Man and his Mac­ hines, Aurum Press, Londra (2000). 13 Alexis de Tocqueville, "Memoir on pauperism: does pub­ lic charity produce an idle and dependent class of soci­ ety?", ilk basım 1835; Cosimo Press tarafından, Alief, Tex. (2006). 14 Stockholm Uluslar arası Barış Araşbrmalan Enstitüsü, SIPRI Year Book 2008, Oxford, 2008, ABD Savunma Mer­ kezi Bilgilendirmeden alınhlanmışhr. 15 L. Calderon-Garciduenas, M. Franco-Lira, R. Torres­ Jard6n, C. Henriquez-Roldan, G. Barragan-Mejfa, G. Va­ lencia-Salazar, A. GonzaJ.ez-Maciel, R. Reynoso-Robles, R. Villarreal-Calder6n and W. Reed, "Pediatric respira520
Notlar tory and systemic effects of chronic air pollution exposu­ re: nose, lung, heart, and brain pathology", Toxicologic Pathology, 35: 1 54-62 (2007). insanı Mutlu Eden Petrol 1 Andrew Cook, Reilly: Ace of Spies. The True Story of Sidney Reilly, Tempus, Stroud (2004). 2 Andrew Lycett, The Man behind James Bond, Tumer, Nash­ 9. ville (1996). 3 Thomas Jock Murray, "Dr. Abraham Gesner: the father of the petroleum industry", /ournal of the Royal Society of Me­ dicine, 86/ 1: 43-4 (1993). 4 David Leon Chandler, Henry Flagler: The Astonishing Life and Times of the Visionary Robber Baron Who Founded Flori­ da, Macmillan, New York (2009). 5 Geoffrey Crowther, Traffic in Towns: A Study of the Long Term Problems of Traffic Urban Areas, Ulaşhrma Bakanının görevlendirdiği Yürütme Kurulu ve Çalışma Grubunun raporu, Londra (1963). 6 Talmud Bavli, Tractate Avodah Zarah, 70a. 7 Elizabeth Monroe, Philby of Arabia: St. John Philby, Faber & Faber, Londra (1973). 8 "The Ikhwan", http: / / www.eb.com:180 / cgi-bin / g? DocF=micro / 287 / 66.html. 9 James Howard Kunstler, The Long Emergency: Surviving the End of Oil, Climate Change, and Other Converging Catas­ trophes of the Twenty-first Century, Grove / Atlantic, New York (2006). 10 M. King Hubbert, "Nuclear energy and fossil fuels", Meeting Southem Division of Production, American Pet­ roleum Institute, 1956, http: / / www .hubbertpeak.com / Hubbert/ 1956 / 1956.pdf. 521
Baş Belası icatlar 1 1 Colin J. Campbell, The Coming Oil Crisis, Multi-Science Publishing Co. & Petroconsultants (1997). 12 Erik Davis, TechGnosis: Myth, Magic and Mysticism in the Age of Information, Serpent's Tail, Londra (1999 ) . 13 Renewable Energy, Lordlar Kamarası Bilim ve Teknoloji Hakkında Seçilmiş Kurul raporu, rapor 69 (2006). 14 Non-food Crops, Lordlar Kamarası Bilim ve Teknoloji Hakkında Seçilmiş Kurul raporu, rapor 5 (2000) . 15 Arnulf Jaeger-Waldau, in J. M. Kroon, G. Dennler, A. Jae­ ger-Waldau ve A. Slaoui, eds, Advanced materials and con­ cepts for photovoltaics (AMPS), Avrupa Materyal Araşhr­ ma Komitesi (E-MRS) Sempozyum Tutanakları, cilt. 215, Elsevier (2007). 16 J. Bostaph, "Thin film fuel-cells for low-power portable applications", Proceedings of the 39th Power-sources Confe­ rence, Cherry Hill, NJ: 152-5 (2000). 17 Rattan Lal, "Carbon sequestration", Philosophical Transac­ tion of the Royal Society, 363: 815-30 (2008). 18 Bkz. not 9. 19 Don Hopey, "State sues utility for US pollution violati­ ons", Pittsburgh Post-Gazette, 29 Haziran 2005. 20 J. P. McBride, R. E. Moore, J. P. Witherspoon ve R. E. Blanco, "Radiological impact of airborne effluents of coat and nuclear plants", Science, 202: 1045 (1978). 21 Alex Gabbard, "Coal combustion: nuclear resource or danger?", Oak Ridge Ulusal Laboratuvarı www .Mind­ fully.org / energy / coal-combustion-waste­ ccwljul93.htm. adresinden görülebilir. 22 Gordon J. Aubrecht, Energy: Physical, Environmental, and Social Implications, 3rd edn, Macmillan USA, New York (2005). 522
Notlar 23 http: / / www.epa.gov / hiri / . 24 M. R. Raupach, G. Marland, P. Ciais, C. Le Quere, J. G. Canadell, G. Klepper ve C. B. Field, "Global and regional drivers of accelerating global C02 emissions", Proceedings of the National Academy of Sciences, 104: 10288-93 (2007). 25 S. Rahmstorf, A. Cazenave, J. A. Church, J. E. Hansen, R. F. Keeling, D. E. Parker ve R. C. J. Somerville, "Recent cli­ mate observations compared to projections", Science, 316: 709 (2007). 10. Kelin İlacı Olsa... 1 Günümüzde dahi bazı çok dindar insanlar arasında iyi­ leştirmenin "Tann'yı oynamak" olduğu ve dolayısıyla etik açıdan sorgulanabilir olduğuna dair yaygın bir görüş var. Bu görüş Tann'run verdiği farz edilen insan zekası­ nın kullanılmamasını savunduğu için gülünç görünüyor. 2 Kireçleştirrne bir bileşimi veya elementi gerçekte eritme­ den, çözünmesine veya başka maddelerle reaksiyona geçmesine yol açarak yapılan ısıtma işlemidir. 3 Monica H. Green, çev., The Trotula: A Medieval Compendi­ um of Women 's Medicine, Pennsylvania Üniversitesi Yayı­ nı, Philadelphia (2002). 4 Roy Porter, Blood and Guts: A Short History of Medicine, Penguin, Londra (2003). 5 1 Sam. 5: 9. Hıyarcık kelimesinin İbranicesi ophal'dır. İn­ cil'in Kral James versiyonunda "emerod" "hemoroittir" ancak üreme organlan içindeki veya etrafındaki herhan­ gi bir kabarb veya yara anlamına gelebilir. 6 Bu tip karantina önlemlerinin kültürel açıdan bazı harika sonuçları olmuştur. Giovanni Boccaccio'nun Decame­ ron'unda, nüfusun yaklaşık dörtte üçünün ölümüne se- 523
Baş Belası icatlar bep olan 1348 veba salgınındaki karantina sırasında hika­ ye anlatarak oyalanan on Floransa soylusundan söz edilir. 7 Erasistratus (MÔ 304-250) önemli bir Yunan anatomistiy­ di. Doktor arkadaşı Herophilus'la birlikte lskenderiye Anatomi Okulunu kurdu ve kalpteki kapakçık ile atarda­ mar ile toplardamar arasındaki yapı farkını tanımladı. 8 Benjamin Lee Gordon, Medieval and Renaissance Medicine, Philosophical Library, New York (1959). 9 Geoffrey Keynes, The Life of William Harvey, Clarendon Press, Londra (1966). 10 Schaudinn kendi uzmanlık alanı yüzünden ölen başka bir doktordur: Ü zerinde çalıştığı numunelerden birinde­ ki bağırsak amipli apsesinin bulaşması sonucu otuz beş yaşında hayatını kaybetti. 11 Robert D. Simoni, Robert L. Hill ve Martha Vaughan, "The discovery of insulin: the work of Frederick Banting and Charles Best", /ournal of Biological Chemistry, 26: 15 (2002) (JBC Centennial 1905-2005). 12 Bu bakımdan Londra' daki Lincoln's Inn Fields' de bulunan Royal College of Surgeons'daki harika Hunterian Müze­ si'ni ziyaret etmek çok faydalı olabilir. Burası kurucusu hakikaten büyük bir cerrah olan John Hunter'in fevkalade maharetini sergiliyor (on sekizinci yüzyılda kestiği bazı parçalar ispirtonun içinde korunuyor) ve ben Gillies ile Mclndoe'nun plastik cerrahi işlerini sergileyen savaş yara­ larıyla ilgili bölümü hakikaten etkileyici buluyorum. 13 James Le Fanu, The Rise and Fail of Modern Medicine, Litt­ le, Brown, Londra (1999) . 14 Maurice H. Pappworth, Diagnostic Pitfalls: The Sin of Gre­ ed. A primer of Medicine, Butterworths, Londra (1978). 15 Maurice Pappworth, Human Guinea Pigs: Experimentation on Man, Beacon Press, Londra (1968). 524
Notlar 16 Kabul etmek gerekir ki bu kapatmanın birtakım politik ve finansal nedenleri vardı ama yapması için kurulmuş olduğu dönüşümse! araşhrrna (yani hastalara gerçek­ ten yararlı bir araşhrrna) gerçekte muazzam bir etki yapmadı. 17 Christopher C. Booth, "Clinical research and the MRC", Quarterly ]ournal of Medicine, n.s. 59: 435-47 (1986). 18 lvan Illich, Limits to Medicine. Medical Nemesis: The Exprop­ riation of Health (Penguin Social Sciences), Penguin, Lon­ dra (1991). 19 Alaycı bir ifade gibi gelebilir ama tedavi hizmeti verme­ mektense vermenin genelde çok daha kolay olduğuna dikkat çekmek isterim: Bir doktor tüp bebek tedavisi yap­ mayı reddettiğinde çoğu çift bunun nedenine dair uzun konuşmalar ve açıklamalar bekler. 20 Raymond Tallis, Hippocratic Oaths: Medicine and its Dis­ contents, Atlantic Books, Londra (2004). 21 Bristol'da, 1984 ile 1995 arasında, karmaşık kalp ameliya­ h olan bebeklerin ölüm oranı ulusal ortalamadan önemli ölçüde yüksekti. 1999'da bir soruşturma yapıldı, bunda bir payı olabilecek NHS' de birçok problem olmasına rağ­ men, sonuçlarını açıkça yayınlayan hastane kadrosunca bir örtbas etme girişimi olmadığı açıkh. 22 Thomas McKeown, The Role of Medicine: Dream, Mirage, or Nemesis ?, Nuffield Provincial Hastaneleri Vakfı, Londra (1976). 23 Richard Doll ve F. Avery Jones, Occupational Factors in the Aetiology of Gastric and Duodenal Ulcers, with an Estimate of their lncidence in the General Population, HMSO, Londra (1951). 24 A. Keys, J. Brozek, A. Henschel, O. Mickelsen ve H. L. Taylor. 525
Baş Belası icatlar "Role of dietary fat in human nutrition, III: Diet and the epidemiology of coronary heart disease", American four­ nal of Public Health (Nation's Health series), 47: 1520-30 (1957). 25 Multiple Risk Factor Intervention Trial Research Group. "Multiple risk factor intervention trial: risk factor chan­ ges and mortality results", fournal of the American Medical Association, 24: 1465-77 (1982); WHO Avrupa İşbirliği Grubu, "Multi-factorial trial in prevention of heart disea­ se incidence and �ortality results", European Heart four­ nal, 4: 141-7 (1983) 11. Genetik: Erotik Sanat mı Yoksa Müstehcen Büyü mü? 1 Miriam T. Jacobs, Yuan-Wei Zhang, Scott D. Campbell ve Gary Rudnick, "lbogaine, a noncompetitive inhibitor of serotonin transport, acts by stabilizing the cytoplasm-fa­ cing state of the transporter", fournal of Biological Che­ mistry, 282: 29441-7 (2007). 2 Gen. 30: 40. 3 Epigenetik biliminin, bu eski mitlerin rahim içi hayahn başlangıcındaki deneyimlerle alakalı olarak, düşündüğü­ müzden daha çok şey içerdiği izlenimini uyandırması çok enteresandır. 4 Charles A. Shull ve J. Fisher Stanfield, "Thomas Arıdrew Knight: in memoriam", Plant Physiology, 14: 1 -8 (Ameri­ can Society of Plant Biologists, 1939). 5 Arthur Darbishire, Breeding and the Mendelian Discovery, Cassell, Londra (1911). 6 Yalnızca kendi kendini döllediğinde aynı özelliklerde ürün veren bir bitki. 526
Notlar 7 Ulf Lagerkvist, DNA Pioneers and their Legacy, Yale Üni­ versitesi Yayını, New Haven (1998). 8 Archibald Edward Garrod, "The Croonian lectures on in­ born errors of metabolism. Lecture il: alkaptonuria", Lan­ cet, 2: 73-9 (1908). 9 Alexander G. Beam, "Archibald Edward Garrod, the re­ luctant geneticist", Genetics, 137: 1 (1995). 10 James Watson and Francis Crick, "Molecular structure of nucleic acids: a structure for deoxyribose nucleic acid", Nature, 171 : 737-8 (1953). 1 1 Hans Eiberg, Jesper Troelsen, Mette Nielsen, Annemette Mikkelsen, Jonas Mengel-From, Klaus W. Kjaer ve Lars Hansen, "Blue eye color in humans may be caused by a perfectly associated founder mutation in a regulatory ele­ ment located within the HERC2 gene inhibiting OCA2 expression", Human Genetics, 123: 177-87 (2008). 12 Robert Winston, A Child Against All Odds, Bantam Press, Londra (2006). 13 Alok Jha, "From arthritis to diabetes: scientists unlock ge­ netic secrets of diseases afflicting millions", Guardian, 7 Haziran 2007. 14 D. M. Potts ve W. T. W. Potts, Queen Victoria's Gene: Hae­ mophilia and the Royal Family, Alan Sutton, Stroud (1995). 15 K. E. Davies, A. Speer, F. Herrmann, A. W. J. Spiegler, S. McGlade, M. H. Hofker, P. Briand, R. Hanke, M. Schwartz, V. Steinbicker, R. Szibor, H. Korner, D. Som­ mer, P. L. Pearson and Ch. Coutelle, "Human X chromo­ some markers and Duchenne muscular dystrophy", Nuc­ leic Acids Research, 13: 3419-26 (1985). 16 Hiromu lto, Mette Koefoed, Prarop Tiyapatanaputi, Kirill Gromov, J. Jeffrey Goater, Jonathan Carmouche, Xinping Zhang, Paul T. Rubery, Joseph Rabinowitz, R. Jude Sa- 527
Baş Belası lcatlar mulski, Takashi Nakamura, Kjeld Soballe, Regis J. O'Kee­ fe, Brendan F. Boyce and Edward M. Schwarz, "Remode­ ling of cortical bone allografts mediated by rAAV­ RANKL and VEGF gene therapy", Nature Medicine, 11: 291-7 (2005). 1 7 E. C. Svensson, H. B. Black, D. L. Dugger, S. K. Tripathy, E. Goldwasser, Z. Hao, L. Chu and J. M. Leiden, "Long­ term erythropoietin expression in rodents and non-hu­ man primates following intramuscular injection of a rep­ lication-defective adenoviral vector",Human Gene The­ rapy, 8: 1797-1806 (1997). 18 Aubrey de Grey, Bruce Ames, Julle Andersen, Andrzej Bartke, Judith Campisi, Christopher Heward, Roger McCarter and Gregory Stock, "Time to talk SENS: critiqu­ ing the immutability of human aging", Annals of the New York Academy of Science, 959: 452-62 (2002). 19 A. de Grey, L. Gavrilov, S. J. Olshansky, L. S. Coles, R. G. Cutler, M. Fossel and S. M. Harman, "Antiaging techno­ logy and pseudoscience", Science, 296/ 5568: 656 (2002). 20 S. J. Hauck, W. S. Hunter, N. Danilovich, J. J. Kopchick and A. Bartke, "Reduced levels of thyroid hormones, in­ sulin, and glucose, and lower body core temperature in the growth hormone receptor /binding protein knockout mouse", Experimental Biology and Medicine, 226: 552-8 (2001). 21 A. J. French, C. A. Adams, L. S. Anderson, J. R. Kitchen, M. R. Hughes and S. H. Wood, "Development of human cloned blastocysts following somatic cell nuclear transfer with adult fibroblasts", Stem Cells, 26: 485-93 (2008). 22 Editorial, British Medical ]ournal, 1 July 2000. 23 http: / / ww w .sanger.ac.uk / HG P / d raft200 0 / futu­ re.shtml. 528
Notlar 24 Peter Kraft and David Hunter, "Genetic risk prediction: are we there yet?", New England Journal of Medicine, 360: 1701-3 (2009). 25 Jennifer Couzin, "DNA test for breast cancer risk draws criticism", Science, 322: 357 (2008). 26 Marcus Pembrey, "Humcın inheritance, differences and diseases: putting genes in their place, part I", Paediatric and Perinatal Epidemiology, 22: 497-504 (2008). 27 Gunnar Kaati, Lars Bygren and S. Edvinsson, "Cardi­ ovascular and diabetes mortality determined by nutrition during parents" and grandparents" slow growth peri­ od", European /ournal of Human Genetics, 10: 682-8 (2002). 28 Francis Bacon, Instauratio Magna (1620), in Translations of the Philosophical Works, ed. James Spedding, Robert Ellis and Douglas Heath, vol. 5, Longman and Co., Londra (1858). 29 Gunnar Kaati, Lars Olov Bygren, Marcus Pembrey ve Michael Sjostrom, ''Transgenerational response to nutriti­ on, early life circumstances and longevity", European Jo­ urnal of Human Genetics, 15: 784-90 (2007). 30 J. E. Cropley, C. M. Suter, K. B. Beckman and D. 1. Martin, "Germ-line epigenetic modification of the murine A vy allele by nutritional supplementation", Proceedings of the National Academy of Sciences of the USA, 103: 17308-12 (2006). 31 Frances A. Champagne, "Epigenetic mechanisms and the transgenerational effects of matemal care", Frontiers in Neuroendocrinology, 29: 386-97 (2008). 32 Suzanne King, Adham Mancini-Mari, Alain Brunet, Elai­ ne Walker, Michael Meaney and David Laplante, "Prena­ tal matemal stress from a natural disaster predicts der529
Baş Belası icatlar matoglyphic asymmetry in humans", Development and Psychopathology, 21: 343-53 (2009). 33 David Laplante, Ronald Barr, Alain Brunet, Guillaume Galbaud du Fort, Michael Meaney and 5uzanne King, "5tress during pregnancy affects general intellectual and language functioning in human toddlers", Pediatric Rese­ arch, 56: 400-10 (2004). 34 Talmud Babli: 5anhedrin 65b. 35 Bu filmin DVD'si olağan dışı dışavurumcu seti ve oyun­ culuk açısından seyretmeye değer www.eurekavide­ o.co.uk. 36 Daniel Gibson, Gwynedd Benders, Kevin Axelrod, Jays­ hree Zaveri, Mikkel Algire, Monzia Moodie, Michael Montague, Craig Venter, Hamilton 5mith and Clyde Hutchison 111, "One-step assembly in yeast of 25 overlap­ ping ONA fragments to form a complete synthetic Mycoplasma genitalium genome", Proceedings of the National Academy of Sciences of the USA, 105: 20404-9 (2008). 37 5hota Atsumil, Taizo Hanail and James C. Liao, "Non­ fermentative pathways for synthesis of branched-chain higher alcohols as biofuels", Nature, 451: 86-90 (2008). 38 O. K. Ro, E. M. Paradise, M. Ouellet, K. J. Fisher, K. L. Newman, J. M. Ndungu, K. A. Ho, R. A. Eachus, T. 5. Ham, J. Kirby, M. C. Chang, 5. T. Withers, Y. 5hiba, R. 5arpong and J. O. Keasling, "Production of the antimala­ rial drug precursor artemisinic acid in engineered yeast", Nature, 440: 940-3 (2006). 39 Plato, The Republic, kitap V, çeviri H. O. P. Lee, Penguin Classics, Londra (1955). 40 Lucius Annaeus Seneca, De Ira, i. 18. 41 Winston, Human lnstinct. 530
Notlar 42 Charles Benedict Davenport, Heredity in Relation to Euge­ nics, H. Holt &ı: Co., New York (191 1 ). 43 Harry Hamilton Laughlin, "Eugenical sterilization in the United States", Psychopathic Laboratory of the Munici­ pal Court, Chicago (1922). 12. Bilimciler ve Halk: On iki Aforizma ve Bir Manifesto 1 Tek bir "halk" olmadığını bilerek "halk" kelimesini kul­ lanıyorum ki sosyal bilimciler bazen "halklar" der. An­ cak bu uygun değilmiş gibi göründüğünden bu ifadeden kaçındım. "Halk" kelimesiyle insan topluluğunun her kademesini içine alan bir anlamı kastediyorum. 2 Meslektaşlarım her bilimcinin halkla iyi ilişkiler kurabil­ me becerisine sahip olmayabileceğini ve zayıf iletişimci­ lerin iletişim teşebbüsünde bulunarak yanlış yönlendir­ me veya faydadan çok zarar verme ihtimalleri olduğunu iddia edebilirler. Bütün bilimcilerin çalışmalarını halka sunmaları gerektiğini öne sürmediğimi vurgulamak iste­ rim. Bununla birlikte araşhrma ve sonuçlarının bilim ca­ miası içinde sunulma şekli hakkında düşünce biçiminde açıklık olması iyi bilim için ön şarthr ve bu önemli beceri de bazen olmuyor veya iyi öğretilmiyor. 531

DİZİN A Adem 87 Akciğer 266, 287, 305, 306, 374, 385, 415, 467 Alet 13, 14, 15, 18, 23, 30, 33, 36, 37, 38, 39, 40, 41, 47, 51, 52, 67, 74, 84, 86, 97, 99, 179, 210, 242, 247, 248, 262, 271, 274, 294, 296, 330, 385, 391, 489, 518 1 32, 134, 137, 1 38, 139, 140, 141, 142, 143, 150, 1 55, 156, 1 60, 1 63, 165, 1 69, 173, 1 86, 189, 190, 194, 195, 199, 209, 226, 227, 230, 233, 236, 240, 243, 245, 246, 258, 259, 260, 261, 265, 266, 267, 268, 272, 274, 275, 278, 281, 287, 290, 291, 299, Alev makinesi 254, 255 300, 301, 310, 315, 320, Alfabe 160, 164, 166, 167, 168, 327, 328, 329, 330, 331, 169, 170, 171, 172, 174, 337, 341, 349, 350, 351, 1 78, 181, 210, 446, 470, 484 352, 360, 361, 383, 384, Alkol l00, 222, 345, 389, 486 386, 388, 392, 400, 404, Almanya 15, 98, 102, 131, 406, 408, 411, 415, 417, 145, 200, 202, 203, 206, 426, 440, 441, 449, 453, 239, 240, 329, 338, 397, 454, 457, 460, 466, 467, 398, 401, 403, 492, 493, 495 475, 477, 483, 491, 500, 517 Altın 20, '21, 26, 43, 46, 59, 67, 68, 74, 75, 77, 79, 83, 85, 88, 90, 92, 105, 107, 110, 1 1 1, 1 1 2, 1 15, 1 16, 121, Alüminyum 261, 263, 267 Alyuvar 448, 462 Alzheimer 306, 436, 450, 464, 471, 472 533
Baş Belası lcatlar Ameliyat 145, 148, 371, 378, 379, 390, 394, 400, 405, 406, 413, 414, 420, 430, 459 Amerika Birleşik Devletleri 16, 78, 90, 103, 104, 107, 148, 189, 201, 206, 228, 246, 248, 249, 250, 251, 252, 253, 255, 256, 259, 244, 305, 316, 321, 329, 332, 334, 335, 353, 356, 361, 364, 402, 403, 412, 435, 470, 494, 520 460, 519 Atık 9, 25, 123, 124, 127, 140, 146, 302, 304, 319, 344, Aminoasit 447, 448 Andaman Adalan 249 Antibiyotik 127, 129, 134, 135, 139, 391, 402, 404, 405, 408, 415 Antikor 123, 124, 149, 264 Araba 79, 108, 116, 118, 119, 174, 276, 319, 330, 218, 251, 263, 273, 282, 286, 289, 318, 320, 321, 322, 324, 332, 348 Arius 186 Arpa 85, 96, 97 Asit yağmuru 304, 305, 306 Aspirin 389, 390, 394 Aşı 24, 25, 126, 131, 148, 366, 392, 408, 426 At 57, 60, 83, 1 10, 1 16, 1 17, 1 1 8, 1 19, 120, 223, 273, 284, 438 Ateş 25, 32, 33, 39, 82, 92, 122, 172, 181, 1 82, 183, 210, 241, 242, 243, 244, 245, 534 269, 275, 278, 280, 282, 284, 287, 289, 290, 297, 300, 305, 306, 307, 318, 324, 377, 378, 389, 429, 354, 355, 356, 358, 383 Atmosfer 142, 274, 360, 363, 401 Atomlar 16, 357 Ava-toplayıa 17, 19, 20, 22, 46, 62, 84, 88, 89 Avustralya 92, 104, 209, 249, 310, 360, 365, 416, 479, 493 Aydınlatma 155, 237, 287, 307, 313, 317 Ayna nöron 39 B Babil 160, 255, 323, 371, 372, 373 Babun 45, 47 Bacon, Francis 478, 529 Bademcik 413 Bağışıklık sistemi 123, 404, 405, 457, 468, 486 Bakım 26, 133, 243, 371, 378, 380, 386, 388, 406, 412, 418, 426, 431, 432, 524
Dizin Bakır 100, 1 01, 103, 116, 212, 245, 246, 247, 261, 263, 284, 355 Bereketli Hilal 84, %, 1 1 1, 1 12, 377 Beslenme 14, 67, 69, 1 28, 1 36, Bakteri 48, 83, 87, 90, 121, 137, 146, 147, 1 50, 242, 1 22, 124, 1 27, 1 30, 134, 369, 370, 372, 374, 397, 145, 149, 1 50, 1 52, 153, 423, 424, 425, 431, 459, 261, 263, 264, 381, 383, 465, 473, 477, 478, 479 390, 392, 396, 399, 401, Beyin 35, 36, 39, 40, 46, 47, 49, 4 1 1, 443, 444, 451, 457, 52, 129, 144, 145, 146, 204, 484, 485, 486, 488 223, 266, 306, 374, 411, Balık 87, 1 03, 1 05, 123, 125, 1 36, 137, 1 38, 139, 140, 419, 454, 455, 464, 467, 479, 480, 481 1 41, 1 42, 143, 149, 304, Bezelye 66, 71, 439, 440, 441 393, 427, 442 Bıçak 23, 116, 138, 246, 494 Balina 56, 1 38, 313, 330 Biftek 218 Balina yağı 330 Bilgisayar 46, 58, 225, 227, Baltimore, David 24, 487 232, 233, 234, 235, 262, Banting, Fred 393, 394, 524 263, 405, 448, 463, 489 Barbekü 250 Bilim 9, 10, 18, 27, 48, 49, 50, Barut 253, 318, 396 65, 67, 70, 73, 78, 79, 81, Baskı makinesi 48, 158, 178, 98, 128, 143, 221, 262, 267, 1 79, 180, 1 83, 221, 231, 273 269, 271, 272, 325, 341, Bateson, William 65, 66, 67, 351, 362, 363, 365, 372, 70, 443, 511 379, 386, 388, 398, 402, BBC 143, 1 49, 206, 354, 510 407, 409, 440, 450, 459, Bebek 24, 43, 44, 54, 95, 121, 463, 464, 474, 475, 487, 1 73, 287, 394, 408, 411, 489, 490, 492, 496, 499, 415, 416, 417, 418, 419, 500, 501, 502, 503, 504, 426, 436, 450, 453, 454, 505, 506, 507, 526, 531 455, 465, 467, 468, 469, Bilimci 9, 1 0, 13, 20, 22, 23, 477, 478, 480, 481, 489, 525 26, 27, 31, 48, 49, 50, 52, Benz, Karl 319 67, 69, 71, 72, 73, 75, 76, 535
Baş Belası icatlar 78, 81, 82, 83, 104, 107, Biyolojik savaş 264 118, 128, 136, 149, 152, Biyoyakıt 344, 345, 485, 487 153, 154, 166, 211, 220, Black, Joseph 201, 271, 272, 242, 254, 259, 260, 262, 291, 292, 300, 528 264, 265, 267, 269, 270, Blair, Tony 204, 206, 249 272, 275, 276, 278, 289, Bosna 189, 190 314, 356, 357, 363, 364, Boulton, Matthew 273, 288, 385, 387, 393, 398, 401, 423, 430, 435, 437, 440, 443, 444, 450, 451, 452, 453, 465, 469, 470, 474, 476, 483, 484, 487, 490, 496, 499, 500, 502, 503, 504, 505, 506, 507, 531 Binford, Lewis 244, 518 Bira 100, 101, 102, 157, 160, 210, 223, 248, 395, 422, 427, 428 Birinci Dünya Savaşı 20, 68, 189, 254, 312, 321, 323 Bisiklet 320, 459, 460, 461, 462 Bissell, George 314 Bitki 13, 22, 30, 66, 67, 68, 69, 70, 72, 73, 76, 82, 84, 86, 291, 293, 294 Boyle, Robert 269, 270, 271, 385, 519 Böcek ilaa 103, 105, 106, 149, 151 Britanya 99, 102, 105, 106, 107, 108, 118, 120, 131, 146, 147, 152, 1 93, 198, 199, 200, 203, 206, 207, 232, 250, 267, 272, 280, 301, 310, 311, 312, 315, 318, 319, 321, 322, 323, 330, 339, 340, 343, 347, 354, 357, 364, 369, 388, 395, 396, 397, 398, 401, 409, 411, 416, 432, 461, 469, 475 87, 90, 91, 92, 96, 103, 104, British Petrol 312 105, 108, 1 10, 1 1 1, 1 12, Bronz 115, 1 16, 181, 247, 248, 139, 149, 150, 151, 174, 371 242, 244, 267, 303, 330, Brueghel, Pieter 137 331, 350, 360, 370, 379, Buğday 85, 86, 96, 97, 103 382, 389, 435, 440, 441, Buhar gücü 87, 289 442, 445, 486, 526 Buz çağı 88, 438 536
Dizin Buzul 41, 83, 84, 360, 361, 362, 363 Çilek 127, 149, 353 Çin 69, 70, 85, 93, 103, 126, Bwiti 435 129, 137, 140, 164, 1 72, 173, 174, 1 75, 180, 1 85, c 189, 242, 247, 248, 253, Campbell, Alastair 204, 205, 288, 303, 334, 339, 349, 352, 359, 381, 399, 438, 494 206, 333, 522, 526 Carter, Jimmy 333 Çivi yazısı 372 Cennet 29, 87, 191, 256, 510 Çocuk 17, 21, 42, 43, 44, 51, Cep telefonu 157, 214, 215, 54, 59, 60, 89, 93, 94, 95, 216, 218, 221, 223, 224, 225, 226, 263, 425 101, 108, 1 1 3, 128, 131, 132, 134, 1 72, 173, 1 85, Chomsky, Noam 31, 62, 511 191, 192, 193, 195, 221, Churchill, Winston 58, 312, 223, 224, 225, 226, 231, 323, 492 Cinsel taciz 226 Clovis 16 Cockerell, Sir Christopher 343 Conrad, Joseph 155, 156, 157, 1 79, 194, 201 Cosquer 18, 509 Crecy 21 234, 235, 241, 256, 274, 279, 285, 286, 300, 305, 306, 320, 328, 332, 378, 382, 393, 409, 410, 411, 41� 41� 41� 41� 41� 419, 426, 427, 436, 438, 443, 449, 450, 452, 454, 455, 456, 457, 458, 463, Cumae 169 468, 469, 470, 472, 475, Cüzzam 381, 388, 392, 494, 495 481, 488, 489, 490, 493, 476, 477, 478, 479, 480, 494, 495, 501, 507 ç Çelik 248, 314 Çiftçilik 17, 85, 90, 91, 93, 96, 98, 108, 112, 121, 123, 185, 245, 321, 344, 367 D Darwin, Charles 67, 79, 81, 104, 442, 489 Darwin, Erasmus 273 537
Baş Belası icatlar DDT 104, 1 05, 399 Deli dana hastalığı 9, 144 Demir 21, 100, 189, 210, 229, 245, 248, 251, 272, 281, 284, 290, 296, 297, 298, 299, 315, 316, 317, 343, 351, 358, 395 Demiryolu 210, 229, 296, 298, 315, 316, 317, 358 Demokrasi 81, 193, 198, 205, 206, 221, 487, 506 Deniz 32, 41, 75, 83, 85, 95, 1 03, 1 1 1, 135, 137, 1 38, 140, 142, 143, 1 56, 163, 1 64, 168, 172, 187, 197, 200, 241, 267, 273, 283, 289, 305, 309, 313, 315, 317, 331, 335, 340, 341, 342, 343, 346, 347, 349, 350, 360, 361, 363, 366, 449, 461 Denizalb 277 Descartes, Rene 385 Diesel, Rudolf 345 Dil 30, 31, 36, 37, 42, 50, 52, Din 1 75, 183, 190, 221, 250, 336 Diocletianus 186 Diyabet 1 1 0, 393, 421, 431, 452, 453, 478, 479 DNA 35, 66, 82, 83, 126, 145, 261, 264, 265, 431, 437, 443, 444, 445, 446, 447, 448, 449, 451, 452, 453, 456, 459, 462, 464, 465, 467, 468, 469, 470, 471, 472, 473, 474, 475, 479, 480, 484, 485, 486, 527, 529, 530 Doğalgaz 325, 329, 337, 338 Doğum 24, 43, 46, 69, 95, 172, 1 73, 1 77, 271, 372, 382, 390, 391, 394, 397, 411, 426, 431, 445, 481, 490, 491 Doğum kontrolü 95, 372 Domuz gribi 130, 131 Dunbar, Robin 46, 49, 50, 510 Dünya Ticaret Merkezi 194, 228 53, 56, 59, 61, 62, 118, 1 19, E 1 20, 136, 161, 164, 165, 1 66, 1 71, 174, 188, 191, 219, 221, 243, 258, 300, 383, 429, 455, 493, 500 E-posta 161, 224, 226, 227, 235, 417 Ebe 372, 382, 391, 426 Dil kemiği 50, 51 Eboka 435 Dilbilim 31, 32, 1 18, 220 Ebola virüsü 487 538
Dizin Edison, Thomas 318 Estetik ameliyat 397, 414 Eğitim 71, 125, 163, 192, 193, Et 14, 19, 29, 36, 40, 87, 93, 236, 269, 321, 377, 378, 103, 1 1 2, 1 28, 129, 130, 384, 388, 395, 414, 416, 132, 138, 139, 141, 144, 430, 431, 440, 455, 459, 146, 147, 250, 392, 396, 425 472, 500, 504, 517 Ehrlich, Paul 393 Etrüskler 160, 164, 168, 169, 170 Ekmek 68, 87, 88, 92, 100, 102, 160, 244, 313, 321, 427 Evcilleştirme 82, 84, 96, 1 1 1, 1 12, 113, 120 Ekosistemler 304 El baltası 14, 21, 23, 47, 496 Elektrik üretimi 341, 352 Elektronik zorbalık 224 Element 246, 255, 256, 259, 261, 265, 348, 356, 374, 385, 473, 509, �27 Elma 65, 70, 271, 483 Emperyalizm 399, 400 Emzirme 95 F Fabrika 69, 101, 108, 129, 130, 240, 266, 273, 279, 280, 281, 288, 294, 296, 297, 298, 300, 301, 302, 303, 304, 307, 313, 315, 339, 399, 451 Facebook 228 Faks makinesi 211, 213 Endorfin 46 Enerji 1 1, 17, 36, 90, 146, 262, Falloppio, Gabriele 384 Fang halkı 435, 436 276, 280, 293, 307, 314, Felluce 322, 323 330, 337, 338, 339, 340, Fenikeliler 168 341, 342, 343, 344, 345, 346, 347, 348, 349, 351, 352, 353, 354, 355, 356, 357, 359, 366, 372, 452, 489 Engels, Friedrich 79, 239, 278, 279 Feynman, Richard 262, 518 Finlandiya 216, 217, 361, 475, 476 Flerning, Alexander 312, 401, 402 Flojiston 270, 275 Enzim 444, 445, 447, 451, 457 Ford, Henry 320, 345 Epigenetik 81, 82, 526 Fransız Devrimi 73, 183, 274, Eriha 85, 124 276, 387, 388 539
Baş Belası icatlar Frengi 89, 392, 393, 394, 400, 481, 483, 485, 487, 489, 490, 491, 493, 494, 495, 410, 495 Fromm, Erich 223, 517 496, 497, 526 Gezegen mühendisliği 350, G Galen 375, 377, 384, 394 Galton, Franis 490, 491, 492, 497 Galvani, Luigi 386 Gazete 9, 32, 38, 50, 71, 133, 148, 1 56, 157, 192, 194, 195, 196, 197, 198, 199, 200, 201, 202, 203, 205, 206, 207, 213, 215, 219, 351 Gırtlak 51 Gilead 56 Goebbels, Joseph 202 Golem 482, 483 Goodall, Jane 37, 57 Göçebe 74, 94, 95, 1 1 5, 1 16, 117, 1 1 8, 119, 120, 324 Göğüs kanseri 406, 471, 472, 473 228, 231, 239, 240, 270, Göz rengi 449, 450 297, 320, 330, 356, 360, Gramer 54, 58, 62, 216, 273 362, 450, 453, 454, 460, Greenpeace 354, 355 461, 463, 504 Gutenberg, Gelgit 179, 342, 343, 350, 361, 364 Genetik 5, 22, 25, 49, 65, 66, Johannes 157, 158, 1 78, 179, 181, 192, 213 Gübre 71, 123, 129, 132, 330, 344, 382 67, 68, 70, 71, 72, 76, 77, Güç 10, 11, 14, 15, 1 7, 21, 25, 80, 81, 82, 84, 107, 1 12, 41, 74, 142, 182, 183, 189, 1 22, 134, 148, 149, 150, 1 92, te9, 201, 223, 224, 153, 223, 398, 431, 432, 231, 233, 243, -155, 261, 437, 438, 439, 441, 443, 273, 276, 280, 281, 282, 444, 445, 447, 449, 450, 284, 288, 293, 294, 298, 451, 453, 454, 455, 457, 302, 310, 3 18, 326, 328, 458, 459, 461, 463, 464, 333, 338, 339, 341, 342, 465, 467, 469, 471, 472, 346, 347, 348, 349, 352, 473, 474, 475, 477, 479, 353, 354, 355, 357, 358, 540
Dizin 359, 382, 385, 390, 394, 406, 413, 431, 470, 484, 487 Güneş enerjisi 345, 346 Güneş pili 345, 347 Güneş radyasyonu 351 H Haçlı seferleri 380, 395 Hafıza 30, 31, 32, 135, 183, 189, 191, 232, 478, 480 Halk sağlığı 129, 130, 301, 379, 380, 382, 422, 426, 427, 431 Hammurabi Kanunları 371, 374 Harmsworth, Alfred 198, 199, 200 Harvey, William 384, 385, 524 Hastalık 19, 22, 25, 89, 95, 97, 1 10, 121, 122, 123, 124, 128, 129, 130, 131, 135, 139, 140, 144, 145, 148, 150, 264, 266, 287, 306, 314, 370, 372, 374, 376, 377, 378, 379, 381, 382, 383, 386, 387, 389, 390, 391, 392, 393, 394, 397, 399, 400, 403, 404, 405, 407, 408, 409, 410, 411, 412, 415, 417, 423, 424, 425, 427, 428, 429, 431, 436, 437, 443, 446, 452, 453, 454, 455, 456, 457, 459, 466, 467, 468, 469, 471, 472, 473, 478, 479, 485, 495, 496, 513 Hastane 69, 100, 103, 133, 134, 145, 156, 317, 376, 377, 378, 379, 380, 381, 387, 388, 389, 390, 391, 393, 396, 398, 400, 401, 404, 409, 410, 411, 412, 415, 417, 419, 421, 428, 430, 432, 442, 457, 458, 468, 525 Hava 17, 24, 84, 111, 126, 129, 142, 155, 200, 207, 228, 230, 236, 247, 254, 256, 257, 264, 270, 271, 273, 274, 275, 276, 277, 284, 286, 288, 290, 302, 303, 304, 305, 312, 313, 317, 318, 326, 328, 335, 336, 337, 338, 342, 344, 345, 347, 350, 352, 356, 360, 364, 366, 380, 383, 396, 401, 423, 452 Havva 88 Hayvan 5, 13, 14, 16, 20, 25, 33, 34, 38, 41, 44, 49, 53, 57, 58, 59, 60, 71, 74, 82, 541
Baş Belası icatlar 84, 85, 86, 87, 92, 93, 96, Homo erectus 242, 518 97, 105, 107, 1 08, 109, 1 1 1 , Hooke, Robert 270, 385, 397 1 12, 1 1 3, 1 15, 1 16, 1 17, Hormon 402, 403, 404, 405, 1 19, 121, 123, 124, 125, 406, 480 127, 129, 130, 131, 1 33, Hutterciler 46 134, 1 35, 137, 139, 141, Huygens, Christiaan 318 142, 143, 145, 146, 147, Hücre 75, 76, 80, 98, 144, 148, 148, 149, 151, 153, 1 60, 264, 265, 266, 347, 391, 172, 243, 244, 267, 271, 436, 442, 443, 444, 446, 304, 313, 344, 380, 385, 447, 448, 449, 451 , 452, 392, 427, 437, 438, 479, 457, 458, 462, 464, 465, 480, 496, 512 467, 468, 469, 479, 484, 488 Helyum 357 Herodot 1 1 6, 1 1 7, 168 Hükümet 10, 22, 23, 25, 81, 101, 102, 106, 1 07, 127, Hıristiyanlık 178, 380 146, 147, 1 52, 1 57, 201, Hırvatistan 189 206, 221, 239, 274, 324, Hıyarcıklı veba 122, 181, 379, 354, 364, 422, 487, 488, 381, 382, 398 Hidroelektrik 333, 339 494, 501, 506 Hypatia 187 Hidrojen 17, 24, 34, 261, 344, 1 347, 348, 357, 447, 485 Hijyen 134, 382, 394, 396, 399, 400, 492 Hindistan 69, 140, 150, 216, 301, 302, 303, 310, 349, 360, 425 Hipokrat 373, 374, 375, 384, 386, 398, 418, 422 Hitler, Adolf 77, 201, 202, 230, 516 Homeros 167 542 Irak 84, 206, 255, 323, 333, 334, 335 Irk ıslahı 489 Isı 122, 123, 145, 149, 172, 242, 246, 250, 271, 272, 275, 285, 286, 289, 290, 291, 292, 306, 307, 337, 343, 347, 348, 352, 354, 355, 357, 358, 363, 364, 374, 407, 465
Dizin ı İçten yanmalı motor 305, 318 İki ayak 36 İki tekerlekli araba 1 16, 1 1 8 İkinci Dünya Savaşı 18, 102, 127, 255, 324, 329, 331, 361, 398, 402, 403, 426, 494 İklim değişikliği 13, 35, 84, 96, 1 1 1, 142, 272, 360, 361, 362, 364, 366, 488 İlaç 101, 103, 105, 1 06, 107, 127, 1 31, 132, 1 34, 1 35, 139, 144, 146, 148, 151, 154, 1 89, 215, 226, 263, 264, 266, 268, 271, 309, 369, 370, 373, 379, 389, 390, 401, 404, 405, 406, 407, 408, 423, 424, 425, 430, 431, 432, 436, 460, 461, 462, 495 tletişim 5, 21 1, 213, 215, 217, 219, 221, 223, 225, 227, 229, 231, 233, 235, 237, 504, 516 lllich, lvan 412, 413, 525 İncil 32, 87, 91, 178, 1 79, 181, 188, 221, 230, 273, 376, 381, 438, 523 İnek 1 12, 124, 144, 146, 147, 149, 232, 344 İnsan Genomu Projesi 437, 452 İnsanımsı 14, 482 lnsülin 393, 394, 464, 465, 473 İnternet 157, 1 95, 207, 217, 227, 229, 230, 232, 233, 235, 236, 504, 517 İpek Yolu 124, 181 İran 68, 69, 189, 230, 246, 250, 310, 311, 312, 324, 333, 334 İskenderiyeli Heron 277 İskitler 115, 116, 1 17, 118, 1 19 İslam 1 10, 183, 324, 333, 334, 336, 375, 376, 377, 378, 379 İspanya 131, 168, 1 76, 18i, 192, 194, 243, 277, 346, 347, 380, 392, 397 İsrail 50, 51, 106, 131, 190, 242, 247, 250, 331, 332, 336 İsrailliler 250 İsveç 107, 361, 386, 475, 476, 493, 494 İşaret Dili 59 İşçi Partisi 203, 204, 205, 206 İşgücü 102, 1 08, 1 93, 334, 340 J Japonya 69, 92, 180, 216, 329, 361, 492, 494 Jeotermal enerji 351, 352, 353 543
Baş Belası icatlar K Kafatası 51, 52, 384, 389 Kalay 116, 180, 247, 293 Kalıhm 65, 66, 70, 72, 73, 78, 82, 438, 439, 440, 442, 443, 475, 476, 479, 480, 490 Kalp hastalıkları 1 1 0, 386, 394, 423, 424, 431, 471, 472, 478, 479 Kan dolaşımı 95, 266, 384, 406 Kan nakli 385, 400 Kanada 92, 1 13, 131, 312, 313, 339, 364, 393, 403, 454, 492 Kanser 1 03, 1 06, 264, 265, 266, 287, 303, 404, 405, 406, 412, 413, 414, 415, 419, 421, 422, 423, 424, 425, 428, 431, 432, 436, " 445, 459, 466, 468, 470, 471 Kapitalizm 278, 300, 304, 317 Katil balina 56 Katolik Kilisesi 178, 181, 383 Kazaklar 74, 117 Kemik 16, 19, 20, 23, 29, 38, 49, 51, 62, 80, 88, 144, 147, 1 56, 1 72, 173, 244, 277, 383, 436, 437, 459, 473 Kesme 38, 120, 220, 263, 275, 384, 385, 387, 389, 396, 422 Kırım Savaşı 394, 395 Kısırlaştırma 406, 492, 493, 494, 495, 496 Kısırlık 44, 229, 414, 415, 416, 426 Kıtlık 69, 315, 477, 478 Kimlik 56, 235, 435 Kimya 99, 1 03, 104, 259, 271, 302, 304, 344, 377, 444, 446 Kipling, Rudyard 310, 399 Kirlilik 255, 306 Klon 25, 437, 465 Kloroform 390, 461 Kara Ölüm 124 Knossos 1 63, 166, 167 Karbon 16, 17, 142, 248, 266, Kolera 122, 399 312, 325, 339, 342, 346, Kolibasili 103, 122, 485, 486 349, 350, 351, 355, 367, Konuşma 42, 47, 49, 50, 51, 485, 489, 509 Karbon yakalama 349, 350, 351, 489 Karbondioksit 254, 271, 276, 52, 53, 58, 99, 146, 164, 174, 191, 1 97, 219, 220, 470, 525 Kortizon 403, 404, 406, 407 345, 348, 349, 350, 355, Kök hücre 436, 458, 465 359, 362, 363, 485 Köktencilik 230 544
Dizin Kömür 240, 241, 244, 248, 207, 209, 210, 211, 212, 251, 271, 272, 273, 280, 224, 250, 269, 272, 274, 281, 282, 283, 284, 286, 275, 278, 283, 288, 317, 287, 288, 289, 293, 296, 346, 366, 381, 388, 396, 297, 300, 304, 318, 329, 397, 401, 409, 415, 416, 349, 356, 359 444, 452, 454, 468, 471, Kromozom 67, 76, 77, 440, 509, 511, 515, 516, 517, 443, 445, 446, 448, 455, 518, 519, 520, 521, 522, 456, 479, 484 523, 524, 525, 526, 527, Kuran 188, 191 Kuş 38, 41, 53, 55, 87, 92, 103, 105, 123, 125, 126, 138, 141, 242, 275, 371, 449 Kuş gribi 125, 126 Küresel ısınma 13, 83, 84, 142, 244, 272, 344, 346, 362, 363, 366 L Lamarck. Jean-Baptiste 73 Larnarkçılık 73, 76, 77, 81 Latince 159, 168, 171, 173, 257 Lavoisier, Antoine 275 Leğen kemiği 19, 35, 43 Levallois 38 Lineer A Yazısı 165, 166 529, 530 Lordlar Kamarası 9, 53, 106, 196, 197, 199, 205, 212, 522 Luther, Martin 181, 192 Lysenko, Trofim 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 497, 511 M Madagaskar 41 Madencilik 246, 278, 281, 283, 287, 289, 296, 303 Mağara resmi 18 Maimonides, Moses 188 Malakula 120, 400 Maldivler 360 Manchester 24, 31, 278, 298, 299, 300, 301, 358, 419 Lineer B Yazısı 166, 213 Mancıruk 381 Londra 24, 49, 56, 83, 90, 93, Mantar 90, 91, 104, 401, 485 98, 99, 100, 101, 133, 144, 155, 189, 197, 200, 206, Marx, Kari 79, 101, 239, 240, 278, 280, 300, 301 545
Baş Belası icatlar Matematik 57, 186, 187, 359, 441, 474 Minos yazısı 164 Mit 30, 31, 32, 65, 88, 177, 526 Maugham, Somerset 399 Mormonlar 425 Max Planck 50, 59 Motor 36, 40, 50, 247, 262, Maya 175, 176, 177, 178, 184, 484 Maymun 39, 40, 44, 45, 47, 58, 60, 61, 148, 375, 462, 467 Mead, Margaret 33 Meksika 69, 84, 85, 130, 131, 132, 305, 306, 324, 513 Melanezya 42 263, 273, 283, 284, 288, 289, 290, 291, 292, 293, 294, 295, 296, 305, 307, 318, 319, 320, 321, 322, 333, 345, 348, 486 Mutasyon 50, 122, 126, 127, 264, 449, 454, 455, 456, 457, 468, 486 Mendel, Gregor 66, 70, 439, N 440, 441, 442, 443, 490, 511 Mengele, Josef 398 Mercanadası 359, 360 Mesajlaşma 213, 216, 218, 219, 220, 221, 222, 225, 226 Metal 29, 1 19, 158, 160, 213, 245, 246, 247, 248, 256, 257, 258, 260, 261, 262, 268, 281, 282, 291 Metan 286, 287, 344 Mexico City 305, 306 Meyve sinekleri 71, 464 Mızrak 15, 16, 17, 18, 19, 20, 21, 23, 93, 97, 246 Mızrak fırlaha 15, 16, 17, 18, 20, 21, 23 Mikroskop 67, 76, 77, 262, 385 546 Nanoteknoloji 22, 262, 264, 265, 266, 267 Naziler 189, 202 Neanderthal 50, 51 Neft 252 Newcomen motoru 284, 290, 292, 293 Newcomen, Thomas 278, 283, 288 Nightingale, Florence 395, 396 Nüfus arhşı 95, 97 Nükleer füzyon 145, 357 Nükleer güç 25, 288, 353, 354, 355, 357, 359 Nükleer silah 17
Dizin ô o Obezite 241, 422, 427 Odun 240, 241, 242, 247, 252, 254, 282, 326, 330, 343, 344, 393, 483 Oksijen 36, 140, 270, 274, 275, 285, 305, 319, 347, 403, 462 Okul 31, 41, 46, 48, 98, 99, 108, 163, 192, 193, 198, Ölüm 16, 20, 80, 81, 104, 124, 125, 131, 1 33, 1 42, 146, 147, 148, 1 83, 1 89, 201, 287, 288, 303, 356, 359, 371, 381, 386, 389, 391, 392, 393, 394, 396, 412, 419, 420, 428, 440, 455, 456, 461, 462, 466, 467, 468, 482, 523, 525 212, 224, 225, 226, 228, Ömür 1 1 1, 239, 255, 300, 354, 250, 251, 328, 330, 332, 410, 412, 448, 456, 464, 353, 378, 379, 396, 413, 476, 478, 479 427, 458, 507, 524 p Okuryazarlık 181, 182, 183, 185, 193, 231 Okyanus 56, 96, 136, 137, 138, 140, 142, 143, 298, 327, 331, 335, 343, 350, 351, 359, 361, 363, 366 OPEC 317, 332 Organ nakli 404, 458 Organofosfat 105, 106, 146 Orta Amerika 84, 91, 94, %, 1 12, 164, 1 75, 324 Ortadoğu 69, 206, 228, 310, 332, 335, 345, 376, 378 Orwell, George 221, 517 Osmanlı İmparatorluğu 183, 394 Papua Yeni Gine 92, 95 Paracelsus 386 Parazit 91, 122, 139, 140, 148, 242, 488 Pasifik 42, 92, 120, 121, 184, 359, 360 Paskalya Adası 41 Pasteur, Louis 48, 391, 392 Patates 69, 78, 87, 92, 96, 103, 104, 152, 1 53, 421 Pedofil 235 Peloponez Savaşı 125, 250 Penisilin 35, 127, 389, 400, 401, 402, 410, 421 Petrol 5, 254, 255, 307, 309, 310, 31 1, 312, 313, 314, 547
Baş Belası lcıztlar 31� 31� 31� 31� 31� Razi 376, 377, 422 321, 323, 324, 325, 326, Reform 75, 178, 1 79, 181, 280, 327, 328, 329, 330, 331, 332, 333, 334, 335, 336, 337, 338, 339, 340, 341, 383, 395 Resimyazı 161, 1 63, 164, 1 65, 1 66 343, 345, 347, 348, 349, Robot 22, 39, 262, 430 350, 351, 353, 355, 357, Rockefeller, John D. 315, 316, 359, 361, 363, 365, 366, 317, 492 Roma 65, 124, 168, 1 69, 170, 367, 521 Piraha halkı 29, 30, 31, 32, 33, 34, 60, 61, 62, 249 Plastik 262, 313, 330, 397, 524 Plazma 263, 357, 358 Priestley, Joseph 272, 273, 274, 275, 519 Primat 38, 44, 46, 47, 53, 54, 55, 59, 60, 120 1 71, 186, 195, 253, 254, 258, 282, 298, 375 Roma İmparatorluğu 186, 254, 282, 375 Rothschild ailesi 317 Royal Society 25, 143, 153, 211, 212, 267, 277, 278, 385, 389, 519, 521, 522 Prion 145, 146, 147 Rönesans 182, 381 Propaganda 1 57, 177, 1 94, Rum ateşi 252, 253, 313 201, 202, 203, 221, 236, 516 Rusya 66, 67, 68, 69, 78, 80, Protein 14, 40, 90, 128, 1 36, 83, 1 1 5, 1 17, 189, 230, 301, 1 37, 139, 1 44, 145, 1 46, 310, 311, 338, 339, 394, 263, 443, 444, 445, 447, 475, 476, 477, 492 448, 451, 452, 456, 457, Rüzgar gücü 340, 341 459, 468, 528 Protestanlık 280, 384 R Radcliffe-Brown, Alfred 249, 518 Radyoaktivite 16, 356 548 s Saddam Hüseyin 333, 334 Salgın 83, 96, 121, 125, 126, 129, 130, 131, 1 32, 147, 365, 370, 372, 382, 391, 392, 399, 514, 524
Dizin Salmonella 122, 488 338, 381, 422, 460, 487, Sanal zorbalık 224, 225, 228 Sanayi Devrimi 101, 143, 241, 272, 280, 288, 289, 297, 300, 301, 307, 313, 339 490, 494 Simpson, Tommy 461 Simya 161, 163, 164, 165, 166, 253, 256, 257, 258, 259, Sars 129, 365, 513 260, 261, 270 Savaş 21, 56, 68, 102, 105, 1 15, Skrapi 144, 145, 146 1 16, 118, 1 19, 123, 133, Somon 138, 141, 142, 477 145, 187, 189, 196, 200, Sperm 474, 479 201, 228, 236, 241, 251, Stalin, Joseph 65, 74, 75, 76, 255, 264, 280, 298, 299, 77, 78, 79, 80, 81, 82, 189, 301, 305, 313, 322, 335, 198, 301, 329, 511 370, 395, 396, 397, 399, Steroit 404, 406, 480 400, 401, 402, 404, 405, Su 42, 69, 82, 83, 88, 92, 106, 409, 428, 476, 477, 494, 524 107, 136, 1 37, 139, 140, Sellers, Peter 54 141, 142, 144, 149, 189, Sera gazı 339, 358, 360, 362, 217, 229, 230, 247, 248, 363, 365, 367, 485 Shakespeare, William 252, 255, 256, 259, 263, 24, 117, 257, 470, 491, 507 264, 266, 267, 271, 273, 276, 277, 280, 281, 283, Shell 317, 324, 333, 334 284, 290, 291, 292, 293, Shukhov, Vladimir 325 300, 302, 303, 304, 313, Sırplar 189, 190 325, 327, 330, 331, 334, Sıtma 104, 122, 147, 148, 154, 335, 337, 339, 341, 342, 265, 399, 488 Sigara 107, 191, 215, 303, 306, 423, 426, 428 Silah 14, 15, 16, 17, 18, 20, 21, 343, 346, 347, 348, 350, 352, 353, 360, 361, 376, 380, 438, 468, 481, 483, 486, 489 22, 27, 36, 116, 118, 206, Suç 143, 197, 224, 301, 328, 224, 226, 245, 247, 248, 381, 413, 419, 474, 475, 251, 252, 253, 254, 255, 492, 494, 495 267, 277, 313, 318, 328, Sun 203, 204, 205, 516 549
Baş Belası icatlar Suudi Arabistan 1 83, 230, 325, 331, 335, 336 Telefon 24, 68, 157, 161, 205, 214, 215, 216, 218, 220, Sümer 161, 1 63, 164, 167, 168, 221, 223, 224, 225, 226, 170, 1 74, 184, 185, 1 89, 227, 229, 233, 263, 324, 425 247, 255 Televizyon 1 1, 24, 48, 133, Sümerler 164, 1 84 Süngü 20, 21 1 57, 207, 216, 228, 230, 263, 421, 501 Telgraf 1 �2, 210, 211, 212, ş Şempanze 35, 36, 37, 38, 47, 57, 59, 241 229, 297, 324, 395 Termometre 271, 272, 385 Terörizm 126, 236, 346 Tevrat l85, 186, 190, 191 T Tablet 146, 160, 162, 163, 165, 166, 184, 1 85, 190, 372 Taklit 39, 54, 55, 56, 350, 393, 465 Tanrı 65, 87, 88, 127, 163, 186, 190, 230, 250, 256, 273, 280, 281, 373, 378, 382, 390, 429, 435, 445, 523 Tanın 13, 21, 22, 69, 71, 74, Tırnar 44, 45, 46, 47 Tıp 21, 51, 67, 106, 125, 132, 145, 185, 264, 272, 276, 317, 336, 369, 370, 371, 373, 374, 375, 376, 378, 379, 382, 385, 386, 388, 392, 393, 394, 396, 398, 399, 400, 401, 402, 404, 405, 407, 409, 411, 412, 413, 418, 420, 422, 423, 75, 76, 81, 82, 84, 86, 87, 424, 428, 430, 432, 458, 88, 89, 90, 91, 92, 93, 94, 459, 463, 476 95, 96, 97, 98, 102, 1 08, Tifüs 1 04, 124 109, 1 10, 1 1 6, 1 19, 1 23, Tirnbuktu 1 10 124, 127, 1 37, 146, 158, Tocqueville, Alexis de 301, 244, 245, 272, 343, 370, 372, 399, 400, 476, 486 520 Tohum 69, 70, 72, 86, 91, 96, Taş alet 14, 15, 23, 518 9,7, 1 1 1, 146, 151, 260, 336, Tekerlek 1 16, 1 1 8, 1 19, 166, 440, 441 275, 282, 295, 456, 470 Tokomak 357 550
Dizin Toksin 107, 152, 153, 465 422, 423, 425, 430, 440, Trajan 253, 375 442, 449, 451, 453, 456, Transgenik 496 459, 462, 463, 464, 475, Trevithick, Robert 295, 296, 480, 481, 487, 488, 492, 520 496, 500, 506, 507, 511, Tropikal tıp 399, 400 512, 515, 516, 517, 523, 527 Trotula 378, 379, 523 Truva Atı Virüsü 469 Tukidides 250, 251, 507 Tuvalu 359, 360, 361, 367 Tüberküloz 89, 124, 134, 287, 372, 388, 402, 423, 495 Tüp bebek 24, 121, 415, 416, 417, 418, 450, 465, 525 u v Vanuatu 42, 120, 512 Vavilov, Nikolai 22, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 75, 76, 77, 78, 79, 80, 82, 96, 112, 198, 391, 437, 439, 512 Veba 102, 122, 124, 181, 379, 381, 382, 398, 524 Ukrayna 74, 79, 115, 1 17, 338 Venedik 195 Uranyum 355, 356, 358 Virüs 122, 124, 125, 126, 127, Uruk 158, 160, 161, 162, 184 129, 130, 131, 1 32, 134, 145, 263, 451, 457, 458, o Üniversite 10, 18, 20, 31, 36, 43, 44, 49, 51, 53 60, 65, 68, 69, 70, 71, 94, 95, 110, 123, 130, 131, 136, 145, 459, 462, 466, 467, 468, 469, 487, 513, 514 Voigt, Chris 488, 489 Volta, Alessandro 386 Vücut ateşi 122, 123 164, 170, 1 72, 1 86, 189, w 1 98, 203, 215, 216, 219, 220, 223, 224, 225, 226, Waal, Frans de 45 227, 256, 265, 272, 276, Wakley, Thomas 1 00, 101 289, 290, 347, 356, 360, Watson, James 444, 445, 450, 363, 366, 379, 409, 415, 527 551
Baş Belası icatlar Watt, James 48, 272, 273, 276, 230, 231, 232, 233, 236, 278, 288, 289, 290, 291, 237, 251, 277, 311, 316, 292, 293, 294, 295 319, 354, 372, 373, 377, 421, 440, 445, 448, 449, y Yağmur ormanı 29 Yahudiler 42, 98, 168, 1 85, 190, 191, 228, 230, 251, 455, 483 Yanma 167, 242, 250, 252, 270, 271, 273, 274, 275, 453, 470, 471, 475, 479, 482, 483, 485, 494, 501, 504 Yeni Zelanda 41, 107, 131, 359 Yenilenebilir enerji 346, 353 Yiyecek 25, 32, 33, 36, 40, 46, 59, 68, 72, 84, 85, 87, 88, 276, 285, 305, 306, 307, 97, 100, 102, 106, 109, 1 12, 318, 319, 347 121, 123, 127, 128, 143, Yarahalık 13, 24, 26, 28, 34, 144, 147, 151, 158, 161, 39, 52, 61, 87, 221, 336, 189, 241, 243, 245, 249, 370, 381, 402, 482, 499, 510 321, 332, 353, 367, 380, Yaşlanma 371, 414, 462, 463, 422, 424, 425, 427, 473, 464 Yay 16, 18, 19, 20, 29, 84, 1 16, 212 Yazı 22, 30, 48, 66, 85, 133, 158, 159, 160, 161, 162, 163, 164, 165, 166, 167, 168, 169, 1 70, 1 71, 1 72, 1 73, 1 74, 1 75, 1 76, 1 77, 1 78, 1 79, 1 80, 181, 1 82, 183, 184, 1 85, 186, 187, 190, 191, 1 92, 194, 1 95, 477, 478, 479 Yoksulluk 154, 211, 241, 301, 440 Yugoslavya 189 Yumurtlama 44, 95 Yunanistan 88, 166, 168 Yunus 55 Yüksükotu 389, 390 z 196, 197, 200, 202, 204, Zorbalık 224, 225, 228 209, 213, 219, 220, 229, Zulüm 46, 186, 223, 251, 460 552